Stefo Benlisoy – Bugün hepimiz şu ya da bu biçimde, bilinçli veya bilinçsiz bir ekolojik kriz döneminde yaşadığımızı hissediyor ve düşünüyoruz. Gerçekten de insanlık günümüzde doğayla girdiği ilişkide kritik bir eşikte duruyor. Bu kritik eşik gezegenimizdeki canlı hayatın ve insan uygarlığının mevcudiyetini tehdit edecek noktaya ulaşmış durumda.

Küresel iklim değişimi, biyo-çeşitliliğin hızla azalması, toprak erozyonu ve toprak bozulması, çölleşme, ozon tabakasının delinmesi, ormansızlaşma, su kaynaklarının tükenişi ve kirlenmesi, hava kirliliği, asit yağmurları, nükleer atıklar, genetik olarak değiştirilmiş organizmalar; daha uzayıp gidebilecek tüm bu sorunlar silsilesi, insanın üretim etkinliğinin yarattığı ve hem kendisine hem de doğaya yönelmiş ciddi tehditler.

Karşı karşıya bulunduğumuz ekolojik krizin yukarıda anılan bileşenlerinden kuşkusuz en önemlisi küresel iklim değişimi olgusu.1 Güneş ısısının bir kısmını tutarak doğal sera etkisine neden olan ve dolayısıyla da yaşamı mümkün kılan, başlıcası karbondioksit olan sera gazlarının, insanın özellikle endüstriyel faaliyetleri sonucunda atmosfere salınımlarının devasa boyutlara ulaşması, dünya sıcaklığında son buzul çağından bu yana meydana gelen en büyük ve en hızlı değişikliği yaratma potansiyeline sahip. İnsanlığın son on bin yıl içerisinde gerçekleştirdiği tüm atılımlar küresel iklim sisteminin “uzun yaz” olarak adlandırılan, ortalama yüzey sıcaklığının 14 derecede sabitlendiği, istikrarlı bir dönemine denk geldi. Bu istikrarlı koşullar, toplumsal üretimin örgütleniş şeklinin yarattığı etkenler nedeniyle yerini daha düzensiz ve öngörülmez bir iklim sistemine bırakıyor. Bunun ilk belirtilerini şimdiden yaşamaya başladık. Özellikle 1990’lar rekor seviyede sıcaklık artışlarına sahne olarak küresel ısınmanın etkilerini göstermeye başladığı yıllar oldu. İçinde bulunduğumuz 21. yüzyılın ilk onyılıysa kaydedilmiş en yüksek dereceli yıllar.

Araştırmalar sera gazlarının emisyonu konusunda radikal tedbirler alınmadığı taktirde yüzyılın sonuna gelindiğinde dünya sıcaklığında 2 ile 6 derecelik bir artış meydana geleceğini (Sanayi Devrimi’nden bu yana yeryüzü ortalama sıcaklığında 0,63 derecelik bir artış gerçekleşti) ve bunun gerek insan yaşamında gerekse de gezegendeki tüm canlılar üzerinde dramatik sonuçları olacağını göstermekte. Eğer kritik eşik olan 2 derecelik artışın üzerine çıkılırsa bu durum gezegen üzerindeki canlı yaşamının sürdürülmesini oldukça zora sokacak gelişmelere yol açacak. Bu çapta ve hızda bir sıcaklık değişimi gezegenin birçok hassas dengesinde kritik değişimler yaratacak. Dünya üzerindeki buz katmanlarının büyük bir hızla erimesi, yüzyıl içerisinde okyanus seviyelerinde yarım ile bir metrelik bir yükselmeye yol açacak; her üç kişiden ikisinin deniz kıyısından itibaren seksen kilometrelik bir alanda yaşıyor olduğunu düşünürsek okyanus seviyesinin yükselmesinin yarattığı tehdidin ciddiyetini kavrarız. Küresel iklim değişimi, özellikle bulaşıcı hastalıklarda artışa, hava durumunda ani ve aşırı değişimlere (uzun kuraklıklar ve sonrasında şiddetli sağanaklar), kasırga, siklon gibi aşırı hava olaylarının sıklık ve şiddetinin artmasına yol açacak. En önemli sonuçsa son olarak 65 milyon yıl önce yaşanan ve dinozorların soylarının tükenerek memelilerin yeryüzündeki “hakimiyetinin” önünü açan kitlesel soy tükenmesinin bir benzerinin yaşanarak dünya üzerindeki canlı türlerinin, beşte biriyle yarısından fazlasına uzanan tahmin aralıklarındaki oranlarda yok olacak olması. Üstelik küresel iklim değişimiyle ilintili değişimler öngörülenden oldukça hızlı gerçekleşiyor (özellikle Arktik ve Antarktika’daki buz kütlelerin erime temposu) ve bu durum yapılan modellemelerin sonuçlarını sürekli olarak daha vahim kılmalarına yol açıyor. Burada en önemli soru, eğer bugünkü eğilimler sürerse pozitif geri besleme mekanizmalarının devreye girip girmeyeceği. Amazon ormanlarının yok olması, okyanuslarda ve permafrostlarda tutulan sera etkisine sahip metan gazının serbest kalmaya başlaması, buzulların erimesi sonucu yeryüzünün güneş ışınlarını yansıtabilirliğini gösteren albedonun azalması, Golfstrim akıntısının yavaşlaması gibi faktörlerin devreye girmesiyle küresel ısınmanın denetlenemez ve baş edilemez bir noktaya sürüklenmesi ihtimal dahilinde.

Bugün atmosferdeki karbondioksit miktarının baş edilebilir bir oranda sabitlenmesi için insan etkinlikleri sonucu atmosfere salınan karbondioksit miktarının 2050 yılına kadar hızla %70-80 oranında azaltmak gerekmekte. Bu çapta bir değişiklikse, öncelikle petrol başta olmak üzere fosil yakıtlara bağımlı mevcut toplumsal örgütlenişin ve bu bağımlılığın yarattığı toplumsal pratiklerin ve kültürün aşılmasıyla mümkün olabilir. Bunun içinse dünyanın ikinci büyük petrol rezervlerine sahip ülkesi Irak’ı yağmalamak için işgal eden ABD’nin fosil yakıtlar eksenli politikalarına karşı çıkmaktan, bir otomobile sahip olmayı hayatın en büyük amaçlarından birisi olmaktan çıkarmaya kadar uzanan bütünsel bir yaklaşıma sahip olmak gerekli. Oysa küresel iklim değişiminin önüne geçmek için bugüne kadar yapılanlar oldukça sınırlı. 1997 yılında sera gazları emisyonunun 2012 yılında 1990’lardaki seviyesinden %5,2 oranında bir kesinti öngören küresel iklim değişimiyle ilgili ilk küresel anlaşma zeminini oluşturan Kyoto Protokolü, petrol lobisi destekli Bush yönetimi tarafından askıya alındı. Üstelik küresel iklim değişimi olgusunun dramatik gelişimi karşısında hedefleri oldukça “mütevazi” ve atmosferin metalaşması sürecinin önünü açabilecek emisyon mübadelesi ya da karbon emisyonu kotası ticareti gibi “esnek mekanizmalar” içeren Kyoto protokolü, bugün artık sorunu çözme konusunda bir temel oluşturmaktan çok uzak bir işleve sahip.2

Küresel iklim değişiminin bir başka önemli boyutu, adından da anlaşılacağı gibi küresel olan bu olgunun etkilerinin alt sınıfları ve siyasi, iktisadi ve toplumsal yapısı kırılgan olan yoksul ülkeleri daha olumsuz etkileyeceği.3 Kısacası iklim krizi etkisi ve yaratacağı sonuçlar itibariyle, tabir-i caizse “eşitsiz ve bileşik” bir süreç. Küresel ısınmaya yol açan sera gazları emisyonunun ezici ağırlığını Kuzey ülkelerinin gerçekleştirdiği düşünülürse bunun sonuçlarının yoksul ülkeler tarafından daha fazla hissedilecek oluşu gerçek bir adaletsizliğe işaret etmekte. Bugün dünya nüfusunun %12’sini temsil eden zengin G8 ülkeleri toplam sera gazı emisyonunun %62’sini gerçekleştirmekte. Dolayısıyla iklim değişimine karşı mücadele küresel adalet boyutu içermedikçe gerçekçi olmayacak. Küresel ısınma, insanın kullandığı enerji kaynaklarıyla ilgili teknolojik/teknik bir sorun olmaktan öte mevcut küresel adaletsizlik ve eşitsizlikleri birebir yansıtan bir olgu. Öyle ki sorundan en çok etkilenecekler bunun oluşmasında en az payı bulunanlar. Bu noktada önerilen sera gazları emisyonlarının küresel ölçekte yakınsama ve daralmaya tabi tutulması. Yani Kuzey ülkelerinin emisyonlarını radikal biçimde kısarken Güney ülkelerinin emisyonlarını belli bir düzeye yükseltmelerine ve sonuçta kişi başına eşitlikçi, adil ve sürdürülebilir bir emisyon noktasında sabitlenmesini sağlamak. Gerçek şu ki küresel iklim değişiminin etkilerini sınırlamada adil ve eşitlikçi yöntemler bulunamadığı müddetçe zengin ve yoksul dünyalar arasında kalıcı ve uygulanabilir bir uzlaşma tesis edilemeyecek ve küresel ısınma karşıtı mücadele başarısızlığa uğramaya mahkûm olacak.4

Bu noktada emperyalizmin ekolojik boyutunu, yani güneyin ekosistemlerinin emperyalizm tarafından sistematik biçimde yağmalanması sorunu gündeme gelmekte. Bu mücadelede Güneyin ekosistemlerinin ve küresel ortak varlıkların sermaye tarafından yağmalanması ve yok edilmesine karşı Güney toplumları içerisinde gelişen ekolojik muhalefet “ekolojik borç” kavramını önemli bir politik talep olarak gündeme getirmekte.5 Emperyalizme olan bağımlılığın kırılması Güney halklarının ekolojik krizle baş edebilmeleri yolunda en önemli yol olarak öne çıkıyor.

 

Ekolojik kriz kapitalizm içerisinde çözülebilir mi?

İnsan dünyanın dönüşmesinde etkin bir güç haline geldiği andan itibaren bunun doğa açısından sonuçları çoğu kez yıkıcı oldu. Tarımın geliştiği andan itibaren üretimin toplumsal örgütlenişinin neredeyse tüm biçimleri doğa üzerinde yıkıcı etkilere sahip oldu. Dolayısıyla ekolojik bozulma ve hatta çöküş kapitalizm ve sanayileşme öncesinde de gerçek bir tehditti. Üstelik toplumların özgül örgütlenme biçim ve düzeyi bu tür ekolojik çöküş tehditlerine karşı çok daha savunmasızdı.6 Fakat kapitalizmin gelişimi ve metalaşma süreciyle birlikte insanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi küresel ve telafisi mümkün olamayacak bir boyuta geldi.

Üstelik egemen Batı düşüncesinde insan-doğa ilişkisi olumsuzlama, hiyerarşi ve ötekilik üzerine kurulmuş bir ikicilik olarak inşa edilmiştir. Bu hiyerarşik ikici anlayışta doğa/beden edilgen, fail olmayan, kaotik, irrasyonel olarak tanımlanmış, insan/akılaysa rasyonellik, düzenlilik ve fail olma ayrıcalığı tanınmıştır.  Doğa kendisine ait olmayan amaçların aracı, sınırsızca kullanılmaya açık tükenmez bir kaynak ve rasyonel düzenin dayatılacağı kaotik bir öteki konumundadır. Bu mantık dizgesi içerisinde doğanın bağımsız varlığı inkâr ve iptal edilmiş, insan kimliği doğanın dışında ve ona asgari düzeyde bağlantılı olarak kurgulanmış, insan aklına doğayı kendi çıkarlarını tatmin için alt etme, boyun eğdirme misyonu verilmiştir. Bu boyun eğdirme süreci de egemen Batılı düşüncede ilerleme ve gelişme olarak adlandırılmıştır.7

Bugün içinde bulunduğumuz krizin en önemli boyutu Löwy ve Kovel’in kaleme aldıkları Ekososyalist Manifesto’da vurguladıkları gibi sermayenin küresel egemenliği karşısında geçerli bir alternatifin bulunmadığına dair inanç ve bunun yarattığı kaderci apatidir.8 Ekolojik yıkım ve bunun sonucunda uygarlığın otoriter/faşizan bir yönelimin hâkim olacağı bir yokoluş sürecine girmesi ya da yeryüzünün külliyen yokoluşu gibi öngörü ve projeksiyonlar en sıradan bilim-kurgu literatürüne kadar girmişken bu darboğazdan çıkış imkânı kendisini hissettirmiyor. Deyim yerindeyse dünyanın katastrofik sonunu öngörmek, kapitalizmin sonunu tahayyül etmekten daha gerçekçi ve inandırıcı durumda.

Kapitalizmin ekolojik bunalımla bir şekilde baş edebileceği, onu yatıştırabileceği, “yeşil teknolojilerin” artan oranda kullanımıyla “sürdürülebilir bir kalkınma” rotasına sokabileceği, hatta kapitalizmin özellikle tüketicilerin bilinçlenmesiyle adeta bir “yeşil kapitalizme” dönüşebileceği yönünde halihazırda egemen bir anlayış mevcut. Öyle ya neticede kapitalizm bugüne değin sayısız krizin üstesinden gelmiş, üstelik tüm bu krizleri yerküre ve insani faaliyetler üzerinde yayılım ve tahakkümünü genişletmekte bir kaldıraç olarak kullanarak başarmış durumda. Dolayısıyla aynı yaratıcılığı bugün de gerçekleştirebilir ve aksini iddia eden azılı muarızlarına ve felaket tellallarına inat yarattığı krizin çözümünü de kendisi bulabilir. Son on yıllarda üretim ve tüketim biçimlerindeki değişiklikler doğanın kendisini sermaye için bir birikim stratejisi haline getirmekte. Ekolojik kriz görüngülerinin ve kaygılarının metalaştırılması sermaye için yeni birikim ve kârlılık alanları yaratmakta.9 Bir zamanların radikal yeşil hareketi de ekolojik metalaşma ve şirketleşme basıncına/dönüşümüne çoğunlukla uyum sağlayarak radikal özelliklerini kaybetmiş durumda. Üstelik yukarıda bahsi geçen egemen anlayış, mevcut krizin derinliği karşısında çoğu insana da daha “anlamlı” görülebilmekte. Ekolojik krizden çıkışın ancak toplumsal örgütlenme biçimimizde ve bireysel pratiklerimizde radikal bir değişikliğe gitmekle mümkün olabileceği savı, çoğumuzda eylemsizliğe yol açma potansiyeli doğurmakta, dolayısıyla yaşam tarzımızda büyük değişikliklere gitmeden sistemde yapılacak belli ve kısmi düzeltimlerin krizin atlatılmasında daha işlevli olabileceği düşünme eğilimi baskın çıkmaktadır. Bundan ötürü iklim krizinin çözümünde, Kyoto protokolünde yer alan “karbon ticareti” mekanizmasında da somutlandığı gibi hakim piyasa rasyoneli çerçevesindeki çözüm önerileri egemen olmakta.

Ancak “ne yazık ki” durum bu kadar basit değil. Ekolojik yıkımla kapitalizmin kâr mantığı arasında içsel bir ilişki bulunmakta. Kapitalizm ve küçük bir azınlığın zenginleşmesi ve büyük çoğunluğun yoksullaşması anlamına gelen “iktisadi büyüme/kalkınma”, uygarlığın doğal temellerini ve hatta insanın türsel varlığını tehdit etmekte.

Kapitalizm çerçevesinde doğa sınırsız ve sıfır maliyetli bir kaynak olarak algılanır. Kapitalizmin her şeyi metalaştıran, sürekli genişleyen, yayılan ve kısa dönemli kâra odaklı yapısı, doğayla uyumlu bir varoluşu gerçekleştirme potansiyeline sahip değildir. Üstelik kapitalist sermaye birikim sürecinin kısmi akılcılıkla genel akıldışılığı birleştiren anarşik yapısı, onun ekolojik kriz gibi küresel boyuta sahip bir meseleye çözüm getirme olasılığını yok eder. Sermaye birikim süreci içerisinde bireysel aktörler kendi “özçıkarlarını” gerçekleştirmeye yönelik rasyonel kararlar verirken bütünde bu kararların toplamı irrasyonel ve kaotik bir duruma yol açar. Kapitalist sermaye birikiminin bu özelliğine küresel iklim değişimine yol açan etkenlerin en önemlilerinden birini oluşturan özel otomobile dayalı ulaşım sistemi örnek gösterilebilir. Burada da her araç kendi rasyonel çıkarları için hareket ederken sistemin bütünü kaosla tanımlanır. Üstelik kapitalist rekabet kronik üretim fazlası krizlerine yol açarak doğa üzerindeki basıncı daha da arttırır. Günümüz kapitalizmi aşırı derecede bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış bir tüketim (hipertüketim) teşvik eder. Hipertüketim çerçevesinde bir taraftan tüketimin yoğunluğu ve miktarı artarken öte taraftan tüketimin hızı da artar ve bu tüketim biçiminin yegane sonucu doğanın talanının katmerlenmesidir.10

Son otuz yıldır uygulanan özelleştirme ve deregülasyon siyasetleri bir yandan doğanın tahribinin önündeki son engelleri de kaldırıp metalaşma sürecini derinleştirirken; toplumların ekolojik krizlerle başa çıkma yeteneğini de azaltmakta. Neoliberalizmin borçlanmaya ve ihracata teşvik ettiği Güneyli halkların toplumsal dokusu iyice kırılgan hale gelmekte ve ekolojik kriz görüngülerine karşı tamamen savunmasız bir konuma itilerek çok uluslu şirketlerin elinde köle ya da “çevre mültecisi” olmaya itilmekteler. Hayatı ve dünyayı, dolayısıyla son kertede kendi kendini ve kendi varoluşunun temellerini tahrip eden rekabete odaklanmış bugünkü toplumsal sistem, yani kapitalizm aşılmadan içinde bulunduğumuz ekolojik krizin üstesinden gelmek mümkün olmayacak. İhtiyacımız olan sistematik bir toplumsal-kültürel değişim, bütünsel bir praksis ve yaşam tasavvuru değişimidir.

Ekolojik yıkımın önüne geçmenin yolunun “uluslarası toplumu”, siyasi kadroları ve çokuluslu şirket yöneticilerini “alternatif projelere” ikna etmekten geçtiğini savunan teknisist ve aslında ekolojik krizi yönetmeye aday olmaktan öteye gitmeyen yaklaşımlar çevre hareketini ekolojik krizi yaratan sistemin suçluluğunu kamuoyundan gizlemeye dönük bir uzmanlık alanına indirgemekte. Shell ve BP gibi fosil yakıt üreticisi şirketler örneklerinde olduğu gibi ekolojik kaygıları ehlileştirmeye ve hatta bunlar tüketiciler nezdinde önemli meseleler haline geldikçe bunlardan faydalanmaya çalışan bazı şirketlerin son zamanlarda “toplumsal ve çevresel sorumluluk, sürdürülebilir kalkınma” gibi kavramlar etrafında halkla ilişkiler stratejileri geliştirmekte ve bunlar aracılığıyla kamuoyunda kendilerine olumlu bir imaj yaratmaya çalışmaktalar. Bu noktada Kovel’in yönelttiği sermaye kendi genişlemesini nasıl durduramazsa, sermayenin kişileşmiş hallerinin de ekolojik krizi fark etmelerinin nasıl beklenebileceği sorusu akla geliyor.11 Kapitalizmle bağlantılı karakter özellikleri (hesapçılık, araçsal düşünme, egoizm, güç ve iktidar fetişizmi vs.) tamamen ekoloji karşıtı olarak tanımlanabilecek öğelerden oluşur. Ekolojik krizin vehameti karşısında “titreyip kendisine gelecek” hâkim sınıf mensupları elbette mevcuttur ama bu “bilinçlenme” onların artık yönetici kapitalist sınıfa mensup olmaktan çıkmalarına yol açacaktır.

Ekolojik yıkımın sonuçlarının geri döndürülmesi ya da telafisi çoğu zaman çok güç, hatta imkânsız. Bundan dolayı sanayileşmenin yarattığı ekolojik sorunların yine onun tarafından sermaye, teknoloji ve bürokrasi yoğun yollarla çözülmeye çalışılması sonuç getirmeyecek. İçinde yaşadığımız toplumun ilerlemeye ve teknolojinin gücüne olan sarsılmaz inancı, teknolojinin fetişleştirilmesi, çoğumuzun küresel iklim değişimi ve diğer ekolojik kriz görüngülerine teknisist çözümler bulunabileceğine yönelik bir inanç geliştirmesine yol açmakta. Bu durumun en somut örneğini sera gazı salımlarını azaltmak için önerilen alternatiflerde buluyoruz. Bu alternatifler, sera gazlarını petrol kuyularına ya da okyanus diplerine pompalamak, nükleer enerjinin kullanımını yaygınlaştırmak ve biyoyakıt kullanımı. Küresel ısınma kamuoyunun gittikçe daha fazla dikkatini çekerken birçok hükümet bu durumu nükleer enerjiyi fosil yakıtlara alternatif, “temiz” bir enerji biçimi olarak lanse etme fırsatı olarak değerlendirmekte. Bugün Britanya’dan Çin’e, ABD’den Hindistan’a uzanan bir “nükleer Rönesans”tan bahsetmek mümkün.12 Fakat temiz, ucuz ve güvenli olarak lanse edilen nükleer enerjinin ilk iki niteliğinin geçersiz olması ve santrallerin sökülmesinin devasa maliyetleri bir yana, nükleer atık meselesinin hâlihazırda mevcut çözümünün bulunmayışı gerçeği bile fosil yakıtlara gerçekçi bir alternatif oluşturmadığının bir göstergesi.13 Büyük bir tantanayla reklamı yapılan biyoyakıtsa yeryüzünün tarımsal arazisinin büyük çoğunluğu biyoyakıt üretiminde kullanılan herhangi bir ürünün endüstriyel tarımına ayırmak anlamına geleceğinden büyük bir gıda krizi, su kaynaklarının iyice zorlanması, ekolojik yıkım ve biyoçeşitlilik kaybına yol açmaktan başka bir işe yaramayacak. Üstelik mevcut enerji talebi dikkate alındığında biyoyakıt bu talebin ancak çok küçük bir bölümünü karşılayabilecek potansiyele sahip.14

Fosil enerji sonrası dönemde hangi alternatif enerji kaynaklarının tercih edileceği meselesi bu kaynakların kimlerin mülkiyetinde, kimler tarafından üretilip denetleneceği sorularından bağımsız düşünülemez. Nükleer, biyoyakıt, hidrojen gibi “alternatifler” dev çokuluslu enerji şirketlerinin egemenliklerini sürdürmelerine ve merkezileşmiş mülkiyet ilişkilerinin devamını sağlamaya daha yatkındır. Güneş, rüzgâr gibi yenilenebilir enerji kaynaklarını birey ve toplulukların üretme ve denetleme imkânları çok daha fazla olduğundan toplumsal mülkiyete daha müsait kaynaklardır. Söylemeye bile gerek yok; bu noktada sonucu belirleyecek olansa toplumsal mücadelenin kendisi olacaktır, tek başına enerji kaynağının doğası değil.

İflah olmaz biçimde iman ettiğimiz teknolojinin kapitalizm içerisinde ekolojik sorunlara çare bulamayacak olmasının bir nedeni de “Jevons Paradoksu” olarak adlandırılan dinamiktir. Jevons paradoksuna göre kapitalizmde verimliliğin artması kaçınılmaz olarak üretimin ölçeğinin genişlemesine yol açmakta yani büyüme etkisi verimlilik etkisini geride bırakmaktadır. Dolayısıyla örneğin yakıtı daha verimli kullanan otomobillerin devreye girmesine yol açan verimlilik artışı, beraberinde üretimin ölçeğinin genişlemesini ve daha fazla otomobilin üretilmesine yol açarak daha fazla doğal kaynağın üretim sürecinin gerekleri için seferber edilmesini getireceğinden bunun sonucu yeryüzü kaynaklarına daha fazla yüklenilmesi olacaktır.15

Yine çevrecilik adına yapılan her türlü yeni Malthusçuluk, yani ekolojik sorunlara özellikle alt sınıfların ve yoksul ülkelerin nüfuslarının artmasının neden olduğu ve bunun azaltılmasıyla halledilebileceğini görüşüne karşı çıkmak gerekiyor. Nüfusun hızlı artışı elbette biyosfer için büyük basınç yaratmaktadır; ancak bu sorunların kökeninde nüfus artışının kendisi değil, insan toplumları içerisindeki köklü eşitsizlikler bulunmaktadır.

Neticede alternatif bir toplumsal örgütlenme biçimi ortaya çıkmadığı koşullarda kapitalizm elbette küresel iklim değişimi meselesini “çözecektir”. Bu “çözüm” doğal olarak kapitalizmin kendi mantığı çerçevesinde, yani sorunun faturasını alt sınıflara havale ederek mümkün olacaktır. Sistemin efendileri kendi konumlarını korurken iklim değişiminin kurbanları, başta yoksul güney ülkeleri olmak üzere yerkürenin tüm emekçileri olacak. Ekolojik yıkımın yol açtığı göçler, doğal kaynaklar için verilen savaşlar, otoriter yönetimler resmin olağan bir parçası haline gelecek. Diğer yandan sermaye sınıfı küresel ısınmanın yarattığı kimi koşulları birikim açısından değerlendirmeyi bilecektir. Örneğin iklim krizini en yoğun biçimde yaşayan Kuzey Kutbu’ndaki buz kütlelerinin hızla erimesi bölgedeki insan dahil tüm canlıların yaşam biçimi ve varlığını tehdit ederken bu gelişme deniz ticareti sektöründe olumlu karşılanmakta.  Bu durumun efsane niteliğindeki Kuzeybatı geçidini açacak olması deniz taşımacılığında maliyetleri oldukça düşüren bir işlevi olacak. Bu da daha şimdiden sektörde iştahları kabartmış durumda.16

 

Mücadele ama Nasıl?

Eğer kapitalizm ekolojik krize adil ve eşitlikçi bir çözüm bulmaktan uzaksa kurtuluş umudu yok mu? Ekolojik krize karşı kuruluş umudunun olmaması insanları harekete geçirecek bir işlev görebilir, köklü dönüşümlerin önünü açabilir mi? Bu soruların yanıtı olumsuz. Ekolojik bunalımı kıyametçi bir üslupla sorunsallaştırmak da ön açıcı olamaz. Mevcut durum yeterince korkunç olduğundan insanlar yüreklerine kıyametin yaklaştığına dönük bir korku salınarak seferber edilemeyecektir. Yukarıda da belirtildiği gibi ekolojik krizin bugün ulaştığı boyutlar çerçevesinde insanlığın ve gezegenin geleceğine dair kıyamet senaryoları hazırlamak pek de güç olmasa da böylesi bir tarz insanları harekete geçirmekten ziyade onları felaketin kaçınılmazlığı ve yapılabilecek hiçbir şeyin olmadığına ikna ederek inkâra yönlendirecek ve dönüştürücü bir siyaset imkânını olanaksızlaştıracaktır.

Ekolojik yıkımın nedenlerini insanın özsel ve neredeyse tarihdışı olarak doğayla kurduğu hiyerarşik ve araçsal ilişkide yattığından yola çıkan birçok ekoloji anlayışının mistik ve spekülatif arayışlara yönelmesi ve sorunu insan toplumunun belli bir örgütleniş biçiminde değil, neredeyse toplumun/uygarlığın/insan bilincinin kendisinde görmesi ve dolayısıyla bu durumu hiçbir toplumsal müdahalenin dönüştüremeyeceğini ima etmesi, ekolojik hareketin geniş toplumsal kesimlerden soyutlanmasına yol açmakta. Bu tür antihümanist doğalcı hareketler insanı neredeyse doğaya dışarıdan dayatılmış kanserli bir organizma olarak betimlemekte, dolayısıyla bu çerçeveden bakıldığında küresel iklim değişimi gibi olgular Gaia’nın kendisini sağaltmak için bu kanserli organizmayı ve onun uygarlığını yeryüzünden silmeye yönelik tepkisi olarak değerlendirilebilmektedir. Bu düşünce biçiminin temsilcilerinden birisi sayılabilecek “ilkelci anarşist” John Zerzan modern uygarlığı, doğayla insan arasındaki organik uyumu bozan, yabancılaştırıcı bir etmen olarak değerlendirir ve insani yaşamda mutlak bir basitleşmeyi savunur. Zerzan’a göre insanlar, doğadan kopmadıkları ve iktidar ilişkilerinin bulunmadığı ilkel avcılık-toplayıcılık döneminde milyonlarca yıl özgür bir biçimde yaşamışken, tarıma geçiş ve uygarlığın doğuşuyla birlikte şiddet ve iktidar ilişkileri toplumsal yaşama hakim olmuştur. Zerzan için insanın uygarlaşması iktidarın oluşması süreciyle özdeştir. Zerzan, insanları tektipleştirip tüketim manyağı otomatlar haline getiren kültür, teknoloji ve uygarlığı ortadan kaldırmanın gerekli olduğunu savunur. İlkelcilik olarak adlandırılan bu görüşün kimi biçimlerinde, yayılmacı ve tahakkümcü bir soy olan homo sapiens’lerin karşısına neandertal insan konarak neredeyse tüm felaketlerin evrim sürecinin yanlış bir istikamet almasından türediği savunulur.17

Karşı karşıya bulunduğumuz ekolojik krizin sorumluluğunu genel bir “insan” kategorisine yüklemek bu kategorinin içerisinde barındırdığı sınıfsal, cinsel, etnik ve kültürel farklılıkların yok sayılmasına ve biyosferin sömürülmesindeki farklı sorumluluk düzeylerinin belirsizleşmesine yol açar. Böylelikle ekolojik krizin oluşumunda hayati rol oynayan siyasal ve toplumsal faktörler, sınıfsal çıkar ve güç ilişkileri görünmez kılınarak ekolojik yıkımın oluşmasındaki sorumluluk düzeyleri kökten farklı olan toplumsal kategoriler yan yana getirilir. Bu da siyasal eleştirinin hedefini saptırır. Halbuki insanın doğa üzerindeki tahakkümü, insanın insan üzerindeki tahakkümüyle koşutluk gösterir. Çünkü neticede insanla doğa arasındaki geniş anlamıyla üretim ilişkisi, insanların özgül toplumlar halinde örgütlenmeleriyle dolayımlanmış bir ilişkidir. Bu anlamda ihtiyacımız olan bu ilişkinin bütünselliğini kavramamıza yardımcı olacak kavramsal çerçevelerdir.

Ekolojik hareketlerce oldukça sık yapılan insan-merkezcilik eleştirisi, doğa ve insan arasındaki diyalektiği yani insanın aynı zamanda doğanın bir parçası ve de ondan bilince sahip olması dolayısıyla ayrı olma “ayrıcalığını” göz ardı etmemeli. Bu noktada gerek insanın kendisini ekolojik krizin temel sorumlusu olarak gören antihümanist yaklaşımlar gerekse de insan ve tür merkezci yaklaşımların insanın doğası hakkında temelde aynı düşünceyi paylaştıkları gerçeğini görmek gerekmekte. Her iki yaklaşım da insanı evrimsel sürekliliğin bir parçası olarak değil de ona adeta dışarıdan dayatılmış bir varlık olarak muamele eder. Tek fark, birincisinin insanın bu “biricik” durumunu lanetlerken diğerinin onu kutsamasıdır. Oysa yapılması gereken, insanın diğer canlı varlıklarla olan birliğini/devamlılığını vurgularken bunun sonucu yani olağan evrimsel sürecin ürünü olan “benzersizliğini” ve farklılığını da vurgulayan bir perspektife sahip olmaktır.18 İnsanın yerküreyi işgal eden sayısız canlı türle hiyerarşik bir ilişkiye değil, bir kader birliğine sahip olduğunu vurgulamayı amaçlayan bu perspektif, ekolojik krizin aşılmasında insanın neden “merkezi” bir rol üstlenmesi gerektiğini de açığa çıkarır. İnsanoğlu toplumsal örgütlenişinin özgül biçiminin geldiği aşama ve bunun doğayla olan ilişkisi, yeryüzü üzerindeki canlı yaşamını bugün olduğu gibi radikal bir biçimde tehdit edebileceği gibi evrimsel süreci zenginleştirecek bir işleve de ulaşma potansiyeline sahiptir.19

 

Ekososyalizm bir alternatif olabilir mi?

Günümüzde Marksizm üretici güçlerin sınırsız gelişimi kavrayışını benimsemekle, teknolojik belirlenimcilikle, doğa-insan ilişkisini araçsal bir biçimde kavramsallaştırmakla ve insanmerkezci olmakla eleştirilmekte. Marx ve Engels’in kimi eserlerinde bu türden bir algılamaya işaret eden yönler bulunmakla birlikte aslında eserleri dönemlerinin genel anlayışının oldukça ötesindedir. Bunların özünde mülkiyetin ve kapitalizmin yarattığı insanın doğa ile emeği aracılığıyla kurduğu metabolik ilişkide bir kopuşun meydana geldiğine ve bunun insanın yabancılaşmasıyla olan bağına dair daha derin bir kavrayış bulunmaktadır. Marksizm derin bir ekolojik düşünce zenginliği ihtiva etse de kuramın bu yönü on yıllar boyu ihmal edilmiş ve yok sayılmıştır. Marksizmin doğaya dair “fetihçi” bir anlayışı paylaştığı eleştirileri dayanak noktası olarak, bir yandan bürokratik sosyalizm deneylerinin doğa-insan ilişkisine dair pek de parlak olmayan siciline, öte yandan da son yılların moda postmodern varsayımlarına yaslanmaktadır.

Marx’ın düşüncesini ekolojik bunalım olgunlaşmadan oluşturduğuna işaret eden Kovel’e göre Marksizm potansiyel olarak ekolojik düşünce ve ilişkilerle uyumludur ve cevaplanması gereken Marksizmin nasıl daha ekolojik kılınabileceğidir. Kovel, Marx’ta temel kavramlardan birini oluşturan sermaye tarafından dayatılan yabancılaşmanın insanlığın doğadan yabancılaşmasını da kapsadığını belirtir. Marx’a göre doğanın kendini dönüştüren bir parçası olarak insanlık, doğaya dönüştürücü insan eylemi olarak emekle yani üretici faaliyetiyle temas eder. Kovel’e göre her şeyi şeyleştiren, meta biçimine büründüren ve doğrudan üreticiyi üretim araçlarından koparan sermaye egemenliğinden kopuş ürettiklerimizin “artık bir şey değil ama bize, bizim dolayımımızla doğanın geri kalanına ekosistemik olarak bağlanmış” varlıklar olmasını sağlayacaktır.  Dolayısıyla bu ayrışmanın iptal edilmesi insanın doğaya ve yabancılaşmanın diğer veçheleriyle birlikte ekonominin hegemonyasını da ilga edecektir.20

Löwy’ye göre Marx’ta teknolojik ilerlemenin nihai amacı malların sonsuz birikimi değil, çalışma saatlerinin azalması ve özgür zamanın birikimidir. Sosyalizm Löwy’ye göre kullanım değerine, insan ihtiyaçlarının tatminine vurgu yapar. Yine de Löwy, Marx ve Engels’te “üretici güçlerin gelişimini” ilerlemenin en önemli amili olarak benimseyiş ve endüstriyel medeniyete karşı yetersiz bir eleştirel mesafenin bulunduğunu da vurgular. Dolayısıyla Löwy için Marx ve Engels’in eserlerinde her iki yorumu da destekleyecek önermeler mevcuttur.  Marksistlerin yapması gerekense “üretici güçler” kavramını eleştirel bir revizyona tabi tutarak düzçizgisel ilerleme nosyonu ve modern endüstriyel uygarlığın teknolojik ve ekonomik paradigmasıyla köklü bir kopuş gerçekleştirmektir. Löwy’ye göre üretici güçlerin gelişimini engelleyen üretim ilişkileri mekanist şeması terk edilmeli ya da hiç olmazsa kapitalist sistemde üretici güçlerin yıkıcı hale geldikleri fikriyle bütünleştirilmelidir.21 Bu noktada Löwy Marx’ın Paris kömününe dair tespitlerinden hareketle işçilerin nasıl kapitalist devlet aygıtını “yıkıp” yerine köklü biçimde farklı demokratik bir politik iktidar biçimi koymaları gerekiyorsa, aynı şeyin üretim aygıtı için de geçerli olması gerektiğini vurgular. Yani söz konusu olan üretim ilişkileriyle birlikte üretici güçlerin kendisi de (örneğin enerji sisteminde devrim niteliğinde dönüşüm gerçekleştirerek) radikal biçimde değiştirilmelidir.22

IV. Enternasyonal 15. Kongre kararları da ekoloji meselesinin 21. yüzyılın başında Marksist düşüncenin yenilenmesi açısından taşıdığı hayati önemi vurgulayarak Löwy’nin konumuna oldukça yakın tespitlerde bulunur. Marx ve Engels’in “tamamen” ekolojik bir bakışa sahip olmadıklarını teslim eden kararlar, Marksistlerin “geleneksel ‘üretici güçler’ kavramını kapsamlı ve eleştirel bir şekilde yeniden değerlendirmelerini ve doğrusal ilerleme anlayışıyla modern endüstriyel denilen teknolojik ve ekonomik paradigmadan radikal bir kopuşta bulunmalarını talep eder.”23

Paul Burkett ve John Bellamy Foster ise Kovel ve Löwy’nin Marx’ı doğa hakkında bütünlüklü bir görüş geliştirmemiş ve sadece yalıtılmış gözlemlere sahip olmakla ele aldıklarını ifade ederek bu tavrı eleştirirler. Burkett’e göre Marx’ın doğayı ele alış biçimi “şimdiye dek ekolojik Marksist yazında bile farkına varılmamış bir iç mantığa, tutarlılığa ve çözümleme gücüne” sahiptir. Marx insani emek ve üretimi toplumsal ve maddi içeriklerinin bir bileşimi olarak ele alır. Kapitalizmde sermaye-emek ilişkisi insanla doğa arasındaki zorunlu ilişkileri belirler ve bunlara kendi sınıf ilişkilerinin damgasını vurur. Bu anlamda “kapitalizm emeğin ve doğanın sermayeye boyun eğmesini gerektirir”, dolayısıyla söz konusu olan doğanın ikili talanıdır. Burkett Marx’ın değer kuramının ekoloji karşıtı olmak bir yana yukarıda anılan doğayla toplumsal emeğin bir araya gelerek oluşturduğu zenginlikle kapitalizmde zenginliğin parasal temsili arasındaki gerilimi doğru biçimde kavramayı sağladığını vurgular. Burkett’e göre Marx’ın yaklaşımı “kapitalist çevre krizinin tarihsel bir çözümlemesini” sağlar ve “içsel bir evrimci ve ekoloji yanlısı nitelik” taşır.24

Foster da Marx’ın dünya görüşünün sistematik olarak ekolojik olduğunu vurgular. Marx’ın insan emeğinin yabancılaşması kavramı, başından beri insanın doğadan yabancılaşması anlayışıyla bağlantılıdır. Foster, Marx’ın materyalizminin doğa kavrayışıyla tarih kavrayışının özellikle Kapital’de bütünüyle kaynaştığını belirterek düşüncesinin merkezinde insanın doğadan yabancılaşmasının derin eleştirisi bulunduğunu vurgular. Marx’a göre insan maddi praksisi aracılığıyla dünyayla ilişkisini dönüştürür. Foster’a göre Marx, emek süreci hakkındaki görüşünü metabolizma (doğayla toplum arasındaki insan emeği aracılığıyla kurulan metabolik etkileşim) kavramına dayandırmaktadır. Marx, emek sürecini “insan ile doğa arasında bir süreç, insanın onunla, kendi eylemleri aracılığıyla kendisi ile doğa arasındaki metabolizmayı kurduğu, denetlediği, düzenlediği bir süreç” olarak tanımlar. Fakat kapitalizmin gelişmesiyle birlikte kentle kır arasındaki bölünme ve doğrudan üreticilerin üretim araçlarından kopuşu bu metabolizmada “onarılamaz bir yarılma”ya yol açar. Marx’a göre bu yarılma, ancak geleceğin ortaklaşmış üreticiler toplumunda “insanın doğayla metabolizmasını ussal bir tarzda yönetmesi”yle aşılacaktır. Foster’a göre üretimcilik ve sınırsız ilerleme bir yana, Marx’ın metinlerinde ekolojik sınırlar ve sürdürülebilirlik konularına duyduğu ilgiyi gösteren sayısız kanıt bulunmaktadır.25

İster Marx ve Engels’in düşüncelerinin sistematik olarak ekolojik olduğunu isterse de eserlerinde güçlü bir ekolojik potansiyel barındırmakla birlikte metinlerinde bu potansiyelle çelişen yönler de bulunduğunu düşünelim, ekolojik düşüncenin Marksist gelenekte bir “yeraltı akımı” olarak, ihmal edilmiş bir boyut olarak kaldığı gerçeğini teslim etmek gerek. Ekolojik olarak adil ve rasyonel bir topluma ulaşmak ekolojik siyasetin radikalleşmesi ve kapitalizmden kopuş perspektifini benimsemesiyle mümkün olacak. Sosyalist hareket ekolojist hareketle eklemlenmekten imtina etmemeli ve bunun akabinde insan ihtiyaçlarının karakteri, endüstrileşme, kalkınmacılık ve doğanın kendinde değerine ilişkin yeni sorular sormalıdır. Bugün eşiğinde bulunduğumuz ekolojik yıkımı devrimci biçimde aşmanın yolu Marksizmin ve sosyalist düşünce ve pratiğin ekolojik bir eksende eleştirel biçimde yeniden kurgulanmasından geçmektedir.

Ekososyalizm kavramı üreticilerin üretim araçlarıyla yeniden birleştikleri, doğrudan demokrasinin temel alındığı, kullanım değerinin hâkim olduğu bir sosyalizmi ve ayrıca “büyümenin” sınırlarına saygı gösterildiği ve doğanın bir kaynak olarak değil kendine mündemiç bir değere sahip olduğu bir topluma atıfta bulunur.

Şurası çok açık ki ekolojik kriz, asla doğayla ilgili bir sorun değil, insanın özgül toplumsal örgütlenişinin doğayla ilişkisiyle ilgili bir sorundur. Dolayısıyla yapılması gereken, ekolojik krizin önüne geçilmesinin ancak kapitalizm içerisinde iktisadın toplumun bütünü üzerindeki tahakkümünün sona erdirilmesiyle mümkün olabileceğini bir an olsun akıldan çıkarmadan gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü etkinliğimizin insan-doğa ilişkisine dair başka bir anlayışı ihtiva etmesine çalışmaktır. Dolayısıyla kapitalist toplumsal örgütlenişin bugün içerisinde bulunduğumuz ekolojik krizdeki birincil ya da “etkin nedenselliği”ni26 yadsımadan gündelik mücadelede reformlar ve somut talepler için mücadele etmeli ve bunları ekososyalist bir perspektifle bütünleştirme yeteneğini göstermeliyiz. Dünya ölçeğinde süregiden ekoloji mücadelesinin kendisi de doğallığında böyle bir yöne sahiptir. Bu mücadelenin asli aktörleri toplumdaki hakim algının tersine Kuzeyli kentli üst-orta sınıflar değil, küresel kapitalizmin çeşitli biçimlerde doğal çevrelerini fütursuzca yok etmesine karşı mücadele eden Güneyin yoksul kır ve kent emekçileridir.27

Toplumun kapitalist örgütlenme biçiminin bugün yaşadığımız ekolojik krizin temelinde yattığı tespiti elbette sorunun sadece siyasi ve iktisadi boyutları olduğunu savunmak anlamına gelmemeli. Ekolojik kriz tüm bunların ötesinde yukarıda da vurgulandığı gibi insanın doğayla ilişkisinin tüm boyutlarını kapsamaktadır. Bu anlamda kapitalist uygarlığın yarattığı pratiklerin tümünün sorgulanması ve alternatiflerin ortaya konması anlamında ekolojik kriz bize bir “fırsat” sunmaktadır. Kent ve kır arasındaki yarılmanın giderilmesinden, ev işlerinin toplumsallaşmasına; ulaşımın toplu taşımaya dayalı olmasından üretim sürecinin kendisinin kolektifleştirilerek demokratik bir karar alma sürecine tabi kılınmasına kadar toplumsal hayatın her veçhesinde bize alternatif bir dünyayı düşleme ve tasarlamanın gerek ve aciliyetini yeniden hatırlatmaktadır.

Bu alternatif dünya üretim araçlarının kamu tarafından kontrolü ve demokratik bir planlama olmadan düşünülemez. Eğer kapitalizmin ve piyasanın kör mekanizmasının ekolojik krizin üstesinden gelmede yetersiz olduğunu kabul ediyorsak üretim ve tüketim kararlarının ekolojik kriterler temel alınarak demokratik ve çoğulcu bir müzakere süreci sonrasında belirlenmesi esas alınmalıdır. Ekososyalist bir toplumda demokratik planlama süreci ve çalışma saatlerinin azalması ekonominin radikal biçimde demokratikleşmesine ve kullanım değerinin egemen olmasının önünü açacaktır. Kapitalizmin doğayı hoyratça sömüren savurganlığının yerine demokratik planlama eksenli bir ekonomi kapitalizmin ürettiği silahlanma, reklam gibi devasa ama insani ihtiyaçlarla örtüşmeyen sektörleri ortadan kaldıracaktır. Ekososyalist toplum insanın tükettiği oranda varolmaya hak kazandığı, tüketim takıntılısı ve fetişisti mevcut toplum düzeninden farklı olarak insani özgürleşme ve deneyimlerin zenginleşmesine dayalı olacaktır.28

 

Sonuç yerine

Eğer tasarladığımız sosyalizm kapitalist “ilerleme”, “büyüme” ve “kalkınma” kavramlarını, kapitalizmin doğaya fetihçi, genişlemeci yaklaşımını, insanı ve doğayı araçsallaştıran ve doğayı sınırsız ve maliyetsiz bir kaynak olarak gören yaklaşımlarından bir kopuşu içerecekse o zaman sosyalizm ekolojik bir içeriğe sahip olmak zorunda.

“İlerleme/ilericilik”, “gericilik”, “sınırsız büyüme” ve “doğayı fethetme” kavramları, tarihsel materyalizmin geleneğine içsel birer nosyon değildir. Doğmakta olan burjuva uygarlığını tarihin ilerleyişinde ulaşılabilecek son merhale addeden ve bu uğurda gericiliğe, karanlıkçılığa vb. karşı mücadele eden 18. yüzyıl orta sınıf radikalizminden (bizde de elbette Kemalizmden) sosyalizme sirayet etmişlerdir. Modern zamanların düz, çizgisel, boş zamanını esas alan ve tarihi zafer ve mutlulukla dolu çizgisel bir ilerleme anlatısı olarak gören yaklaşımın bir parçasıdırlar. Elbette bir tür Marksizmle böylesi bir tarih anlayışı arasında bir ilişki vardır. Bu “bir tür Marksizm”, aralarındaki tüm farklara karşın evrimci aşamacılık ve üretimci ekonomi noktalarında oldukça benzeşen sosyal demokrasiden Stalinizme uzanan bir alanı kapsar. Bu alanın zemini, “nesnel olarak”, yani istesek de istemesek de ileriye (aydınlık yarınlara) doğru yönelen, “olgunlaşan” bir tarih anlayışının sonucu olan mekanik bir aşamacılıktır. Bu aşamacılık, üretim araçlarının ve endüstriyel uygarlığın gelişimini tarihin itici gücü varsayarak bu gelişmeye ya da “ilerlemeye” devrimci bir mahiyet atfeder. Buna göre sosyalizm, üretici güçlerin gelişmesinin doğal bir sonucu olacak, feodalizmi nasıl kapitalizm takip etmek zorundaysa kapitalizmi de sosyalizm izleyecektir. Üretim araçlarındaki nesnel gelişme ve ilerlemenin tarihin akışına yön verdiği bu donuk “bir tür Marksizmin” karşısına “başka” bir tarihsel materyalist perspektifle çıkmak gerekir. Bu anlayışa göre tarih, üretim aşamalarının birbirini zorunlu olarak takip ettiği bir ilerleme anlatısı değil, sınıf mücadelesinin hareket ettirici gücü olduğu, toplumsal mücadele ve direnişlerin belirlediği ucu açık bir ihtimaller demetidir. Aşamacı/ilerlemeci mekanik Marksizmin rehavetini daima eleştiren ve hatta bu rehavetin nasıl “ihanete” dönüştüğünü canı pahasına gören Rosa Luxemburg’un “ya sosyalizm ya barbarlık” ifadesi böylesi bir “başka” tarihsel materyalist anlayışın çıkış noktasıdır. Yani tarih, nesnel olarak bir hedefe doğru ilerlemez. Tarihin sosyalizme mi bugün ekolojik çöküş ihtimalinde somutlanan barbarlığa mı çıkacağını belirleyen toplumsal mücadeleler, siyasettir. Ekolojik yıkımın kapıda olduğu bir çağda, sosyalizmi “ileriye” atılan bir şimendifer olarak değil, Walter Benjamin’in vurguladığı gibi insanlığı ve gezegenimizi hızla uçuruma sürükleyen kapitalizm treninin imdat freni olarak düşünmenin zamanı geldi de geçiyor bile.

 

 

 

 

1. Son dönemde küresel iklim değişimi hususunda önemli kaynaklara kavuştuk. Bunlar arasında  Ömer Marda & Ümit Şahin, Niçin Daha Fazla Bekleyemeyiz: Küresel Isınma ve İklim Krizi  (İstanbul: Agora Kitaplığı 2007) ; Tim Flannery, Ölümcül Havalar Küresel Isınmanın Öyküsü, çev: Zarife Biliz (İstanbul: Versus Kitap 2007); Tom Athanasiou & Paul Baer, Ölümcül Sıcak Küresel Isınma ve Küresel Adalet çev: Ali K. Saysel (İstanbul: Bgst yayınları 2006); Dinyar Godrej, Küresel İklim Değişimi, çev. Ohannes Kılıçdağı (İstanbul: Metis 2003).

2.  Kyoto Protokolü’nün sınırlılıkları ve içerdiği olumsuz açılımlar için bkz. Daniel Tanuro “Kyoto: Climate of Fear” Socialist Resistance 2006, s. 13-23 ve Sheila Malone “Kyoto’s Answer to Climate Change” Socialist Resistance 2006, s. 24-28. ayrıca Yeniyol’un bu sayısındaki Haktan Ural ve Kemal Ulusoy’un yazıları.

3.  İklim krizinin yeryüzünün değişik köşelerindeki tezahürünün toplumsal, siyasal ve kültürel etkileri için bkz. Brenda Longfellow, “Weather Report: Images from the Climate Crisis” Socialist Register 2007, s. 1-15.

4.  Bkz. Tom Athnasiou & Paul Baer, age.

5. John Bellamy Foster & Brett Clark, “Ecological Imperialism The Curse of Capitalism” Socialist Register 2004, s. 186-201. Bu kavram ilk defa eski dünyanın flora ve faunasının Avrupa sömürgeciliği aracılığıyla yerli flora ve faunalarını tahrip etmesini tarihsel bir çerçevede inceleyen Crosby tarafından farklı bir içerikte kullanıldı. Alfred W. Crosby, Dünya Benimdir Avrupa Ekolojik Emperyalizmi 900-1900 çev: Bilgi Altıok (İstanbul: Kitap Yayınevi 2004)

6.  John Bellamy Foster, Savunmasız Gezegen: Çevrenin Tahribinin Kısa Ekonomik Tarihi, çev: Hasan Ünder (Ankara: Epos ). Sümer, Maya, Paskalya Adası gibi “ilerleme tuzağına” düşmüş uygarlıkların ekolojik çöküşe giden hikayeleri ve bunun günümüz küresel uygalığının gidişatıyla çarpıcı bir karşılaştırması için bkz. Ronald Wright, İlerlemenin Kısa Tarihi çev: Zarife Biliz & Barış Baysal (İstanbul: Versus Yayınları 2006).

7.  Val Plumwood, Feminizm ve Doğaya Hükmetmek, çev: Başak Ertür (İstanbul: Metis 2004). Plumwood kitabında doğanın ve kadınların arka plana itilip araçsallaştırılmalarının koşut gittiği tespitinden yola çıkarak ekolojik yönelimli eleştirel bir feminizm kuramı geliştirmeye çalışır.

8.  Joel Kovel & Michael Löwy, An Ecosocialist Manifesto, 2001.

9.  Neil Smith, “Nature as Accumulation Strategy”, Socialist Register 2007, s. 16-36. Bu noktada akla yaşam alanları küresel ısınma nedeniyle yok olma aşamasına gelen kutup ayısı ve imparator penguenlerin imajlarının başta Coca Cola olmak üzere değişik çokuluslu şirketler tarafından reklam sektöründeki kullanımlarındaki ikiyüzlülük geliyor.

10.  Peter Freund & George Martin, “Fast Cars/Fast Foods: Hyperconsumption and its Health and Environmental Consequences”, Capitalism Nature Socialism, http://www.cnsjournal.org/ Makale bu hipertüketimin iki başat biçimine, bireysel otomobillerin egemen hale geldiği ulaşım ve fast food sektörüne odaklanarak bunların insan ve doğa açısından sağlıksız ve yıkıcı özelliklerine eğilerek bu tüketim biçiminin teşvik ettiği zaman ve mekan organizasyonunu inceliyor.

11.  Joel Kovel, Doğanın Düşmanı Kapitalizmin Sonu mu, Dünyanın Sonu mu? Çev: Gürol Koca (Metis Yayınları: İstanbul 2005) s. 114.

12.  Bu nükleerci koroya dünyayı yaşayan bir organizma olarak kavramsallaştıran modern Gaia kuramının yaratıcısı James Lovelock’un da herkesi hayrete düşürerek katılması nükleer enerji kullanımına yönelik basıncın artacağının bir göstergesi.

13.  Nükleer enerjinin neden gerçek bir enerji alternatifi oluşturmadığı için bkz. Alice Cutler “A nuclear solution to global Warming?” Socialist Resistance 2006, s. 38-42 ve Phil Ward “Nuclear Juggernaut moving into top Gear” Socialist Resistance 2006, s. 43-46.

14.  Biyoyakıtların (tarımsal yakıtlar) enerji kaynağı olarak kullanılmasının yaratacağı sonuçlar hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Altan Görkem Gürcan & Şafak Mert, “Beşikten Mezara Tarımsal Yakıtlar”, http://www.karasaban.net/besikten-mezara-tarimsal-yakitlar/

15.  John Bellamy Foster, “Marx ve Küresel Çevre Tartışması” http://www.sendika.org/yazi.php?yazi_no=14319; John Bellamy Foster, “Organizing Ecological Revolution”, Socialist Resistance 2006, s. 56-67.

16.  Öte yandan basında çıkan haberlere göre Kuzey kutbu, buzulların erimesi dolayısıyla oluşan bu “eşsiz” manzarayı seyre akın edenlerle giderek önemli bir “turistik rota” haline geliyor.

17. John Zerzan, Gelecekteki İlkel, çev: Cem Atila (İstanbul: Kaos Yayınları 2000).

18.  Toplumsal ekoloji akımının önemli isimlerinden Murray Bookchin, insanın bu “benzersizliğini” ikinci doğa olarak yani kendisi hakkında düşünen ve kendi bilincine varmış doğa olarak kavramlaştırıyor. Murray Bookchin, Toplumsal Ekolojinin Felsefesi, çev: R. Öğdül (İstanbul: Kabalcı Yayınevi 1996). İnsanın evrim sürecindeki konumunu bu sürecin sürekliliğini ihmal etmeden ele alan bir değerlendirme için bkz. Friedrich Engels “Maymundan İnsana Geçişte Emeğin Rolü”.

19.  Evrim sürecini insan merkezci ve ilerlemeci bir anlatı olarak değil amaçsız, canlı türleri arasında bir hiyerarşi oluşturmayan ve maddeci bir perspektifle ele alan bir değerlendirme için bkz. Stephen Jay Gould, Darwin ve Sonrası Doğa Tarihi Üzerine Düşünceler, çev. Ceyhan Temürcü (Ankara: TÜBİTAK 1998).

20.  Joel Kovel, “Ekolojik bir Marksizm Hakkında Düşünceler”, Praksis 13, Kış 2005, çev: Harun Özkan, s. 97-109.

21.  Michael Löwy, “What is Ecosocialism?” Socialist Resistance 2006, s. 1-12.

22. Michael Löwy, “Ecosocialism, Democracy and Planification”, www.europe-solidaire.org/spip.php?

23.  “Ekoloji ve Sosyalizm”, Direnişler IV. Enternasyonal XV. Dünya Kongresi Kararları (İstanbul: Yazın Yayıncılık 2005) s. 194-5.

24.  Paul Burkett, Marx ve Doğa Al-Yeşil bir Perspektif, çev: Ercüment Özkaya (Ankara: Epos 2004) s.9.

25.  John Bellamy Foster, Marx’ın Ekolojisi Materyalizm ve Doğa, çev: Ercüment Özkaya (Ankara: Epos 2001).

26.  Joel Kovel, Doğanın Düşmanı Kapitalizmin Sonu mu, age.

27. Bu mücadelelerin bir tasviri için Yeniyol’un bu sayısında yer alan Walden Bello’nun makalesine bakınız.

28.  Michael Löwy, “Ecosocialism, Democracy and Planification”, www.europe-solidaire.org/spip.php?article4635