Foti Benlisoy – Kapitalist kriz hemen bütün dünyada mevcut siyasal mimariyi kırılganlaştırıyor ve toplumsal mücadele ve direnişlere yeni alanlar açıyor. Daha düne kadar sarsılmaz görünen neoliberal mutabakatta hiç değilse ideolojik ve moral manada ciddi gedikler açılmakta olduğu aşikâr. 1999’da Seattle eylemleriyle görünürlük kazanan alternatif küreselleşme hareketinin sönümlenmesinin ardından, bu kez kapitalist kriz bağlamında ve üstelik ayağını yerel mücadele ve direnişlere çok daha sağlam basan bir yeni “dalga” söz konusu denilebilir. Artık IMF ya da G bilmem kaçın şu ya da bu ülkede gerçekleşen zirve toplantılarını “basan” göstericiler değil, bizatihi bulundukları memleketin mevcut siyasal-sosyal-iktisadi iktidar yapısını sorgulayıp hedefleyen mücadelelerle karşı karşıyayız. Buna karşın küresel bir aşağıdan hareketlenmenin parçası olunduğuna dair ciddi ve yaygın bir enyernasyonalist şuurun mevcudiyetini de not etmek gerek. Şili’den Yunanistan’a, ABD’den İtalya’ya dünyanın birçok bölgesinde neoliberalizme ve piyasaların diktatörlüğüne karşı mücadele ve direnişler yoğunlaşıyor, daha görünür hale geliyor. Antikapitalist taleplerin geçmişe göre daha belirgin hale geldiği ve demokrasi meselesinin de yakın geçmişte olmadığı kadar öne çıktığı (“gerçek demokrasi”), sosyal taleplerle harmanlandığı hareketlerle karşı karşıyayız. Özellikle ABD’deki Wall Street’i İşgal Edin hareketi, Tahrir ile başlayıp sırasıyla Puarte del Sol, Sintagma ve Habima meydanlarında cisimleşen işgal/öfkeliler hareketlerini bir üst düzeye çıkartan, hemen bütün dünyaya yaygınlaştıran yeni bir merhale. Dünyanın dört bir yanında 15 Ekim eylemlerinin militanlık ve kitleselliği, bir uluslararası dalgayla karşı karşıya olduğumuzu, neoliberal kapitalizme karşı mücadelelerde niteliksel bir sıçramanın arifesinde bulunduğumuzu gösteriyor.

Artık hepimizin malumu herhalde: AB’nin siyasal-kurumsal mimarisinin de etkisiyle akut hale gelen kriz bağlamında sermaye, kıta ölçeğinde on yıllar boyunca kazanılmış bütün sosyal haklara dönük bir saldırı, bir “toplumsal savaş” yürütüyor. Yunanistan’da, Portekiz’de, İtalya’da, Fransa’da gündeme gelen kesinti ve yapısal uyum programları, geçmiş dönemde, yani bir önceki neoliberal dalgada gündeme gelen belirli kazanımlara yönelik kısıtlı saldırılarla kıyaslanabilecek gibi değil. Bugün şu ya da bu hakkın törpülenmesinden değil, hele hele Yunanistan gibi ülkelerde sermayenin topyekûn bir taarruzundan bahsetmek gerek.

Geçmiş dönemin toplumsal mutabakatını tarumar eden bu düzeyde bir saldırı, kıtadaki siyasal sistemi destabilize edici etkilere sahip. Yunanistan ve İtalya’da son günlerde gündeme gelen hükümet krizleri bu destabilizasyonun açık örnekleri. Siyasal temsil krizi, seçimlere katılım oranlarında ciddi düşüşler, sosyal demokrasinin krizi, siyasal elitin yozlaşmaşlığı kanaatinin bir bütün olarak siyaset etmeye dönük bir tepkiye yol açması hep bu politik krizin ifadeleri. Bu koşullarda sağ giderek daha saldırgan ve “radikal” bir görünüm kazanıyor. Sosyal demokrasinin ise işçi sınıfıyla örgütsel, idelojik ve politik bağlarını bir kenara bırakarak ABD tipinde bir Demokrat Parti’ye doğru evrimi devam ediyor. Hasılı, merkezin daha da sağa kaydığı, siyasal alanın daha polarize olduğu, çatışmacı bir evreye giriyoruz.

Bu koşullarda toplumsal mücadeleler ve sosyalist hareket açısından birkaç genel ve kaba tespitte bulunmak mümkün:

1- Mevcut siyasal mimarinin kırılganlaşması, gelişen mücadelelerin soğurulmasını güçleştiriyor. Siyasal ve sosyal alanda kriz bağlamında gündeme gelen istikrarsızlık kitle mücadelelerinin öne çıkmasına uygun boşluklar yaratıyor. Sadece geçtiğimiz yılda dünyanın dört bir yanında ve elbette kıtada patlak veren mücadeleleri düşünmek yeter. Sıçramaların, ani ve beklenmedik sosyal patlamaların ciddi anlamda hesaba katılması gereken bir dönemdeyiz.

2- Geçtiğimiz dönemde militanlık ve kitlesellik açısından giderek yoğunlaşan büyük mücadelelere tanık olsak da bunlar hâkim sınıflar açısından kısmi yenilgilere dahi yol açabilmiş değil. Dolayısıyla gelişen mücadelelere rağmen sınıflar arası güç dengelerinde radikal bir değişiklik söz konusu değil. Sınıf hareketi ve toplumsal mücadeleler hâlâ ve esas olarak savunma konumundalar.

3- Kitlesellik ve militanlık bakımından derinleşen mücadelelerle bunların siyasal-örgütsel ifadesi arasında ciddi bir açı söz konusu. Bir dizi ülkede çok radikal ve gelişkin mücadele ve direnişlere tanık olsak da bunlar devrimci/radikal sol siyasal örgütlerin doğrudan gelişimine yol açmıyor. Partilerin, örgütlerin, hatta sendikaların üye sayısı ve etkisinde bir artışa tekabül etmiyor.

4- Radikal/devrimci sol açısından bir yeniden yapılanma döneminin başında olunsa da unutulmaması gereken, çifte bir yenilgiden çıkılıyor olunduğu: Bir yandan 1917 ile açılan tarihsel sürecin yenilgisi, diğer yandan da son yirmi yılın tüm neo-liberal karşı “reformları” karşısında toplumsal hareketlerin ve solun yenilgisi. Son on yılda yaşanan tüm olumlu gelişmelere karşın bu iki yenilgiden tam anlamıyla hâlâ çıkılabilmiş değil. Geniş yığınlar, hem de halihazırda mücadele eden kitleler nezdinde bu iki yenilginin kolektif eyleme inançta, siyasal özgüvende vs. yarattığı tahribat telafi edilmiş değil.

Yukarıda da vurgulandı: Bir yeni mücadele dalgası karşısındayız. Ancak ne kadar süreceği belirsiz bu çıkışın da konjonktürel dalgalanmaların neticesinde etkisini yitirmemesi, radikal/devrimci solun kendisini bu yeni dönemin ihtiyaçlarına ne kadar uyarlı kılabileceği ve ekolojik krizle bütünleşerek bir medeniyet krizine dönüşen kapitalist buhrana antikapitalist bir yanıt geliştirebilme yeteneğine bağlı olacak. Neoliberalizm ideolojik ve moral olarak geniş kitlelerce mahkûm edilir olsa da henüz “sokakta” yenilmiş değil. Emekçi ve ezilen kesimler nezdinde inandırıcı ve görünür olacak bir antikapitalist bir siyasal alternatifin şekillenmesi bugün giderek daha acil bir ihtiyaç halini alıyor.

Kısacası, radikal/devrimci solun, hâkim sınıfın temsilcisi olagelmiş siyasal partilerin temsil krizine ve dolayısıyla da mevcut siyasal-sosyal düzenin meşruiyet krizine geniş kesimler nezdinde anlaşılabilir bir alternatifle karşılık vermesi gerekiyor. Gün kuru bir “direnişçilik” ile yetinecek gün değil. Eğer mevcut mücadele ve direnişler belli bir siyasal alternatif, yani bir karşı-hegemonya etrafında ortaklaştırılamazsa geri çekilme, hatta yenilgi mukadderdir. Dolayısıyla iyimser olacak zaman değil. Tersine, 1990’lı yıllardan itibaren başımıza musallat edilen ‘liberal iyimserlik’ karşısında bütünüyle kuşkuda olmak gerekiyor. Hele kriz karşısında, tarihin safımızda olduğu, kimi kazaları saymazsak her şeyin olması gerektiği gibi ilerlediği anlayışını süratle terketmek gerekiyor.