Savaş iki tarafta da durumun daha da ağırlaşmasına neden olmaktadır. Üç günde bitmeyecek bir çalkalanmada yeni ölümler, göçler, her tarafta baskının daha da artması karşısında, meseleleri askerileştirmeden, siyasal ve toplumsal bir çözüm arayışını sürdürmenin dışındaki yollar çıkmazdır. Emperyal güçler başta olmak üzere nüfuz peşindeki devletler Baas diktatörlüğünün işini kolaylaştırmaktan, ona meşruiyet kazandırmaktan öte bir iş yapmamışlardır sonuç olarak. Başta Suriye olmak üzere bölge halklarının siyasal ve toplumsal demokrasiye kavuşması onun bunun askeri eyleminin değil kendi mücadelelerinin ürünü olacaktır.

 

 

 Masis Kürkçügil

Afrin harekâtının basında nasıl işlenmesi gerektiğine dair Başbakan’ın bizzat yaptığı açıklamaya bakılırsa, vatandaşın hükümetin “gerçekleri” dışında bir şey öğrenmesi istenmemektedir. Bilgilenme babında olduğu gibi harekâtın mantığı ve amacı açısından da bu geçerlidir. “Rafızi” seslerin cebren ve hile ile bastırıldığı bir ortamda işin teknik yanının zaten fazla bir anlamı yoktur. Esasa değgin hususlar gidişatın belirleyicisi olacaktır.

ÖSO ile Kızıl Elma’ya

Arap isyanının başlamasından hemen sonra, Ankara’nın Esad rejimini “ılımlı”laştırma tavsiyelerinin boşa çıkmasının ardından, bir başka “ılımlı” projeye, İhvan-ı Müslimin hamiliğinde Esad rejiminin çökertilmesine girişildi. Afrin harekâtı sırasında ÖSO ile sonuna kadar gidileceğine dair resmi beyanlar bu hedeften tam da vazgeçilmediğini göstermektedir.

Şu anda Suriye’de silahlı muhalif güçler arasında çeşitli adlarla anılan El Kaide kalıntısı ve barbarlığın timsali hareketlerin gelişimi, çok yakın zamana kadar Türkiye tarafından tepkiyle karşılanmamıştır. Bugün de İdlib’de bu türden mahlukat bol miktarda bulunmaktadır. Ancak şu anda birlikte çalışılan ve bin çeşit ÖSO’dan biri olan a la turca ÖSO’nun kökenleri hakkında malumat sahibi olanlar, aralarında hayırla yad edilecek bir unsur bulunmadığını, radikal islamcılıkla paralı askerlik arasında çeşitli eğilimleri ihtiva ettiğini bilirler.

Emevi Camii’ne giderken hesapta olmayan: Kürtler

Kobani direnişi, ABD’nin Suriye’ye yerleşmesi ve en önemlisi Rusya’nın “resmi” olarak Suriye’de üslerle, hava sahasının denetimi dahil olmak üzere güç ilişkilerinde özel bir konum elde etmesi Ankara’nın uzun süre elini kolunu bağladı.

ABD ile birlikte yürütülen cibilliyeti belli, cihatçı grupları eğitme ve donatma teşebbüsü IŞİD karşısında başarısızlığa uğradı. Bunun ardından ABD’nin bu kez IŞİD’e karşı SDG-YPG güçlerini donatması ve savaşa sürmesi ve bu güçlerin IŞİD’i bölgeden temizleme başarısını göstermesiyle kartlar yeniden karılmış oldu. Böylece Mart 2011’de başlayan gösteriler sırasında Ankara ve Şam’ın hesabında olmayan bir unsur ortaya çıktı.

Emevi Camii’nde namaz kılma sevdasında olanların, cihatçı grupları -açıkça IŞİD’cileri- öfkeli gençler olarak görenlerin kendi denetimleri dışındaki bu yeni duruma intibakları zaman alacaktı.

Vekalet savaşlarından dem vuranlar aslında kendileri de bir vekalet savaşının muhatabı durumuna gelmiş durumundaydılar. Oysa hiçbir savaş kendisiyle sınırlı değildir; en önemlisi, savaş içinde savaşlar kaçınılmazdır.

Bu yeni oluşum, Ankara’nın Washington ile giriştiği Suriye macerasını ABD’siz de sürdürme sevdasının sonuçsuz kalmasından sonra bu kez ABD’ye karşı, Esad’ı ayakta tutmaya çalışan İran ve Rusya ile birlikte denmese de, onları gözeten bir politika sürdürme yollarını aramaya sürükledi.

İç ve dış politika birbirinin devamıdır

Afrin Harekâtını yaklaşan seçimlere bir giriş olarak görenler de elbette bir gerçekliğin altını çizmekte. Ancak harekât, itibarının zedelendiği (ancak yine de ikinci turda başkanlığı alma ihtimali çok yüksek olan) açık olan Erdoğan’ın bir seçim yatırımı değildir. İşin bu kısmı bir tür yan ürün olarak görülebilir. Seçim olsa da olmasa da Türkiye, hem de yalnızca Kürt meselesiyle sınırlı olmayan bir biçimde müdahale etmek durumundaydı.

Soğuk Savaş’tan sonra ABD’nin tek belirleyici olduğu dönemin kapanması ve Washington’un düzenleme gücünün zayıflamasıyla yalnızca Rusya veya Çin gibi ülkeler emperyal pozisyonlar almıyorlar. Daha ikincil konumda, emperyal olsa da olmasa da en azından nüfuz alanları edinme babında çeşitli ülkeler bir tür hegemonya peşindeler.

Bu hegemonya, “müzakere sürecinde” görüldüğü üzere “Türkiye’nin daha da güçlendirilmesi” için kendi iç Kürt meselesini çözerek, Irak Kürtlerini de dahil eden bir proje şeklinde olabilir veya bugün olduğu gibi düne kadar desteklenen Irak Kürdistanı’ndaki bağımsızlık referandumuna kökten karşı çıkarak ve Kürt koridoru diye başlayan güneydeki gelişmeyi “terör koridoru” olarak yeniden adlandırarak da yapılabilir.

Çözümsüz olan şudur: Kürtlerin talepleri karşılanmadığı sürece Ortadoğu’da hegemonya sallantıda demektir. Türkiye, Irak Kürdistanı’ndaki referandum karşısındaki tutumuyla Erbil’i, Bağdat ve Tahran’a mecbur bırakmıştır. ABD’nin de bu işten avantajlı çıktığı söylenemez.

Suriye’deki durum çok daha karmaşık bir görünüm arzetmektedir. Ankara ilk kez böylesine çok yönlü egemenlik ilişkilerinin orta yerinde bulmuştur kendisini. Hemen hemen bütün uluslararası ilişkiler pamuk ipliğine bağlıdır. Bu yalnızca Ankara’nın tercihlerinin ürünü olmayıp dönemin karakteri gereğidir de. Geçtiğimiz altı yıldaki “ittifaklardaki” köklü değişiklikler bunun göstergesi.

Suriye’de kalıcı olmaya niyetli ABD’nin YPG dışında yerleşmek için bir seçeneği bulunmamakta. ÖSO ile Esad’ı devirmeye çalışan ABD, şimdi bölgede İran’ın etkisini kırmak için YPG’ye muhtaç.

Türkiye bütün hamlelerine rağmen ABD ve Rusya’ya göre oyun kurucu konumunda değil, hatta İran’a kıyasla ikincil durumda.

Ankara hem Esad’ı hem SDG’yi sınırda istemiyor. Bu durumda ÖSO aracılığıyla buraya bir devlet(imsi) kondurma imkanına sahip olabilir mi dendiğinde, bunu (İran ve Suriye bir yana) hem Rusya hem ABD’ye rağmen yapması gerektiği düşünülürse imkansızdan da öte.

Hangi Kürtler?

Ankara’nın kendi Kürtleriyle arası limoniden öte; en az %60-70 oyla seçilmiş belediyelere atanan kayyumlar ile belediye başkanları ve milletvekillerinin içeri atılmış olmasıyla “Kürtlere” ilişkin söylenenler zerre kadar inandırıcı olamıyor. Suriye’ye de bir kayyum atamanın dışında başka bir çözüm bulmaları mümkün değil.

PYD’yi bölgedeki Kürtlerin rızası hilafına bölgeye el koyan bir örgüt olarak takdim edenler, üzerine oynadıkları ENKS’nin (Suriye’deki Kürt Ulusal Konseyi) de harekata karşı çıkması karşısında bile görüşlerini değiştirmediler. ““Bu operasyon, bir parti ya da bir tarafa karşı yapılmıyor. Tüm Kürt halkına yapılıyor” (ENKS) dendiğinde durup düşünmek gerekir.

PYD değilse kim temsil ediyor Kürtleri veya PYD’nin diğer Kürt gruplarına bir temsiliyet ambargosu koymuş olması, kendisinin zerre kadar tabanı olmadığının bir göstergesi olabilir mi? PYD’nin neyi temsil edip etmediği üzerine söylenecek olanların en basitini Sedat Ergin (23 Ocak 2018) özetlemiş: “Suriye’deki Kürtlerin başat siyasi örgütü PYD”.

Öte yandan Kobani’de IŞİD’e karşı ölüm kalım mücadelesi verilirken silahın nereden alındığının önemi yoktu ve elbette IŞİD’e karşı mücadelenin barbarlığa karşı bir mücadele olarak meşruiyeti tartışılmazdı. Bununla birlikte ABD’nin bugüne kadar kimsenin hayrına olmayan politikaları göz önüne alındığında, silah desteğinin ötesinde Washington’un bölge politikasına bağlılığın giderek tartışmalı bir durum hale geldiğini belirtmek gerekir.

PYD’nin ABD tarafından olduğu gibi en az bir o kadar rejim ve Rusya tarafından ciddiye alındığı da söylenebilir. Afrin olayında çeşitli görüşmelerin yapıldığı ve bu görüşmelerin rejimle sürdürüldüğü belirtilmekte. Öte yandan yeni kurulacak Suriye’de, Yıldırım, “şu anda geldiğimiz noktada rejim de işin bir parçası, bunu da görmemiz lazım. Yok sayamayız” derken rejimin TSK’yı işgalci gördüğünü ama YPG ile de bir biçimde görüştüğünü herhalde biliyordu.

Erdoğan’ın harekat başlar başlamaz altını çizerek söylediği “ÖSO ile zafere kadar” hedefinin Ruslar için hiçbir anlamı yok. ÖSO Rusya için yok hükmünde.

Ankara’nın ÖSO siyasi kalkanıyla meşruiyet kazanmaya çalışmasının uluslararası kamuoyundaki karşılığı YPG’nin “yerli ve milli”liğinin kanıtlanması.

Bununla birlikte Afrin veya daha da önemlisi diğer bölgelerdeki Kürt siyasal varlığının, bölgeyi kendi nüfuz alanına çevirme azmindeki –ve kendinden çok daha güçlü- devletlerle ilişkisi de giderek tartışmalı hale gelmektedir. Kendi bölgesinde yaşayan herkesi toplumsal ve siyasal hayata katma yerine iki büyük emperyal gücü kendi hayrına kullanma gayretinden bölge halkaları için hayırlı bir sonuç beklenemez.

Savaşa karşı çıkmak

1991 yılındaki Birinci Körfez Savaşı sırasında o zamanlar Refah Partisi saflarında olanların (AKP’nin kurucuları), Özal’ın “bir koyup üç alma” savaşçı pozisiyonuna karşı, savaş karşıtı söylemlerine bakıldığında bugün kat edilen mesafe ilginçtir. 1 Mart 2003 tezkeresi döneminde de rahatlıkla yapılan eleştirilerin zerresi bugün “vatan hainliği” ile mahkûm edilmektedir. Şam’daki Emevi Camii’nde namaz kılmanın “vatanseverlik” babında ne anlama geldiğini anlamadan şimdi de ÖSO öncülüğünde Suriye’nin toprak bütünlüğünün savunulması adına yapılan harekatın inandırıcılığı zayıf olduğu için akibeti bellidir. Birtakım tedip eylemlerinin dışında Kürt meselesinin çözümünden ne kast ediliyorsa o yolda da bir adım atılamaz. Suriye’nin demokratikleşmesi için çabaladığını iddia edenler önce kendi toplumlarındaki demokrasinin haline bakmalı.

Savaş iki tarafta da durumun daha da ağırlaşmasına neden olmaktadır. Üç günde bitmeyecek bir çalkalanmada yeni ölümler, göçler, her tarafta baskının daha da artması karşısında, meseleleri askerileştirmeden, siyasal ve toplumsal bir çözüm arayışını sürdürmenin dışındaki yollar çıkmazdır. Emperyal güçler başta olmak üzere nüfuz peşindeki devletler Baas diktatörlüğünün işini kolaylaştırmaktan, ona meşruiyet kazandırmaktan öte bir iş yapmamışlardır sonuç olarak. Başta Suriye olmak üzere bölge halklarının siyasal ve toplumsal demokrasiye kavuşması onun bunun askeri eyleminin değil kendi mücadelelerinin ürünü olacaktır.