Foti Benlisoy

kemal

10 Kasım, sosyalist hareketin değişik kesimlerine yakın internet sayfalarında Mustafa Kemal konulu bir dizi değerlendirmenin yayımlanmasına vesile oldu. Mustafa Kemal’in, ‘burjuva’ ön ekiyle de olsa ne kadar büyük bir devrimci olduğu ya da ‘Kemalist devrim’in tarihte yadsınamaz bir ‘ilerleme’ anlamına geldiğine dair değerlendirmelerdi bunlar. Hedefler muhtelif olsa da bu tarz değerlendirme ve yorumların ardındaki beklenti ya da arayış gayet tanıdık aslında: Kimileri ‘iyi’ Kemalistleri Kızıl Elmacı ve darbecilerden ayırarak onlarla bir araya gelmeyi murad ediyor, kimileriyse emperyalizme ve gericiliğe karşı muhtemel bir ittifak arayışında.

Söz konusu olan, sosyalist hareketin cumhuriyetin kuruluşundan beri tutkun olduğu bir ‘ittifak’ arayışının kötü bir tekrarı aslında. Kendi bağımsız eyleminden ziyade cumhuriyetin hamilerinden medet uman, sınıf uzlaşmacılığına ‘tarihsel’ ya da ‘bilimsel’ gerekçeler icat eden bu tek yanlı ve hayal kırıklığına mahkûm flört, ezilenler nezdinde sosyalist hareketin CHP ve Kemalistlerin bir tür yedek lastiği olarak algılanmasının müsebbibi olmuştur daima. Sosyalizmin bütün radikal ve ütopik içeriğinden arındırılarak ‘ilerici/çağdaşlaşmacı’ siyasal akımın ‘sol kanadı’ olarak kalmasına cevaz veren bir tutumdur bu. Bu anlamda Türkiye’de sosyalist hareketin Kemalizmle ilişkisinin sayfaları oldukça karanlıktır: TKP’nin Kemalizme ‘ilericilik’ adına neredeyse kendi örgütsel varlığını ortadan kaldıran teslimiyeti, 1960’ların sonlarında ‘küçük burjuvazinin radikal kanadı’, yani Kemalist subaylar nezdinde ‘sol’ bir cunta arayışı, vs.

Kendi celladına duyulan aşka dair bu defteri kapamanın zamanı çoktan geldi de geçiyor. Tam da bu yüzden şu ‘ilerleme’ meselesini ele almak elzem. Hikâye klişe düzeyinde bildik: Kemalist kadrolar ülkede bir ‘burjuva devriminin’ gerçekleşmesinin önünü açtıkları için tarihsel anlamda ‘ilerici’ sayılmalıdırlar. Bazıları daha da ileri gider ve Mustafa Kemal’in Türkiye’yi modernleştirerek solun gelişebileceği maddi ve kültürel temelleri attığını öne sürer. Mekanik evrimci-ilerlemeci tarih görüşünün bu klasik ifadeleri, aslında sosyalist hareketin, daha doğru bir deyimle tarihsel materyalizmin geleneğine içsel bir nosyon değildir. Daha çok doğmakta olan burjuva uygarlığını tarihin ilerleyişinde ulaşılabilecek son merhale addeden ve bu uğurda gericiliğe, karanlıkçılığa vb. karşı mücadele eden 18. yüzyıl orta sınıf radikalizminden sosyalizme sirayet etmiştir. Modern zamanların düz, çizgisel, boş zamanını esas alan ve tarihi zafer ve mutlulukla dolu çizgisel bir ilerleme anlatısı olarak gören anlayışın bir parçasıdırlar.
Elbette bir tür Marksizmle böylesi bir tarih anlayışı arasında bir rabıta vardır.
Bu ‘bir tür Marksizm’, sosyal demokrat evrimcilikten Stalinci aşamacılığa uzanan bir alanı kapsar. Bu alanın zemini, ‘nesnel olarak’, yani istesek de istemesek de ileriye (aydınlık yarınlara) doğru yönelen, ‘olgunlaşan’ bir tarih anlayışının sonucu olan mekanik bir tedriciliktir. Bu tedricilik üretim araçlarının gelişimini tarihin itici gücü varsayarak bu gelişmeye ya da ‘ilerlemeye’ devrimci bir mahiyet atfeder. Bu tarihsel anlayışın ‘çelikten yasalarına’ göre sosyalizm üretici güçlerin gelişmesinin doğal bir sonucu olacak, feodalizmi nasıl kapitalizm takip etmek zorundaysa kapitalizmi de sosyalizm izleyecektir.
Tarihsel bir ‘ilerleme’ olduğu için Kemalizme sahip çıkma, bu oldukça tanıdık ilerlemeci/aşamacı anlayışın bir tekrarından ibaret. Kemalizmi bir tür ‘Türk Aydınlanması’ olarak kabul eden bu zihniyet dahilinde cumhuriyet ve Kemalist ‘devrim’, sosyalist dönüşümün bir zorunlu uğrağı ya da aşaması olarak telakki edilir. Böylece ‘cumhuriyet’ ya da ‘modernlik’ sınıflarüstü bir ‘kazanım’ olarak değerlendirilir. Bu bağlamda Mustafa Kemal’e ve ‘devrimlere’ sahip çıkmak da ‘gericiliğe’ karşı tarihsel ilerlemenin savunulması anlamına gelir.
Bu aşamacı-mekanik anlayışa göre önemli olan ezilenlerin kendi hayatlarına sahip çıkma yönündeki mücadele ve deneyimleri değil, kendinden menkul tarihsel ilerlemenin ‘bilimsel’ ve ‘objektif’ yasalarıdır. Aşağıdakilerin kendi kaderlerini tayin etmeye dönük enerjileriyle hiçbir rabıtası olmayan, üstelik bu enerjiyi her fırsatta bastıran Kemalist hareketin ‘ilerici’ sayılması bu ‘objektif’ tarihsel yasalar icabıdır. Dolayısıyla ‘ilerleme’ yönünde atıldığı varsayılan adımlar aşağıdakilerin hayatlarında hangi özgürlükçü ve eşitlikçi değişimlere yol açmıştır gibisinden bir soru hiç önemsenmez. Tarihe ‘ezilenlerin geleneği’ açısından değil de ‘objektif’ olarak ‘ilerici’ sayılan egemenler açısından bakılır. Oysa ezilenler için her tarihsel kazanım, her ‘ilerleme’, çizgisel bir tarihin ‘nesnel’ yasalarınca ‘ilerici’ sayılan paşalar, bürokratlar ya da kapitalistlerin değil, ezilenlerin kendi mücadelelerinin bir sonucudur. O paşanın ya da bu paşanın ilericiliğinin, hâkim sınıfların şu ya da bu kesiminin devrimciliğinin değil, aşağıdakilerin kendi eylemlerinin ürünüdür ‘ilerleme’.
Hem Milli Mücadele döneminde hem de sonrasında ezilenlerin, işçi hareketinin amansızca üstüne gidilmişken ‘ilerleme’den bahsetmek, bahsi geçen tarihsel kesitte ezilenlerin deneyimlerini değil, soyut ve mekanik bir ‘modernleşme’ ya da evrimsel ve teleolojik bir ‘ilerleme’ anlatısını esas almaktır. Mustafa Kemal ve ekibinin, aşağıdakilerin kendi çıkarları doğrultusundaki bağımsız eylemlerine muazzam bir antipati beslediği bir sır değildir. Bu grubun sola karşı tepkisini tanımlayan da, kendi inisiyatifleri dışında gelişecek her hareketi tasfiye etmede gösterdikleri kararlılıktır. Öyle ya, Mustafa Kemal ve Çankaya sofrasının mutat zevatı, savaş sonrasında mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini aşağıdakilerin çıkarına etkileyen hangi adımı atmıştır? Cumhuriyet sonrasında emekçilerin sosyal ve siyasal haklarında bir artış mı gerçekleşmiştir? Açıkça söylemek gerekirse, yeni kurulan rejimin sınıf muhtevasında aşağıdakilere dair cılız da olsa bir renk yoktur. Bu nedenle olacak, cumhuriyet tarihinde ‘gerici karşı devrime’ karşı cumhuriyetin demokratik ve sosyal kazanımlarına sahip çıkmaya dönük aşağıdan bir seferberlik, bir işçi ya da köylü hareketi söz konusu olmamıştır.
Kemalizmle flörtün vazgeçilmez bir öğesi olan Mustafa Kemal ile solu rabıtalandırma arayışları, çoğunlukla onun Milli Mücadele’nin ilk yıllarında emperyalizm ve kapitalizme dair eleştirel ifadelerine dayanır. Bu ifadeler Ankara’nın siyasi ve askeri bakımlardan oldukça sıkışmış bulunduğu ve Sovyet desteğinin kritik olduğu dönemde oldukça yaygındır. Ancak özellikle 1921’den itibaren koşulların Ankara için iyileşmesiyle birlikte bu ifadeler seyrekleşmeye başlar.
Üstelik Mustafa Kemal ve ekibinin ısrarla vurguladığı şey, Sovyet desteğinin önemli olduğu ama bunun ‘diplomatik’ bir zaruretin sonucu olduğudur. Diplomatik ilişkinin, askeri yardımın yani dış ilişkilerin ülkedeki toplumsal ilişkilerle bir ilgisi yoktur, olamaz da. Mustafa Kemal ve ekibine göre son tahlilde Bolşevizm ‘milli bünyeye’ yabancı, hatta zararlı bir unsurdur. Zorunluluk sonucu illa ki Bolşevik olmak gerekecekse bu, yukardan aşağı ve emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilmesi gereken bir iştir. Aşağıdakilerin, kendi eylemiyle bir ilgisi yoktur ve olmamalıdır. Ankara hükümetine bağlı güvenilir isimlerin yönetiminde resmi bir komünist fırka kurma girişiminin arkasında yatan zihniyet de budur.
Sözün özü, tarihte birtakım muhayyel ittifakların izini sürerken hâkim anlatılardan fayda ummaktan ziyade, ezilenlerin cılız da olsa kendi kendilerini yönetmeye yönelik her tür çabalarını referans almak gerek. Ancak böylesi bir tutum sosyalist bir yeniden inşa için zaruri olan tutamakları bize sağlayacaktır; aksi, sosyalist hareketi egemen siyasetlerin bir eklentisi olmaktan kurtaramayacaktır. Kendine ait bir tarih yaratamayıp başkasının tarihine övgüler düzmek, farklı bir gelecek ufkunu da o başkalarının ipoteği altına almak anlamını taşır. Ya da tersinden: Başkalarının meseleleri etrafında debelenip kendi sorularınızla yeni bir gündem yaratamazsanız o başkalarının geçmişine de takılıp kalırsınız. Eğer emekçilerin kurtuluşu gerçekten kendi eserleri olacaksa, soldan bir geçmiş algısı, tarihin her anını ezilenlerin kendi hayatlarını kurma güçlerinde, eylem ve örgütlenme kapasitelerindeki artış ya da azalma zaviyesinden değerlendirmelidir. Soyut ve mekanik bir ‘ilerleme’ ya da ‘modernleşme’ terazisine vurarak değil.
Eskiden İstanbul’da lodosun etkili olduğu havalarda, dalgaların sahile taşıdığı çöplerin içinden işe yarayacak şeyleri toplayıp satarak geçimini sağlayan kimselere ‘lodosçu’ denirdi. Sosyalist hareketin geçmişe dair tahayyülü ya da geleceğe dönük ufkunu inşa ederken başkalarının artıklarından, rüzgârın önüne savurduklarından beslenmeye ihtiyacı olmamalı, lodosçuluğa artık bir son vermeli…

(Bu yazı 12 Kasım 2009’da sdyeniyol.org’da yayınlanmıştır.)