Cinzia Arruzza –
 
1970’de Christine Delphy yeterince kısa bir deneme kaleme aldı: ‘Baş Düşman’. Delphy patriyarkal üretim biçiminin varlığını, kapitalist üretim biçimiyle örtüşmemesini ve  aralarındaki ilişkiyi kuramlaştırıyordu. Delphy, ev kadınlarını ekonomik bir terim olarak bir sınıf olarak tanımlıyordu.
 
Dokuz yıl sonra Heidi Hartmann, patriyarka ve kapitalizmin iki özerk fakat tarihi nedenlerle birbirine geçmiş  sistemler olduğu tezini destekleyen ‘Feminizm ile Marxizm’in mutsuz evliliği’ adlı bir makale yayınladı. Hartmann’a göre, kapitalist birikim yasaları iş gücünün cinsiyetine duyarsızdı ve eğer kapitalizm işgücü dağılımında hiyerarşik ilişkiler kurmaya ihtiyaç duyuyorsa, ırkçılık ve patriyarka kimin hiyerarşik pozisyonları, nasıl dolduracağını belirlerdi.
 
Bu hipotez ‘İkili sistem teorisi’ adını aldı. 1990’da ‘Patriyarkayı Kuramlaştırmak’ ile Sylvia Walby bu ikili sistem teorisine bir üçüncüyü, ırksal sistemi ekledi ve patriyarkayı altı yapıdan oluşan değişken bir sosyal ilişkiler sistemi olarak önerdi: Patriyarkal üretim biçimi, çalışma ile ücret arasında, cinsellikte, devlette, kültürel yapılarda patriyarkal ilişkiler ve erkek şiddeti. Bu altı yapı karşılıklı olarak özerklerdir ve ayrıca özel ve ya kamusal olabilirler. Daha yakın zamanda ise Danièle Kergoat patriyarkal, sınıfsal ve ırksal ilişkilerin niteliği hakkında bir teori öne sürdü: Sömürü ve egemenlik kurma temeline sahip ve bu yüzden birbiriyle kesişen ama aynı zamanda Hristiyan üçlüsünün parçaları olan üç ilişki sistemi.

 
Tek bir tanım yok
 
Bu kısa yazar ve metin özetindekiler patriyarkal ve kapitalist sistem arasındaki kesişimi kuramsallaştıran ve birini diğerinden ayıran tek örnekler değil. Başka örnekler de var fakat bu örnekleri aralarındaki daha anlaşılır ve daha sistematik ve kapsamlı olanlarla kısıtlamaya mecburum. Bundan önce de bahsetmeye fırsatım olduğu gibi, tartışmadaki zorluk patriyarkanın tanımından ileri geliyor. Patriyarkanın tek bir tanımı yok daha çok bazılarının birbiriyle uyuştuğu bazılarının ise çeliştiği birden çok önermelerin birleşimidir. Tamamını analiz etmeden, şimdilik erkeklerin kadınlar üzerinde sömürü ve egemenlik kurdukları hem maddi hem de kültürel ilişkiler sistemi olarak anlaşılan bir patriyarka konsepti üzerinde çalışmayı öneriyorum. Kendi mantığı içinde tarihi değişimlerin nüfuz etmesine açık ve kapitalizmle ilişkisi devam eden bir sistem bu.
 
Bahsi geçen sorunları bu tarihi yaklaşımla analiz etmeden önce, sömürüyü tanımlamak ve bazı ayrımları yapmak gerekiyor. Sınıf ilişkileri bakış açısından, sömürü çalışan sınıfların ürettiği artık değere başka bir sınıfın yararına el koyma süreci veya mekanizmasıdır. Bu ücret veya çalışmayla üretilene el koyma mekanizmalarıyla oluşabileceği kadar, serflerin otorite ve baskı uygulayan feodal lordları tarafından zorlandıkları angaryalarla da oluşabilir. Kapitalist sömürü, marxist bir tanım olarak kapitalistin yararına işçi (kadın ya da erkek) tarafından üretilen artık değerin ayıklanması biçimini alır. Genel olarak kapitalist sömürüden bahsedebilmek için, ticaret eşyalarının üretimi, soyut çalışma, sosyal olarak gerekli çalışma zamanı, ücret ve değer olmalıdır.
 
Açıkçası, diğer varsayımları özellikle de gerçek toplumun işçi ve post-işçi gelenek tarafından korunduğu varsayamını bir kenara bırakıyorum. Bu konuyla ve sonuçlarıyla cinsiyet ilişkilerinin içine katmak için yüzleşmek başka bir makaleyi gerektirir. Temel olarak, artık değerin gasp edilmesi, üretilen sosyal zenginliğin kaynağı ve dağıtımı mekanizmalarının olduğu Marx’ın Kapital’inin gizemidir.
 
Artık değeri gasp etme anlamında bir sömürü kapitalist toplumun içimde varolan sömürüyle aynı biçimde değildir: daha basit hale getirmek için, üretici olmayan (değerler anlamında) bir sektörde istihdam edilmiş birisi de tam olarak aynı artık değer gaspına maruz kalabilir. Bir satıcının ücreti, hayat ve çalışma koşulları üretim tezgahındaki işçiye göre pekala daha kötü olabilir. Kaldı ki geçmişteki çoğunlukla ekonomist eğilimlerin ve yanlış anlamaların ötesinde dikkate almak gerekir ki politik süreçlerin nesnelleştirilmesi açısından üretken ve üretken olmayan emek ayrımı (üretim değeri ya da artık değer anlamında) neredeyse alakasızdır. Açıkça konuşmak gerekirse, çalışma süreçlerinin bölüşüm ve düzenlenme biçimleri ve mekanizmaları çok daha önemlidir.

 
İlk sorunsal
 
Eğer patriyarkayı bir sömürü sistemi olarak tanımlarsak, bunu, sömüren ve sömürülen bir sınıfın ya da başka türlü ifade edecek olursak gasp eden ve gasp edilen bir sınıfın olduğu mantığı takip eder. Peki bu sınıfları kimler oluşturur? Cevap şunlar olabilir: Tüm kadınlar ve erkekler ya da bazı kadınlar ve bazı erkekler (mesela Delphy’nin bahsettiği durumda ev kadınları ve ailelerinin yetişkin erkek üyeleri). Eğer patriyarkayı kamusal bir ortamda ele alacaksak, sömüren ve gasp eden burada devlet olacaktır. Feminist uvriyerizm (işçicilik) ev içi çalışmanın kapitalist sömürüsü nosyonunu uygular, ama onların pozisyonu Delphy’nin makalesindeki bağlamda kabul edilemez, çünkü onlara göre, ev içi çalışmanın asıl gasp edeni sermayedir, yani patriyarka sömürünün özerk bir sistemi değildir.
 
Oysa Delphy’nin çalışmasında ev kadınlarının bir sınıf olduğu ve maskülen yakınlarının (özellikle eşlerinin) sömüren sınıf olduğu hipotezi sadece tamamen birbirine bağlı değildi aynı zamanda kendi uç sonuçlarını da içinde taşıyordu. Mantıken, göçmen bir işçinin eşiyle Berlusconi’nin eski eşi Veronica Lario’nun aynı sosyal sınıfta olduğu anlamına geliyor: ikisi de kullanım değeri üretiyor (tek bir örnekle salt ve basit bir emek, daha genel olaraksa örneğin bazı sosyal konumların temsiliyeti, resepsiyonlar düzenlemek) ve köle doğasındaki sömürü ilişkisinde emeklerini sunarak kocalarıyla kendi finansal bakımlarının takasını yaptıkları anlamına geliyor.
 
Baş Düşman’da Delphy ayrıca patriyarkal sınıfdaşlığın, kapitalist sistemdeki sınıfdaşlıktan daha yukarıda olduğunu söyler. Yani Veronica Lario ile göçmen işçinin karısı arasındaki dayanışma, göçmen işçinin karısı ile kocasının ya da kocasının sınıfındaki diğer işçilerin dayanışmasından öncelikli olmalıdır (ve bu dayanışmanın, Veronica Lario ile golf kulubünden arkadaşları arasındaki sınıf dayanışmasından daha öncelikli olması gerektiği aşırı iyimserlik olur). Sonuçta, Delphy’nin çalışmasının politik uygulaması teorisinin analitik sınırları içinde en çok öne çıkan mantıki sonuçlarıyla açık bir şekilde uyuşmazlık içindedir.
 
Başka bir deyişle, eğer erkek ve kadınları (başka bir biçimde de olabilir) sömüren ve sömürülen iki sınıf olarak tanımlarsak, menfaatleri karşılıklı olarak çatışmada olan iki uzlaşmaz sınıfın uyuşmazlığıyla karşı karşıya olduğumuz sonucuna gelmek zorundayız. Peki o zaman bu erkeklerin bedeli ödenmemiş kadın emeğinden memnun olduğu ve avantaj sağladığını inkar mı etmeliyiz? Hayır, çünkü bu maalesef birçok Marxistin kendi uç zıtlarına karşı ulaştığı muhakemeyle simetrik bir hata olur. Açık bir şekilde akşam sıcak bir yemek hazırlayabilecek birine sahip olmak bir ayrıcalıktır ve bir çalışma gününün sonunda tencere tavayla uğraşmaktan çok daha münasiptir. Erkeğin bu ayrıcalığa sıkı sıkı tutunmaya meyili tamamen ‘doğal’dır. Kısaca, cinsler arasında erkeklerin ayrıcalıkları ele geçirmesi ve daha iyi konumdaki sınıf olması üzerine kurulu egemenlik ilişkileri ve sosyal hiyerarşi inkar edilemez.
 
Bununla birlikte, bu kendiliğinden sınıflar arası bir antagonizmin olduğu anlamına gelmez. Başka bir varsayım üzerine çalışabiliriz: Kapitalist bir toplumda, bakım işinin tam ya da kısmi bir şekilde özelleştirilmesi yani aile (yalnız çocuklu kadınları da kapsayacak şekilde) içinde yığılması, refah devleti ya da başka bir biçimle bakım işinin geniş ölçekli toplumsallaşmasının yokluğu; tüm bunlar iş yükünün piyasanın ve kurumların dışında, özel bir alan içinde güvence altına alınmasını belirlemektedir. Cinsiyetlerin baskı ve tahakküm ilişkileri iş yükünün dağıtılacağı yol ve oranları belirler, bu da dengesiz bir dağıtımla sonuçlanır: kadın daha çok çalışır, erkekse daha az. Fakat burada bir ‘artıkdeğer’ sahibi olduğu anlamına gelmez.
 
Tersine dair bir kanıt var mı? Akli küçük bir deneyim yeterlidir. Bir erkek, ev işlerinin eşi tarafından değil de tamamen toplumsal bir şekilde yapılması durumunda, emeğin dağıtımı anlamında hiçbir kayba uğramayacaktır. Dolayısıyla, yapısal olarak uzun vadede menfaatlerin uyuşmazlığı da söz konusu değildir. Yine de erkeğin bunun farkında olduğu anlamına gelmez bu durum. Erkek ev işlerinin toplumsallaşması ya da karısının özgürlüğüyle ilgili her tür girişimle doğal olarak çelişen erkek üstünlüğü fikri üzerine kurulu, narsizmin çeşitli biçimlerinde geliştirdiği seksist kültürü yine de inşa edebilir. Öte yandan kapitalistin, üretimin toplumsallaşmasında kaybedeceği şeyler vardır, sadece dünyanın nasıl işlediğiyle ilgili inancı değil ama aynı zamanda proleterleri mutlulukla zenginliğinin kaynağı olarak istimlak edişini de kaybedecektir.

 
İkinci sorunsal
 
İkinci sorunsal günümüzde gelişmiş kapitalist toplumlarda patriyarkal sistemlerin bağımsız olduğunu iddia eder ki bu çok zor konu üreticisini şu soruyu cevaplamaya iter: Niçin bu sistem kendi kendini sürekli olarak yeniden üretiyor? Neden vazgeçmiyor? Eğer bu bağımsız bir sistemse, sebebi içsel ya da dışsal olmalı. Kapitalizm mesela bir üretim biçimi olduğu kadar, sosyal ilişkiler sistemiyse, bu mantık tespit edilebilir ve tanınabilir: Marx’a göre bu, değerin ‘değerlendirilmesi’ sürecidir. Elbette, değerin değerlileştirilmesi sürecini kimin yönettiğini tanımlamak kapitalizm üzerine her şeyin söylenmiş olduğu anlamına gelmez. Bu kalbin anatomisini ve çalışmasını açıklamanın insan bedeninin anatomisini açıklamaya yettiğini iddia etmeye benzer. Kapitalizm kapsamlı şeylerin bir bütünüdür. Bununla birlikte, kalbi ve kalbin çalışma tarzını anlamak bana temel bir analitik gereklilik gibi geliyor.
 
Bu noktada patriyarkal ilişkiler üretim ilişkilerinin düzenlenmesinde ( kim üretecek, nasıl, kim ne alacak, üretim şartlarının yeniden üretimini kim sağlayacak, vb.) doğrudan bir rol oynarlar, patriyarkal sistemi harekete geçireni anlamak son derece kolaydır. Mesela patriyarkal aile, tarım toplumunda doğrudan temel üretim birimine tekabül eder. Öte yandan, kapitalist toplumda nerede patriyarkal ilişkiler emeğin dağılımında rol oynarken üretimi doğrudan düzenlemez, nerede aile özel alan ve üreme fonksiyonuna sürülür anlamak daha karmaşıktır.
 
Gelinen bu noktada, ya Delphy ve maddeci feministler gibi günümüz patriyarkasını üretimin özel bir biçimi olarak ya da hiç değilse bir sömürü ilişkileri takımı gibi tanımlayacağız, fakat o zaman bahsi geçen ilk probleme geri dönmüş oluruz. Bunun ötesinde, geriye çok az muhtemel olasılık kalıyor.
 
Daha önce geliştirilen bir hipotez patriyarkanın bağımsız ideolojik bir sistem olduğu üzerineydi, bunun yüklenicisi ise anlamların ve dünyanın yorumlanmasının üretim süreciydi. Fakat bu bizi başka sorunlarla karşılaştırır: eğer ideoloji yaşam koşullarımızı ve bu koşullarla aramızdaki ilişkiyi yorumlama biçimimizse, o zaman ideoloji ve sosyal yaşam koşullarımız arasında bir bağ olmalıdır. Kesinlikle mekanik olmayan bir bağ, ne kendiliğinden, ne de kendine has. O zaman bu bağ başka türlü muhakkak varolmalı, yoksa ideoloji ve kültürü tarih dışı ve fetiş bir halde kavrama riskine düşeriz. Günlük hayatta ve iki yüzyıldır sosyal ilişkilerde kapitalizm tarafından geliştirilen inanılmaz dönüşümlerine rağmen, patriyarkal sistemin ideolojik ve sürekli kendi kendini üreten bir sistem olarak anlaşılması bana çok ikna edici gelmiyor. Başka bir hipotezse patriyarkal sistemin asıl lokomotifinin psikolojik olduğu yönünde, fakat bu durum da insan doğasını tarih dışı ve fetişist bir bağlama konması riskini taşır.

 
Son sorunsal
 
Patriyarkal sistem, ırksal ilişkiler ve kapitalizm birbirinden bağımsız üç sistem olduğu kadar birbiriyle sürekli çakışan ve birbirini güçlendiren sistemlerdir. Bu durum içinde ‘bu kutsal birlikteliğin’ mantığı ve temel düzenleyicisinin ne olduğu sorusu ortaya çıkar. Kergoat’nın metinlerinde mesela, bu ilişki özdeşlik anlamında çok fazla anlatılan betimsel bir görüntü olarak kalır.  Bu sistemler ve egemenlik arasındaki çapraz ilişkiler ise tıpkı kutsal üçlü gibi bir gizem olarak kalır!
 
Bu sorunlara rağmen, ikili (yada üçlü) sistemler teorileri kendi farklı biçimleri içinde, yakın zamandaki birçok feminist teorinin dolaylı varsayımıdır. Bunun sebebi bana göre daha sezgisel ve çabuk yorumlardan kaynaklanıyor. Başka bir deyişle, gerçekliği olduğu gibi kaydetmeyle açıklanabilir. Sosyal ilişkilerin topluma, günlük hayata nüfuz eden cinsiyet ve ırk üzerine kurulu egemenlik, hiyerarşi ilişkilerine dahil olduğu çok açık. En dolaysız yorum ise tüm bu ilişkilerin tamamının özel sistemler olduğu ve nasıl ortaya çıktığı üzerine. Öte yandan en sezgisel yorumlar her zaman en doğru olacak anlamına gelmiyor.
 
Aynı şekilde, ikili ya da üçlü sistemlerin merkezindeki gerekliliğin ikna etmeyişi materyalist feminizmden öğrenilecek hiçbir şey olmadığı anlamına gelmiyor. Tersine, Delphy’nin ya da diğer materyalist feministlerin yazdıkları cinsiyetin ne olduğu üzerine olan kavrayışımızın sorunsallaştırılması, ırk ve cinsiyet arasındaki boyutlar arası geçişe dikkat çekmek açısından yorum ve önermeler içeriyor. İtalya’da bu konular üstündeki tartışmada materyalist feminizm atfedilen bazı feminist teorisyenler mesela kadın ve göç hakkında oldukça ilginç şeyler yazdılar ve farkçı feminizmle karşılaştırıldığında çok daha gelişmiş bir teorik proje ortaya koydular. Bu değerlendirmeler bazı farklarından daha çok ortak noktası olan yol arkadaşları arasındaki tartışmalar olarak ele alınmalıdır.
 
(Bu yazı Yeniyol’un Eylül-Ekim 2014 tarihli 10. sayısında yayınlanmıştır)