Stefo Benlisoy – Son yirmi yılda iklim değişimine ilişkin resmi ağızların verdiği onca söze, yapılan zirveye ve açıklamaya karşın bir arpa boyu yol alınamadığı gibi insanlık ve canlı yaşamının kendisi giderek hızlanan biçimde uçuruma sürükleniyor.

Guardian gazetesinin önceki gün verdiği habere göre dünyanın en zengin ülkelerinin liderleri yoğun biçimde eleştirilse de küresel iklim değişimine ilişkin mevcut yegâne uluslararası anlaşmayı oluşturan ve 2012’de süresi dolacak Kyoto anlaşmasının yerini alacak anlaşmanın ana hatlarının 2016 yılında belirlenmesi ve uygulamaya da ancak 2020 yılında geçilmesi noktasında anlaşmış durumdalar. Bu cinai karar neticesinde artık iklim değişikliğini “kontrol edilebilir” bir düzeyde tutması beklenen iki derecelik bir artışla sınırlama hedefi fiilen ortadan kalkmış durumda.

İklim değişimi sorununa ilişkin Taraflararası Konferans (COP) sürecinin fiyaskoyla sonuçlanmasının ardından, bu sene Güney Afrika’nın Durban kentinde 28 Kasım – 9 Aralık tarihlerinde yapılacak  konferansın hemen öncesine denk gelen bu karar dünya tarihsel önemi haiz.

İklim değişimini kontrolden çıkmaması için küresel ısınma sonucu yeryüzü ortalama sıcaklığındaki artışın endüstri öncesi dönemden iki derece oranında bir yükseklikte sınırlandırılması uzun zamandır hiç olmazsa kâğıt üzerinde benimsenen bir hedef haline gelmişti.

Yeryüzü iklim sistemi birçok doğal sistem gibi doğrusal olmayan bir sistem. Kapitalizmin sürdürülemez üretim ve tüketim biçiminin atmosferin bileşiminde sera etkili gazların oranını hızla arttırarak sağladığı iklim değişiminin, bir süre sonra okyanuslarda depolanmış karbondioksit ve metan gazlarının atmosfere karışması tehlikesi gibi pozitif geri besleme mekanizmalarının devreye girmesiyle kontrolden çıkması olasılığı ciddi endişe yaratıyor.

Böylesi bir gelişme yeryüzü sıcaklığının içinde bulunduğumuz yüzyıl sonunda çok daha üst seviyelerde sabitlenmesi anlamına gelecek. Halihazırda yeryüzü ortalama sıcaklığı endüstri öncesi dönemden 0,8 derece daha yüksek. Dolayısıyla belirlenen bu hedefi aşmamak için 1,2 derecelik bir artışın üzerine çıkmamayı sağlayacak küresel bir emisyon indirimine gidilmesi gerekmekte. Üstelik son zamanlarda yapılan birçok çalışma iklim krizinin kontrolden çıkmasını engelleyebilmek için endüstri öncesi dönemden artışın 1,5 dereceyle sınırlandırılması gerektiğini ortaya atmış durumda.

Dönülmez nokta

İklim krizi karşısında en önemli uluslararası yapıyı oluşturan Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli (IPCC) iklim değişiminin kontrolden çıkmasını engellemek için gelişmiş ülkelerin 2020 yılına kadar sera etkili gazların salımında yüzde 40 azaltıma, 2050 yılına kadarsa gelişmiş ülkelerin yüzde 85 ile 95 arasında bir azaltıma gidilmesini salık vermekteydi.

Dolayısıyla ABD, AB ve Japonya gibi ülkelerin liderlerinin 2020 yılına kadar bekleme yönelimi bu hedefi büyük ölçüde geçersiz kılmış durumda. Dahası birçok bilim insanı halihazırda IPCC’nin öngörülerinin oldukça muhafazakar olduğunu ve iklim değişiminin kontrolden çıkmasını sağlayacak kritik eşiğe neredeyse varmış bulunduğumuz uyarısını yapmaktalar.

Gerçekten de iklim krizinin etkilerini kontrolden çıkaracak eşik noktasını aşmamak için alınması gereken ciddi önlemler geciktikçe yeryüzündeki canlı hayatının bu krizde ödeyeceği bedelin ağırlığı artıyor. Kaybedilen her an krizin geri döndürülemez bir noktaya varmasına neden oluyor. Üstüne üstlük emisyon indirimine ilişkin söylenen şaşalı sözlere rağmen rakamlar her geçen senenin sera etkili gazların salımında yeni rekorlara imza atıldığını gösteriyor. Son olarak 2010 yılına ait rakamlar 2009 yılına göre küresel ölçekte yüzde altıyı aşan bir emisyon artışına işaret etmekte.

Sözün özü son yirmi yılda iklim değişimine ilişkin resmi ağızlar tarafından verilmiş onca söze, yapılan onca zirveye ve açıklamaya karşın bir arpa boyu yol alınamadığı gibi insanlık ve canlı yaşamının kendisi giderek hızlanan biçimde uçuruma sürüklenmeye devam ediyor.

Gelişmelerin bir on yıl boyunca bu tempoda devam etmesi demek IPCC’nin en kötü senaryosunun gerçekleşmesi olasılığını oldukça yükseltiyor. Bu senaryoya göre hızlı bir emisyon azatlımı gerçekleşmezse yüzyıl sonunda yeryüzü ortalama sıcaklığında dört derecelik bir artışın gerçekleşmesi oldukça muhtemel.

Bu düzeyde bir artış ise sayısız canlı türünün ortadan kalkmasına yol açmanın yanında tarımsal verimlilikte aşırı düşüşlere, zaten halihazırda büyük basınç altında olan temiz su kaynaklarında ciddi tükenişlere, kuraklık ve aşırı yağışlar sonucu sellerin oluşması gibi uç meteorolojik olayların sayısında büyük artışlara ve okyanus seviyelerinde her yirmi senede bir neredeyse bir metreye varan artışlar anlamına gelecek.

İklim değişiminin olası etkilerini araştıran Mark Lynas’a göre yeryüzü ortalama sıcaklığında dört derecelik bir artış insanlığın bu değişime uyum sağlama kapasitesini epey zorlayacak. Dört derecelik bir artışın ne anlama gelebileceğini betimlemek için böylesi bir sıcaklıkta 40 milyon yıl sonra ilk defa kutupların buzlardan azade olacağı bir yeryüzünü gözümüzün önüne getirmek yeterli.

Sonuç: Somali’de kuraklık, Tayland’da sel

Böylesi bir durumda kesinlikle bildiğimiz dünyanın yerinde yeller esiyor olacak. Tüm bunların yanına, halihazırda yeryüzündeki tüm ekosistemlerin sermayenin emek ve doğa üzerindeki tahakkümünü derinleştirmesiyle giderek daha ciddi tahribat altında olması sonucu yeryüzünün kendini düzenleme kapasitesinin ciddi hasar gördüğünü eklersek, bilançonun ağırlığını düşünmek bile ürkütücü.

Fakat öyle anlaşılıyor ki kapitalist-emperyalist sistemin merkez ülkelerinin liderleri kollarını kavuşturup özellikle dünya yoksullarının ve sayısız canlı türünün uçuruma yuvarlanmasını seyretme niyetindeler. İklim krizinin bedelini Somali’de kuraklık sonucu oluşan kıtlık ya da Tayland’da seller nedeniyle daha şimdiden ödemeye başlayan dünyanın yoksullarına ise dizginsiz piyasanın, serbest girişimin, fosil yakıtlardan süper kârlar elde eden çokuluslu enerji şirketlerinin yapacakları yenilenebilir enerji yatırımlarının, mucizevi bir yeşil teknolojik gelişmenin soruna bir çözüm bulacağı beklentisiyle şimdilik avunmak düşüyor.

Ne söylenirse söylensin artık bu kararla mevcut küresel sistemin iklim krizinin çözümüne ilişkin hiçbir ahlaki ve siyasal meşruiyeti kalmamıştır. Bu cinai kararı alanlar insanlık ve tüm canlı yaşamına bir gün hesap verecekler. İnsanlığa ve canlı yaşamına karşı işlenmiş en büyük suçlardan birisiyle karşı karşıya olduğumuz aşikâr.

Son otuz yılda neoliberal karşı reformlarla toplumsal yapıları daha da kırılganlaşan dünyanın yoksullarının iklim krizinin bedelini ödememeleri için küresel eşitlik ve adalet ilkeleri çerçevesinde oluşacak ve her türlü yanılsamaya karşı kapitalizmin ekolojik olarak düzeltilemez olduğunu ısrarla savunacak bir iklim adaleti hareketini inşa etmek ve geliştirmek gerekiyor. Bizi hızla sürüklenmekte olduğumuz uçurumdan kurtaracak yegâne şeyin de böylesi bir hareket olacağı açık. (SB/HK)