Stefo Benlisoy – Ekolojik krizin en önemli görüngüsü olan küresel ısınma hakkındaki verilerin kahir ekseriyeti, yerkürenin büyük bir hızla felakete doğru sürüklendiğini teyit eder nitelikte. Daha önceleri, BM çerçevesindeki Uluslararası İklim Değişimi Paneli (IPCC) başta olmak üzere, hemen hemen tüm bilim camiasının yüzyıl sonu veya yüzyıl ortasında gerçekleşebileceğini öngördüğü iklim değişimine bağlı dönüşümlerin neredeyse eşiğinde bulunduğumuz gittikçe daha net biçimde açığa çıkıyor.
Bu durumun egemen medyaya da yansıyan en bariz örneği, Kuzey Buz Denizi’nin yazları buzdan azade olmasının, daha önce varsayıldığı gibi, yüzyılın sonlarında değil de önümüzdeki yirmi ve belki de on yıl içerisinde gerçekleşecek olması. Eğer küresel ölçekte mevcut sera gazı emisyonu eğilimi devam ederse atmosferde 650 ppm CO2 eşdeğeri[1][2] Tüm bu örnekler küresel iklim değişimi açısından büyük bir hızla geri döndürülemez bir eşik noktasına (tipping point) doğru yol aldığımıza işaret ediyor. (CO2e) gibi gerçekten vahim bir değere ulaşılacak. Bu rakam endüstri devrimi öncesi dönemden ortalama 4 derece ve hatta muhtemelen daha yüksek bir sıcaklık artışını garantilemekte. Oysa küresel iklim değişiminin etkilerinin kontrol dışına çıkmasını ve birtakım pozitif geri besleme mekanizmalarının devreye girmesini engellemek için iklimbilimciler, 2 derecelik bir sıcaklık artışına yol açacak şekilde, atmosferde sera gazları birikiminin 450 ppm CO2e oranında sınırlandırılmasının hedeflenmesi gerektiğini salık vermekteler.

İçerisine büyük bir hızla sürüklendiğimiz bu topyekun ekolojik çöküş ihtimali karşısında çözüm yolunun hâlâ sermayeyi, devleti, ezcümle muktedirleri ikna etmekten geçtiğini savunmak artık anlamsız. Zaten hâlihazırda yeterince vakit kaybedilmiş durumda. Kyoto Protokolü[3], Stern Raporu[4] gibi yaklaşımların yetersizlikleri, sorunu çözmekten ne kadar uzak oldukları, son G8 zirvesinde dünyanın en gelişmiş devletlerinin liderlerinin 2050 yılına kadar ülkelerinden kaynaklanan emisyonları %50 azaltma gibi zayıf ve belirsiz bir “hedef” ortaya koymalarıyla bir kez daha açığa çıkmış oldu. Ekolojik hareketin radikalleşmesi, devrimci ve antikapitalist yönlerini pekiştirmesi gereken bir süreçteyiz. Bugün birçok aktivist ve bilim insanı, iklim değişiminin yerküre üzerindeki canlı yaşamın bütünü üzerinde yarattığı muazzam tehlike karşısında, yönetenleri “ikna etmek” adına sorunların tespit ve çözüm yollarına dair önerilerini “makul” bir çerçevede sunma ihtiyacını hissetmekte. Bu tutumsa, sanıldığının aksine, tüm tarafların ortak bir “makulde” buluşmalarını sağlamaktan ziyade, sorunun çözümüne dair elle tutulur ve gerçekçi bir teşhis ve siyasetin oluşumunu sekteye uğratmakta.

Bu durumun yakın zamandaki bir örneği, Britanya hükümetinin çevre, tarım ve gıda konularında bilimsel başdanışmanı ve IPCC’nin eski başkanı Prof. Bob Watson’un yüzyıl sonunda 4 derecelik bir sıcaklık artışına hazırlanmamız gerektiğini hususundaki açıklamasıydı.[5] Yukarıda da belirtildiği gibi, aslında AB de dahil olmak üzere, küresel ısınmanın sınırlanması konusunda beyan edilen resmi hedefler, artışın 2 dereceyle sınırlı kalmasını sağlamaya çalışmak şeklinde. Ama bu sınırlamayı sağlayacak mekanizmalar oluşturulamadığı ve uluslararası ortamın da bu türden bir sınırlayıcı mekanizmanın şekillenmesine izin vermediğini düşünen, dolayısıyla da bu hedefin artık ulaşılamayacak hale geldiğinden bahseden Watson gibi bilim insanları bulunmakta. Burada sorun, yeryüzü ortalama sıcaklığında meydana gelecek 4 derecelik bir artışın sonuçlarının gerek insan toplumları gerekse de diğer canlı türleri açısından dramatik olacağı.

Küresel ısınmanın etkilerinin eşitsiz olarak yaşanacağı kabulünden hareketle 4 derecelik bir artışa canlı türlerin önemli kısmının ve yoksul küresel güney toplumlarının önemli bölümünün “uyum sağlama” kapasite ve şansının bulunmadığı açık. Zaten son otuz yıldır küresel neoliberal saldırı karşısında toplumsal yapıları cılızlaşan güneyin yoksul halklarının küresel ısınma ve ekolojik krizin derinleşmesi sonucu maruz kalacakları basınca direnebilmeleri oldukça zor. Su kaynaklarının iyice daralması, tarımsal üretimin düşmesi, çarpık hiper kentleşmenin yarattığı sorunlar, seller ve aşırı hava olaylarının yaygınlaşması, IMF ve Dünya Bankası kıskacında piyasalaşma ve metalaşma süreçlerinin alabildiğine derinleşmesiyle birlikte bu tür tehditlere karşı direnç kapasiteleri iyice kırılganlaşmış bu toplumlar için neredeyse bir ölüm fermanı anlamına gelecek. Tam da bu noktada, bütün eksiklik ve arazlarına rağmen toplumsal hayatın birçok veçhesinin piyasanın “görünmez eli” aracılığıyla değil de merkezi bir plan çerçevesinde tasarlandığı Küba’nın, Karayipler’de oldukça büyük tahribat yaratan Gustav kasırgasının etkilerinden en az zarar gören ülke olmasının bir tesadüf olmadığını vurgulamak gerek. 450 bin kişinin bir gün içerisinde hızla felaket bölgesinden tahliye edilmesi, Haiti ve Jamaika gibi ülkelerde onlarca ölüme sebep veren kasırganın burada böyle bir sonuç doğurmasını engelledi. Küba’da kamunun organize edici vasfı, ABD’de yaşanan Katrina kasırgası sırasında ve sonrasında yoksul New Orleans’lıların kendi kaderlerine terk edilmeleri gibi bir sonucun yaşanmasını engellemekte. Bu küçük örnek dahi piyasanın vahşetine tabi kılınmamış ve demokratik, çoğulcu ve aşağıdan bir plan temelinde işleyen toplumların küresel ısınmanın olumsuz etkilerine direnme kapasitesinin çok daha fazla olduğunu göstermekte.[6] Felaket karşısında mucizevî çözümlere bel bağlamak

Küresel ısınmaya ilişkin hâkim yaklaşımlar, meseleyi hasıraltı ederek görünmez kılmaya çalışmakla sorunu özellikle kuzeyde hâkim olan sürdürülemez yaşam biçimini değiştirmeden “mucizevî” teknolojik icatlarla çözümlenebileceği savunmak arasında bir yerlerde salınıyor. Emisyon indirimi hususunda elle tutulur bir mesafe katedilememesi sonucunda, güneş ışınlarının bir biçimde bloke edilmesi, okyanuslara demir salınarak plankton artışının ve böylece okyanusların CO2 yutma kapasitesinin artmasının teşvik edilmesi, okyanuslar üzerinde suni bulutlar oluşturularak güneş ışınlarının uzaya geri yansıtılması gibi “zihni sinir” jeomühendislik “proceleri” üzerinde durulmaya başlanmış durumda.[7] Soruna çözüm getirip getiremeyecekleri meselesi bir yana, önemli oranda yeni riskler ve yan etkiler de yaratmaları olası bu türden devasa projeler aslında tam da teknoloji fetişi modern insanın benimsemeye meyyal olduğu bir “çözüm” seçeneği oluşturuyor.

Dolayısıyla bu tür bir çözüm umudu sayesinde ne emisyon azaltımı için sermayenin kendini sınırlamasına gerek kalacak ne de kuzeyli kentli orta sınıfların ekolojik olarak sürdürülemez yaşam ve tüketim biçimlerinden feragat etmeleri gerekecek. Bundan iyisi Şam’da kayısı. Oysa bu tür devasa önerilerin giderek daha fazla gündeme gelmelerinin sebebi, müesses nizamın küresel iklim değişimi meselesinde şu ana kadar en ufak bir mesafe kaydedememesidir. Çok kısa bir süre önce küresel ısınma tehdidine karşı bir yanıt olarak düşünülen biyoyakıtların, hem sanıldığından çok daha az emisyon azalışına yol açması hem de geçtiğimiz aylarda gündeme gelen gıda krizinin, yani temel gıda fiyatlarındaki yüksek oranlı artışın önemli müsebbiplerinden birisi olması nedeniyle giderek gözden düşmesi örneğinin gösterdiği gibi “mucizevi” çözümlerden medet ummak yararsız.[8]

ABD’de Kasım ayındaki seçimde küresel ısınma sorununa duyarsız kalmış Bush yönetiminin yerine küresel ısınma meselesine daha “duyarlı” bir yönetimin seçilme ihtimaline de bel bağlamanın faydası yok. Neticede Bush’un yerine yine kendisi gibi petrolcü McCain de ya da biyoyakıtçı Obama da seçilse, ABD’nin enerji politikası küresel ısınmanın etkilerini küresel adalet ilkeleri çerçevesinde sınırlamayı değil, ülkenin enerjide –özellikle de petrolde- “dışa bağımlılığını” azaltmaya ve başta otomobillerinin yakıt tankları olmak üzere bol enerji girdisine dayalı orta sınıf Amerikan tüketimciliğini destekleme yönünde olacaktır.

Türkiye’de de dünyada olduğu gibi bazı çevreciler çözüm için “teknolojinin hazır” olduğunu, yegâne sorunun politik irade eksikliği olduğunu vurgulamaktalar. Küresel ısınma başta olmak üzere mevcut ekolojik krizin sistemik yapısını görmezden gelen bu yaklaşıma göre, başta enerji alanında “ekolojik teknolojilerin” yaygınlaştırılması ve mucize çözümlerin teşvikiyle sorunun üstesinden gelmek olası. Kuşkusuz küresel ısınmanın etkilerini sınırlandırmak için önümüzdeki on yıl içerisinde başta kömür olmak üzere fosil yakıtların kullanımını büyük ölçüde kısıtlayacak bir enerji devriminin yaşanması gerektiği tartışılmaz. Ancak bu türden bir enerji devrimini sadece teknik bir “inovasyon” meselesine indirgemek, üstelik böylesi bir dönüşümü piyasa mekanizmasını devreye sokarak gerçekleşebileceğini ve aşırı biçimde bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış egemen tüketim biçimine halel getirmeden gerçekleşebileceğini savunmak, sorunun aciliyetinin gerektirdiği önlemleri almaktan bizi alıkoyuyor.

Ekolojik krize ilişkin egemen dil bu krizden “tüm” insanların sorumlu olduğunu, yeryüzünün insanların sayısının bu kadar artmış olmasını kaldıramayacağını vazediyor. İlk bakıştaki radikalizmine (krizden ve iklim değişiminden tüm insanlığı, hatta bir tür olarak insanı sorumlu tutması) karşın bu söylem, aslında homojen ve farklılaşmamış bir “insanlık” varsaymasıyla sorunun asli sorumlularını aklayıcı, en azından görmezden gelinmesini sağlayıcı bir işlev yüklenmekte ve kaderci bir tutum alışa götürmekte. Ekolojik çöküşün insanın doğayla girdiği ilişkiyi dolayımlayan özgül toplumsal örgütlenme ve üretim biçimini, yani kapitalizmi sorgulamadan aşılabileceğine inanan “eko-reformist” ve “eko-modernist” görüşlerin insanlığı çıkmaza sürüklediği giderek açığa çıkmakta. Kapitalizmin, ekolojik yıkımın derinleşmesi anlamına gelen sermayenin sınırsız genişleme eğilimini durdurması mümkün değil. Son yapılan araştırmalar iklim değişiminin kontrolden çıkmasını önlemek için küresel ısınmayı 2 derece civarında sınırlandırmak için 2010 yılından itibaren sera gazı emisyonlarında yıllık %3 bir azalma gerektiğini vurgulamakta.[9][10] Fakat bu ve benzeri azaltımların sağlandığı tüm projeksiyonların küresel bir ekonomik daralmayla sonuçlanacağının bilimsel olarak kanıtlanması da yukarıda kapitalizmle ilgili yapılan tespiti doğruluyor.
Elbette müesses nizamın küresel ısınmanın etkilerini sınırlama konusunda yetersiz kalışının giderek daha geniş kitleler tarafından sezilmesi, kapitalizmi sorgulama ve ondan kopma yönünde “otomatik” bir sürece neden olmayacak.[11] Bu otomatizm, radikal bir toplumsal dönüşümün ancak yıkıcı bir ekonomik krizin, savaşın yani bir katastrofun ardından gerçekleşebileceğini varsayan ekonomik determinizmi yeniden üretiyor. Üstelik küresel ısınma ve ekolojik çöküşün en yıkıcı etkilerinin sınırlanması için gerekli vaktin çok daralmış olmasına rağmen bu etkilerin tam olarak ortaya çıkmasına, ortalama insan ömrü göz önünde bulundurulduğunda nispeten daha vakit bulunduğu gerçeği, inkâr ve kaçış eğilimlerini besleyip eylemsizliği teşvik ediyor. Mevcut küresel güç ilişkileri hesaba katıldığında küresel ısınmanın kontrolden çıktığı bir senaryoda ulusal içe kapanmacılık ve otoriter ya da deyim yerindeyse “eko-faşist” yönetim biçimlerinin bir seçenek olarak ortaya çıkması daha büyük bir ihtimaldir. Açıkçası ekolojik krizin aciliyeti nispetinde bu krizin gerçek nedenlerini hedef alan bir toplumsal seferberliğin oldukça uzağındayız. Topyekun ekolojik çöküş ihtimali karşısında ekososyalist[12] temellerde örgütlenmiş bir toplumsal alternatif arayışın sesinin giderek daha fazla duyurur hale gelmesine ve Uluslararası Ekososyalist Ağ’ın (UEA) hızla gelişmesine rağmen ekososyalist akım henüz dönüştürücü bir hareket olmanın çok uzağında.[13]

Ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçimi alması gerektiği yönündeki soyut politik mesaj ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle ilişkilendirilmesi halinde somutluk kazanabilecek. Başta su olmak üzere doğal kaynakların ticarileştirilmesine ve özelleştirilmesine karşı direnişlerden kamusal ulaşımın desteklenmesine, tarımın şirketleştirilmesine karşı direnişten nükleer enerjiye ve ormansızlaşmaya karşı mücadeleye kadar kapitalist kâr ve sermaye birikimi mantığının dışına taşan ve alternatif bir toplumsallığı imleyen taleplere dayalı toplumsal hareketler ekososyalist bilincin kitleler nezdinde somutlanmasının yoludur. Burada önemli olan kitleleri mobilize edecek somut taleplerin geçişsel bir nitelik taşımasına önem vermek, yani ekolojik reformizmin sınırlarının dışına taşarak her talebin kendi somutluğunda kapitalist üretimcilik ve bireyselleştirilmiş tüketimcilik mantığının dışına taşan bir nitelik taşımasını sağlamaya çalışmaktır.[14] İklimi Değil Dünyayı Değiştir!BM tarafından Kyoto Protokolü’nün ardılını belirleyecek ve 2012 yılında yürürlüğe girecek anlaşmayı belirleyecek görüşme süreci, Aralık 2009’da Kopenhag’da gerçekleştirilecek. Joel Kovel’in bu görüşmelerin medeniyetin kaderini belirleyebileceğini ifade etmesi biraz abartılı gözükse de küresel iklim değişiminin kontrolden çıkmasını engellemek için son fırsatlardan birini oluşturduğu açık. Üstelik yine Kovel’in vurguladığı gibi, bu tarihin kapitalist küreselleşme karşıtı yeni bir dalganın boy verdiği Seattle protestolarının onuncu yıldönümüne rastlaması da anlamlı.[15] Müesses nizamın temsilcileri bu süreçte de şimdiden Kyoto sonrası sürecin de ana hatlarını belirlemek için faaliyete geçmiş durumdalar. Kopenhag İklim Konseyi adı altında iş dünyasının temsilcileriyle James Lovelock ve Tim Flannery gibi çevrecileri biraraya getiren örgütlenme, küresel iş âlemi tarafından benimsenebilecek bir küresel anlaşmanın hazırlanması için kolları sıvamış bulunmakta. Üstelik bahsi geçen oluşuma göre iklim değişimiyle mücadele, ekonomik büyüme ve kârlılık için geniş olanaklar sağlama potansiyeline sahip. İşte iklim değişimine karşı mücadeleyi piyasaya ve kapitalist sermaye birikiminin gereklerine tabi kılacak bir eğilimin bir kez daha sürece egemen olmasını engellemek için hem önümüzdeki Aralık’ta Poznan’da gerçekleştirilecek ön görüşmelere hem de 2009 Aralık’ında Kopenhag’daki görüşme sürecine ortak bir program temelinde gelişecek geniş bir toplumsal muhalefetin müdahalesi gerekmekte. Atmosferik uzayın özel mülk haline getirilmesi girişimlerine karşı küresel insanlığın ortak varlığı (global commons) olarak tescili, her canlı varlığın atmosferik uzay üzerinde eşit ve devredilemez hakka sahip olduğu ilkesini benimseme ve küresel ısınmanın etkilerine karşı küresel adalet ilkesi çerçevesinde bir çözüm perspektifinin oluşturulması, bu muhalefetin başlıca gündemi olmalıdır. Aksi taktirde hızla yaklaşan devasa felaketin enkazının insanlığın ve bütün gezegenin geleceğini karartması kaçınılmaz olacaktır.

Stefo BENLİSOY

Bu yazı Yeniyol dergisinin Ekim 2008 tarihli 31. sayısında yayımlanmıştır.
[1] İklim değişimi yazınında kullanılan ppm (parts per million) ölçeği, milyon atmosferik parça içerisindeki CO2 parçacığını imlemekte. CO2 eşdeğeri ise başta metan olmak üzere diğer 6 sera gazının CO2’ye eşdeğer miktarı olarak temsilini göstermekte. Hâlihazırda atmosferde 387 ppm’lik bir CO2 konsantrasyonu (bu rakam her yıl 2 ppm artmakta) bulunmaktayken bu rakam CO2 eşdeğeri olarak, yani diğer 6 sera gazı da hesaba katılarak gösterilirse 430 ppm’e ulaşılmakta.

[2] Hatta NASA Goddard Uzay Dairesi Başkanı ve Columbia Üniversitesi öğretim üyesi, iklim değişimi konusundaki çalışmalarıyla tanınan James Hansen, kısa bir süre önce, insan uygarlığının yeşerdiği koşullara benzer bir yerküre ortamının devamı için troposferde halihazırdaki 387 ppm’lik CO2 konsantrasyonun belli bir süre içerisinde 350 ppm’e düşürülmesi gerektiğini açıkladı. Bkz. James Hansen, “Global Warming Twenty Years Later: Tipping Points Near” http://www.columbia.edu/~jeh1/2008/TwentyYearsLater_20080623.pdf

[3] Kyoto Protokolü’nün eleştirel bir değerlendirmesi için bkz. Daniel Tanuro, “Şeytan tencereyi yapar ama kapağını unutur” Yeniyol 28 Kış 2008, s. 68-89.

[4] Stern Raporu’nun kapitalist sermaye birikim odaklı mantığının ve buna bağlı yetersiz hedeflerinin eleştirisi ve “daha fazlası” için bkz. J. B. Foster & B. Clark & R. York, “Ecology the Moment of Truth – An Introduction”, Monthly Review, July-August 2008.
[5] http://www.guardian.co.uk/environment/2008/aug/06/climatechange.scienceofclimatechange

[6] Bkz. Kübalı yazar Celia Hart’ın bir trafik kazasına kurban gitmeden önceki son yazısı “A Revolutionary fight against the demon” http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1521

[7] http://www.guardian.co.uk/environment/2008/sep/01/climatechange.scienceofclimatechange2

[8] Biyoyakıt, özellikle de ABD’deki tarımsal yakıt endüstrisinin kapsamlı bir eleştirel değerlendirmesi için bkz. Fred Magdoff, “The Political Economy and Ecology of Biofuels”, Temmuz-Ağustos 2008. Monthly Review

[9] http://www.guardian.co.uk/environment/2008/oct/01/climatechange.carbonemissions1

[10] Bu konuda çok önemli bir çalışma için bakz. Mingi Li, “Climate Change, Limits to Growth and the Imperative for Socialism” Monthly Review, Temmuz-Ağustos 2008. Kapitalizmin içerisine sürüklenmekte olduğu küresel resesyonun bu anlamda emisyon oranlarına etkisinin ne oranda olacağı merak konusu. Acaba gerçekten her şerde bir “hayır” mı var?

[11] Böylesi bir “hissiyatın” kapitalist üretim biçimini otomatik olarak sorgulamaya götüreceği yönünde bir eğilim taşıyan, üstelik bunu paradoksal bir biçimde Malthusçu bir anlayış üzerine temellendiren bir yazı için bkz. M. Asım Karaömerlioğlu “Büyük Uyanış” Radikal İki, 28 Eylül 2008.

[12] Ekososyalizm konusunda kapsamlı bir değerlendirme için bkz. Joel Kovel, “Ekolojik Krizin Nedeni Kapitalizmin Ahlâksızlığıdır” Mesele sayı 20 Ağustos 2008, 29-35. Ayrıca bkz. Stefo Benlisoy, “İmdat frenini çekmek: Ekolojik bir Sosyalizmin imkânları” Yeniyol 28 Kış 2008, s. 16-35.

[13] Uluslararası Ekososyalist Ağ halihazırda ekososyalist manifestonun ikinci versiyonunu hazırlamakta. UEA Ocak ayında Brezilya Belem’de Dünya Sosyal Forum çerçevesinde büyük bir buluşma gerçekleştirmeyi planlamakta. Bkz. www.ecosocialist .org

[14] Böylesi bir anlayışa sahip bir durum değerlendirmesi için bkz. Michael Löwy, “Resistance is the only Way”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1526
[15] Joel Kovel, “All Aboard for Copenhagen!” Capitalism Nature Socialism vol. 19 no. 2 (Haziran 2008).