Emre Tansu Keten –

 

Ünlü televizyon programı Beyaz Show’un 8 ocak’ta gerçekleşen canlı yayınına telefonla bağlanan Ayşe ismindeki öğretmen “Diyarbakır’da çocuklar ölüyor” dediği için günlerce savaş cephesinin unsurları tarafından hedef alınmıştı. Ayşe Öğretmen’le başlayan bu linç kampanyası, Barış İçin Akademisyenler’in hedefe oturtulduğu yeni bir nefret kampanyasının habercisi oldu bir bakıma. Bu olay, Kürt Sorunu’nun güncel hali konusunda iktidarı koşulsuz desteklemeyen herkesin potansiyel terörist ilan edilebileceğini göstermenin yanında, Türkiye medyasının geldiği yeri de gözler önüne seriyordu. Programın ardından Beyaz’ın Kanal D ana haber bülteninde yaptığı, bol bol vatan, millet ve bayraktan ve babasının polis olduğundan bahsettiği konuşması, Beyaz’ın şahsından öte Doğan grubunun bir günah çıkarması niteliğindeydi. Çünkü, Doğan grubu 7 Haziran öncesi AKP’nin gücünü sarsabilecek bir potansiyel olarak ortaya çıkan HDP’ye oynamış, bu süreçte AKP’liler ve saray medyası tarafından “terör destekçiliği”yle suçlanmıştı. Doğan Grubu, 1 Kasım seçimleri sonrası hızla cephe değiştirse, sarayın açtığı savaşın sesi en yüksek çıkan propagandacılarından biri olsa, İsmet Berkan gibi “gazeteci”lerini Sur’daki asker ve polislere iliştirse ve yapısını sarayın talimatlarına göre yeniden şekillendirmeye başlasa da, bunların hiçbirisi AKP’ye gereken güveni vermiyor ve bu nedenle AKP, elindeki sopayı fırsat buldukça göstermeye devam ediyor. Çünkü AKP, medya alanındaki savaşını çok önemsiyor.

 
Yeni Türkiye’nin yeni medyası
 
AKP için medya, iktidara geldiği günden beri en önemli mücadele alanlarından birisi olarak görüldü. Refah Partisi’nin, kısa iktidar dönemi boyunca, “kartel medyası”na savaş açmamasının ve kendi medya gücünü oluşturamamasının çok ciddi sonuçları olduğu düşünülüyordu. Hatta İslamcı anlatıda, 28 Şubat’ın hazırlanmasında neredeyse ordu kadar rol biçiliyordu medyaya. İşte bu nedenlerle, Doğan, Bilgin, Doğuş, Çukurova, Uzan gruplarının medya sektöründe istedikleri gibi at koşturdukları bir dönemde iktidar olan AKP, bütün siyasi hasımlarından önce medya ile hesaplaşmaya başladı. Fehmi Koru seçimlerinden hemen ardından şunları söylüyordu: “Dünün medyası 3 Kasım’la birlikte sona erdi, şu anda uzatmalar oynanıyor; bu mesleğin itibar derdindeki gerçek sahiplerinin yarının medyasını şimdiden planlamaları gerekiyor” (gazetecilik mesleğinin itibar derdindeki gerçek sahiplerinin Cem Küçük, Hilal Kaplan, Hasan Karakaya, Elif Çakır ve türevlerinin olduğundan kimsenin şüphesi yok).
 
AKP’nin bu savaş için elinde güçlü bir silah bulunuyordu: Tasarruf Mevduat Sigorta Fonu. 2001 ekonomik kriziyle birlikte ortaya çıkan batık bankalara el koyan bu kurum, o günden sonra aynı zamanda medya sektörünü düzenleme aracı olarak da iş gördü. Çünkü, bu süreçte el konulan 25 holdingten 10’u aynı zamanda medya sektöründe de yatırım yapan holdinglerdi. İlk hamle, 2002 seçimlerinde yüzde 7,25 oy alan Cem Uzan’a yapıldı. Uzan’ın şirketlerine el koyan TMSF, elden ele uzattığı Star Medya bileşenlerinin büyük bir kısmını militan AKP’li Ethem Sancak’a verdi. Ardından Dinç Bilgin’in şirketlerine geldi sıra. Bilgin, ATV-Sabah grubunu önceden Ciner’e devretse de, bu devir usülsüzlük nedeniyle bozuldu ve grup Erdoğan’ın damadı tarafından yönetilen Çalık Grubu’na bırakıldı. Daha yakın zamanlarda Çukurova Grubu kervana dahil oldu. Gruba ait televizyon ve gazeteler, ağırlığı Ethem Sancak’a olmak üzere, AKP’lilere dağıtıldı. Böylece merkez medya gazetelerinden Akşam bir günde en fütursuz yandaşlardan birisi haline geldi.
 
AKP, bir yandan TMSF eliyle eski ve marka değeri olan medya kuruluşlarını bünyesine katarken, etkisi oldukça sınırlı İslamcı medya gruplarını da besledi. Kanal 7, Yeni Şafak, Akit, Türkiye gibi gruplar bu dönemde yatırımlarını oldukça büyüttüler ve medyanın diğer alanlarında da yatırım yapmaya, git gide medya holdingleri haline gelmeye başladılar. TMSF eliyle ele geçirilemeyenler ise baskı ve ekonomik şantaj/vaat ile yeniden yapılandırıldı. Örneğin, 2000’ler boyunca, sözüne en güvenilen ve en objektif haber kanalıymışçasına bir imaj çizen NTV, AKP’nin komiserini çalıştıran ve hükümeti kızdırmamak için taklalar atan bir kanal haline geldi. Habertürk de Erdoğan’ın bir telefonla ulaşıp, fırça atabildiği yöneticiler istihdam etmeye başladı. Bunun en önemli nedeni, asıl faaliyet alanı enerji ve inşaat olan Doğuş ve Ciner gruplarının devlet ihalelerinden dışlanmak istememesiydi. Tam aksine, bu iki grup da hükümete yönelik “hassasiyetleri” nedeniyle birçok ihalede ödüllendirildi.
 
AKP’nin en çok düşmanlık beslediği Doğan medyası ise vergi cezaları ve projelerinin önüne set çekilmesi ile ehlileştirilmeye çalışıldı. 2009 yılında Doğan Holding’e kesilen 826 milyon TL’lik vergi cezası, medya sektörü içerisinde daha önce görülmemiş miktarda bir uyarıydı. Bu uyarının ardından, Doğan elindeki kanal ve gazeteleri bir bir satmaya başladı. Tekelci kapitalizmin fanatik bir taraftarı, siyasi çıkarları için tekellere savaş açmıştı! Bu savaş sonunda olan AKP’ye yanaşmak için fırsat kollayan işadamlarına oldu. Örneğin, medya ile ilgili bir geçmişi olmayan Demirören Grubu, satın aldığı Milliyet ve Vatan gazetelerini nasıl etkili kullanacağını bilemedi ve sahibi, Erdoğan’a telefonda ağlaya ağlaya tükendi. Herkes nasıl yandaşlaşacağını şaşırdı.
 
Medyanın güncel ekonomi-politiğine baktığımızda, geleneksel medya güçlerinin, tarihlerindeki en dar kapsama çekildikleri söylenebilir. Doğuş ve Ciner, olabildiğince az markayla medya sektöründe varlığını sürdürürken, Doğan Medyası ise gerek siyasi manevrayla gerekse şirket yapılanmalarındaki revizyonlarla ricat halindedir. Doğan’ın, Gezi İsyanı öncesinde başladığı medya sektöründe küçülme hamlesine bu süreçte devam etmesi oldukça olası. Bunun dışında yer alan medya sahipliği yapısı oldukça karmaşıktır, çünkü AKP “havuz” adını verdiği yöntemle neredeyse kolektif bir sahiplik yapısı oluşturmuştur. Havuz sistemine göre, devlet ihalelerini kapan şirketler bu havuza bir miktar para vermekte, havuzda toplanan paralarla ATV-Sabah başta olmak üzere medya şirketleri finanse edilmektedir. AKP’ye angaje sermaye grupları ise, sırayla bu holdinglerin başında nöbet tutmaktadır. Örneğin, ATV-Sabah’ın sahibi Turkuvaz Medya Grubu, yakın zamanda Çalık Holding’ten üçüncü havalimanı projesini kapan Cengiz-Limak-Kolin ortaklığına devredilmişti (bir inşaat projesinde ortaklık kuran üç şirketin aynı ekiple medya grubu da satın alması başlı başına gariptir), ancak holdingin sahiplik yapısı bir süredir şeffaf bir şekilde sergilenemeyecek kadar karmaşık durumdadır, şu anki nöbetçinin kim olduğu tam olarak bilinmemektedir.
 
Saray medyası sadece havuz kaynaklarından değil, devlet kaynaklarından da oldukça etkili bir şekilde besleniyor. Kamu bankaları ve THY gibi kamu şirketleri tiraj oranlarına göre değil, yandaşlık düzeyine göre reklamlar dağıtıp, saray medyasının bileşenlerini düzenli ve kesintisiz olarak reklama boğuyor. Bu yolla, zarar eden gazete ve televizyonlar finanse ediliyor. Bunun yanı sıra, AKP’nin elinde bulunan iki güçlü medya aygıtı da, hem propaganda gücü olarak kullanılıyor, hem de saray medyasının ideolojik cephaneliğini oluşturuyor. Anadolu Ajansı ve TRT, parti aygıtları olmalarının yanında, iktidar yanında saf tutan “gazeteci” ve “akademisyen”lerin de beslendikleri kaynak konumunda. TRT’ye yorumcu olarak düzenli şekilde davet edilen yandaşlar, fahiş teliflerle besleniyor.

 
Başkanın adamları
 
Yukarıda özetlediğimiz gibi, AKP, iktidarının ilk gününden itibaren medyada kendisine ait bir güç yaratmayı çok önemsemiş, bunun için bir grup merkez medyayı ele geçirmiş, siyasi olarak geçmişten beri kendisine bağlı olan grupları büyütmüş, geri kalanları ise ehlileştirmiştir. Geldiğimiz noktada AKP’ye doğrudan bağlı 14 gazete ve 10 televizyon kanalı bulunmaktadır. Ayrıca, ihale kapmak için AKP hakkında olumsuz yayın yapmaktan kaçınan ve parti komiserlerini istihdam eden şirketlere bağlı beş gazete ve beş televizyon kanalı vardır. Bunların dışında kalanlar ise çoğunlukla Doğan’a ve Cemaat’e ait yayınlardır.
 
Yazının girişinde sözünü ettiğimiz gibi, Doğan Grubu, 1 Kasım sonrası AKP ile anlaşmış görünmektedir. Yayın politikasındaki, hatta köşe yazarlarının siyasi çizgisindeki değişimden anladığımız kadarıyla bu anlaşmanın meyveleri yakın zamanda görülecek, Doğan Medya, AKP’nin gözüne girebilmek ve diğer sektörlerdeki yatırımlarını koruyabilmek için daha fazla taviz verecektir. Aslında güncel durumda bile ilişkiler oldukça eşitsizdir. Örneğin, Doğan Grubu gazetelerinde Akif Beki gibi AKP’liler yazabilirken, CNN Turk’e her akşam AKP’lilerin kadrolu yorumcuları çıkartılırken, herhangi bir saray medyası gazete ya da televizyonunda, bırakın muhalif olmayı, tamı tamına Erdoğan gibi düşünmeyen hiç kimse boy gösterememektedir. Ekranlarından ve sayfalarından AKP’lileri eksik etmeyen bir medya grubu iktidar tarafından muhalif olarak kodlanıyorsa, Erdoğan’ın tahayyül ettiği medya ortamını tahmin etmek güç olmasa gerek.
 
Diğer “muhalif” medya grubu Cemaat medyasının başına gelenler ise medya tarihinde hatırı sayılır bir yer kaplayacak düzeyde trajiktir. Kanaltürk, Bugün gibi yayın organlarının sahibi Koza Holding’e yönelik düzenlenen operasyonla, TMSF’nin bürokratik işlemlerine dahi tenezzül edilmeyerek, direkt olarak şirketlerin başına kayyum atanmıştır. Yani iktidar, kendisine karşı yayın yapan medya kuruluşlarına doğrudan el koymuş, gazete ve televizyonların başına kendi adamlarını yerleştirmiş, bir gün önce iktidarı topa tutan gazete, bir gün sonrasında iktidarı öven bir gazete haline gelmiştir. Bu, artık iktidarı eleştirenlerin nasıl bir karşılık alacaklarını da gösteren simgesel bir olaydır aynı zamanda. Güç büyüdükçe, yöntemler basitleşmiştir. Terörü finanse etme ve terör propagandası en basit suçlamalardandır ve Beyaz’ın dahi terör propagandası ile soruşturulduğu bir ortamda bütün medya tehlike altındadır.
 
Barry Levinson’un 1997 yapımı Başkanın Adamları (Wag The Dog) filmi, ABD başkanının küçük bir kızla ilişkiye girmesinin yarattığı sansasyonu dindirmek için bir medya uzmanının (spin doctor) hayali bir savaş üretmesini ve medyanın bütün dikkati bu savaşın üzerine çekmesini anlatır. Bir ülkeyle savaşa girme yalanı büyük bir yalandır ve bu yalanı sürdürmek için hiçbir masraftan kaçınılmaz. Aslında Türkiye medyasının güncel hali de bu filmin hikayesinden pek farklı değildir. Büyük bir medya gücüne sahip olan, sahip olamadıklarını sindiren AKP-Saray iktidarı, bu iş için özel olarak istihdam edilen danışmanlar eliyle gündemi belirlemektedir. Mütemadiyen aynı manşetle çıkan gazeteler dışında, Barış İçin Akademisyenler’in Erdoğan tarafından inatla hedef alınmasının öncesinde Yeni Şafak, Akşam ve Akit gibi mecralarda manşetten hedef gösterilmesi, Erdoğan’ın siyasi manevralarıyla, gazetelerin gündemlerinin aynı kalemler tarafından düzenlendiğini kanıtlıyor (17-25 Aralık sürecinde birçok gazetenin manşetine bizzat Bilal Erdoğan’ın karar verdiği ortaya çıkmıştı zaten). Aynı yerden aldıkları emirleri, aynı dille aktaran bu devasa medya toplamının karşısında gerçek muhalif medyanın sesi ise duyulamıyor. Bir şekilde sesini duyurmayı başaran Can Dündar ve Erdem Gül gibi örnekler ise 2 kez müebbet hapis cezasıyla karşı karşıya kalıyor.
 
Durum medya cephesinde de iç açıcı değil. Ancak işçi sınıfının ve ezilenlerin ihtiyacının burjuvazinin farklı cephelerinin sahte muhalif medyası olmadığı da aşikar. Bu medya düzenine karşı bizi güçlendirecek şey örneğini Gezi’de gördüğümüz aşağıdan/sokaktan bir medya eleştirisi ile kendi alternatif/radikal medya mecralarımızı oluşturmamız.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Ocak-Şubat 2016 tarihli 17. sayısında yayınlanmıştır)