Ethem Yenice –

 

Her şey, 11 Ocak 2016 tarihinde çeşitli üniversitelerden 1128 akademisyenin, Barış için Akademisyenler (BAK) adıyla, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bir bildiriyi imzaladıklarını duyurmasıyla başladı. 7 Haziran 2015 seçimleri sonrası düzenlenen provokasyonların ve bu tertiplerin ardından başlayan çatışma sürecinin kendisine oy olarak yansıdığını görenlerin, 1 Kasım seçimleri için şiddetin dozunu arttırması ve bu seçimlerde hayalindeki vekil sayısına ulaşamayan ayın odağın, hedefine ulaşana kadar kaos planını devreye sokması ülkeyi kan gölüne çevirmişti. Sürekli kötü ve uzak bir örnek dönem olarak işaret edilen 90’ların her anlamda aşıldığı bir ortamda, akademisyenler, AKP devletine hukuku ve insan haklarını hatırlatmak gereğini duymuştu, ancak bu girişim beklenmedik sertlikte bir cevapla karşılandı.
 
Ankara’da ve İstanbul’da düzenlenen basın toplantılarının hemen ertesi günü, Yeni Şafak ve Yeni Akit gibi havuz organları tarafından manşetten hedef gösterilen akademisyenler, sabah saatlerinde Sultanahmet’te IŞİD’li bir canlı bombanın sivil insanları hedef almasının hemen ardından, Erdoğan tarafından ülkenin ana gündemi haline getirildi. Akademisyenleri cahil, müsvedde ve müstemleke olmakla suçlayan Erdoğan, YÖK’ü ve yargıyı gereğinin hemen yapılması için göreve çağırdı. Çok geçmeden bu çağrılara Ülkücüler ve Sedat Peker gibi karanlık isimler bol kanlı ve fantezili tehditleriyle destekte bulundu, akademisyenlerin odalarına tehdit mesajları asıldı, Kocaeli ve Bolu’da akademisyenler gözaltına alındı, evlerinde arama yapıldı.
 
O günden bugüne, akademisyenler, başta Erdoğan olmak üzere, AKP’li yöneticiler ve AKP medyası tarafından hedef gösterilmeye devam edilirken, akademisyenlerin 38’i işten atıldı, 7’si istifaya zorlandı, 29’u uzaklaştırıldı, 158’i hakkında adli, 532’si hakkında ise idari soruşturma başlatıldı. Vakıf üniversitelerinin yanında Bartın, Mersin, Zonguldak, Artvin gibi illerdeki devlet üniversiteleri imzacı akademisyenler hakkında kamu görevinden çıkartma cezası verdi.
 
Ancak baskının zirve noktasına ulaşması, akademisyenler Esra Mungan, Muzaffer Kaya ve Kıvanç Ersoy’un tutuklanmasıyla oldu. 10 Mart Perşembe günü Eğitim-Sen’de düzenlenen basın toplantısında, açıklamanın okunduğu masaya oturan dört akademisyen, dört gün sonra gözaltına alındı ve terör örgütü propagandası yapmak suçundan tutuklandı. Mahkeme, terör örgütü propagandasına kanıt olarak, bildiride devletin katliam yaptığının belirtilmesini, ancak örgütten hiçbir şekilde bahsedilmemesini sundu. Türkiye tarihinde ilk defa bir grup insan söylediklerinden dolayı değil, söylemediklerinden dolayı cezalandırılıyordu. Akademisyenleri, kendi rızalarıyla gittikleri adliyede “kaçma şüphesi” gerekçesiyle tutuklayan mahkeme, hakkında yakalama kararı olduğunu bilmesine rağmen Fransa’dan ülkeye dönen Meral Camcı’yı da aynı gerekçeyle tutukladı. Sadece basın açıklamasını okudukları için hedefe konulan bu akademisyenlerin tutuklanması hem yargının Erdoğan’a bir biat gösterisiydi, hem de diğer imzacı akademisyenlere verilen bir gözdağıydı.
 
Söylemeye gerek bile yok ki, bütün bu adli/idari soruşturmalar ve cezalar tamamen hukuksuzdur. Burjuva hukukunu bir kenara bırakalım, Türkiye’nin yasaları ve teamülleri bile hiçe sayılmaktadır. İlgili yasalarda aksi açıkça belirtilmesine rağmen, akademisyenler bütün memurların bağlı olduğu 657 no’lu yasanın disiplin maddeleriyle soruşturulmakta; “terör örgütü propagandası yapmak” suçunu tanımlayan maddede yer alan “şiddeti meşrulaştırmak” ve “şiddeti teşvik etmek” unsurları bildiride yer almamasına rağmen akademisyenler bu suçla yargılanmaktadır.

 
Barış için Akademisyenler
 
Barış için Akademisyenlerin bu bildirisi, bölge illerinde yaşanan yıkımın batı cephesindeki en güçlü dillendirilişi oldu şüphesiz. Akademisyenlere yönelik baskının da etkisiyle, bildirinin açıklanmasının ardından birkaç hafta Kürt Sorunu’nun geldiği yer ve AKP’nin politikaları tartışıldı. Bunun getirdiği politik heyecanla, Barış için Sinemacılar, Barış için Edebiyatçılar gibi girişimler ortaya çıktı ve bütün bunları bir araya getiren Barış için Herkes inisiyatifi, İstanbul ve Ankara’da geniş toplantılar düzenledi. Ancak, ne yazık ki, bütün bu heyecan kısa sürede yerini yılgınlığa, BAK cephesinde ise savunmaya geçme ve içine kapanmaya bıraktı (silahların konuştuğu yerde başka türlüsü mümkün müdür, tartışılır).
 
Savaş iktidarının güçlü bir saldırısıyla karşılaşan BAK, ilk olarak toplantılar düzenleyerek komisyonlar oluşturdu. Yaşanan baskıyı uluslararası akademik kamuoyuna duyurmak, bütün imzacıların hukuki süreçlerini takip etmek, işten çıkartılan akademisyenlere destek olmak gibi görevlerle kurulan komisyonlar BAK sürecinin bel kemiğini oluşturdu. Özellikle uluslararası kamuyonun desteği bu süreçte ön plana çıktı. Avrupa’nın ve ABD’nin önde gelen akademi kuruluşlarıyla dünyaca tanınmış bilim insanları yazdıkları bildirilerle barış akademisyenlerine desteklerini sundu.
 
Diğer komisyonların etkin çalışmasıyla bütün imzacılar hukuki desteğe ulaştı, onlarca hukuki görüş yazısı hazırlandı, baskıya uğrayanların istatistikleri düzenli bir şekilde takip edildi. Ancak, ilk haftalarda daha kalabalık bir şekilde yürütülen bu örgütlenme süreci baskının artmasıyla kan kaybetti. Barış talep eden bu kampanya, ifade özgürlüğünün savunulması noktasına geriledi.

 
Amaç: AKP tipi akademi
 
Bu bildiri Erdoğan tarafından hedef alınmasaydı, bu soruşturmaların da, tutuklamaların da olmayacağı herkes tarafından biliniyor. Türkiye’nin batı yakasının barış için en güçlü sesinin bu bildiri olması, bini aşkın akademisyenin bu bildiriye destek vermesi iktidarı mutlaka rahatsız etmiştir, ancak iktidar bu bildiriyi, temel olarak, yıllardır düşündüğü akademide tasfiye planlarının bir aracı olarak kullandı/kullanıyor. Bu bildiri ortaya çıkmazdan evvel memurların yasal düzenlemelerinde hazırlanan değişiklikler, kamu çalışanlarının kolayca işten atılmasını, örneğin akademisyenlerin işten atılmasının rektörlerin inisiyatifine bırakılmasını öngörüyordu.
 
Türkiye’nin hemen hemen bütün kurumlarını çeşitli operasyonlarla ele geçiren Saray iktidarı için üniversiteler hâlâ muhalefetin üretildiği, iktidarın akıldışı siyasi planlarının eleştirilebildiği rahatsız edici yerlerdir. ODTÜ özelinde yıllardır hedef alınan öğrenci muhalefeti büyük oranda etkisizleştirilmiş, ülke genelinde başarılan siyasetsizlik operasyonu ile sosyalist sol sokakta ve üniversitelerde güçsüzleştirilmiştir. Sosyalist öğrenci hareketinin bir çıktısı olarak görülebilecek olan sol akademisyen çevre ise varlığıyla hâlâ bir tehdit oluşturmaktadır.
 
AKP’nin her şehirde bir üniversite açması ve buraları diplomasını alan her AKP’liyi akademiye alarak kendi kadrolarıyla doldurması, sol/demokratların akademisyenlerin toplamı içerisindeki oranını azaltsa da, yine de en çok sesi çıkanlar bu akademisyenlerdir. “Devletin parasını yiyip devleti suçlamak” gibi klasik muhafazakâr sağ söylemlerle hedefe oturtulan akademi, aynı zamanda halkla da karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Sabahattin Zaim Üniversitesi rektör yardımcısının dediği gibi AKP ve AKP tipi akademi halkın cahil olanını, kolay manipüle edilebilinenini tercih eder. Halkı cahil bir kitle kategorisine koyarak konuşan bu dil, bir başka cahilliğin ürünüdür aslında. AKP de akademisyenin cahilini ister. Maaşını alıp susacak, kırk yılda bir yaptığı yayınlarda suya sabuna dokunmayan konuları, acemice ve intihalle dolduracak akademisyen tipi, AKP tipi akademinin belkemiğini oluşturur. Nazi döneminin henüz başında, Hitler’in deli saçması siyasi projelerine biat eden, lidere bağlılıklarını bir bildiriyle açıklayan ve Alman Üniversitelerindeki tasfiyeleri sevinçle karşılayan akademisyenler, AKP tipi akademinin mensuplarına örnek oluşturuyor. Böyle bir tahayyülde, ülkesinin en önemli sorunlarından birisi hakkında görüş bildiren, çalışmalar yapan ve devletin politikalarını eleştiren bir akademisyene tabii ki yer yok.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2016 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır)