Önder Akgül

 6 Aralık 2017’de ABD başkanı Donald Trump’ın Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanımasının ardından, dün (14 Mayıs Pazartesi) Kudüs’te ABD elçiliğinin açılışı yapıldı. Trump’ın kızı Ivanka Trump ve damadı David Kushner’in katılımıyla elçilik açılışının yapıldığı saatlerde İsrail güvenlik güçleri Gazze-İsrail sınırında/duvarında/dikenli tellerinde toplanmış olan binlerce Gazzeliye mermiler ile saldırıyordu. İsrail güçlerinin saldırısı sonucu -son bilgilere göre- 58 Filistinli yaşamını kaybederken binlerce Filistinli de yaralandı. Kudüs’te ABD elçiliğinin özellikle 14 Mayıs’ta açılışının elbette siyasi ve sembolik anlamı vardı. 14 Mayıs her yıl İsrail devleti tarafından İsrail devletinin kuruluşu olarak kutlanmakta. 1948’de, 1,4 milyon Filistinli içinden yaklaşık 750 bininin yerinden edilmesiyle Filistinlilerin yersizleştirilip yurtsuzlaştırılmaları, sürgün bir ulusa dönüştürülmeleri ve mülksüzleştirilmeleri üzerine bina edilen İsrail devletinin kuruluşu, Filistinliler tarafından ise Nakba (felaket) olarak tarif edilmekte ve her yıl 15 Mayıs günü bu felaket anılmakta.

 Felaketin Güncelliği

70 yıl önceye ait bu tarihsel referansları daha mühim kılan ise felaketin devam ediyor olması. İsrail devleti 1948’den bugüne inşa ettiği kolonyal apartheid rejimi ile Filistinlileri ya İsrail kontrolünde ikinci sınıf vatandaş statüsünde, ya gettolaştırılmış bölgelerde en hayati ihtiyaçların kıtlığında ya da mülteci kamplarında sürgün olarak yaşamaya mecbur bırakıyor. İsrail yönetiminin her gün daha da sağcı ve ırkçı bir yörüngeye kayması, Filistinlileri yerinden ederek, topraklarına el koyarak yerleşim bölgelerini genişletmesi ve Filistinlilerin toprak ve yaşam taleplerine pervasız bir biçimde saldırması felaketi her daim güncel kılıyor. Bu açıdan ABD elçiliğinin Kudüs’e taşınmasının muhtevası açıktır: İsrail’in yerleşimci kolonyal politikalarına açıktan destek ve Filistin direnişine, Filistinlilerin tanınma taleplerine ve kendilerini ulus olarak inşa etme iddialarına karşı açıktan bir saldırı.

ABD’nin bu desteğini arkasına alan İsrail başbakanı Benjamin Netenyahu dün de gösterdiği gibi Filistinlilerin her tür özgürlük ve tanınma taleplerine karşı pervasız bir şiddetle karşılık vermekten geri durmuyor. Bu pervasız şiddet kolonyal kibrin en somut ifadesini gözler önüne sererken aynı zamanda bu kibrin arkasındaki kırılganlığı da ortaya çıkarıyor.

Dün 58 Filistinlinin ölümüyle sonuçlanan İsrail saldırıları, aslında İsrail devletinin 30 Mart’ta Gazze’de başlayan Büyük Dönüş Yürüyüşü’ne karşı saldırılarının bir parçası ve en şiddetlisi. Trump’ın Aralık ayında Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma ve elçiliği Kudüs’e taşıma kararının ardından, Gazze’deki yerel inisiyatifler tarafından Nakba’nın 70. yılını anmak üzere Gazze-İsrail sınırını ‘’aşmak’’ amacıyla 30 Mart’ta başlayıp altı hafta sürecek ve 15 Mayıs’ta son bulacak bir ‘’Büyük Dönüş’’ Yürüyüşü başlatılmasına karar verilmişti. Filistinliler tarafından, İsrail devletinin Filistin topraklarına el koymasına karşı 30 Mart 1976’da gerçekleştirilen kitlesel eylemde İsrail güvenlik güçleri tarafından öldürülen altı Filistinliyi anmak için bu tarihte başlatılan Büyük Dönüş Yürüyüşü, aşağıdan örgütlenen inisiyatifler sayesinde Gazze halkının büyük desteğini aldı.

30 Mart’tan düne kadar devam eden eylemlerde 40’tan fazla Gazzeli İsrail kuvvetleri tarafından öldürüldü. Bu saldırıları bütün olarak düşündüğümüzde, öncelikle İsrail devletinin kibrinin, pervasızlığının arkasında yatan kırılganlığı tarif etmek elzem oluyor.

Bastırılanın “geri dönüşü”

Büyük Dönüş Yürüyüşü başladığından beri, özellikle ana akım Batı medyası, İsrail güvenlik güçlerinin barışçıl eylem için yola çıkmış olan Filistinlilere saldırılarını “çatışma” gibi ifadelerle yansıtmayı tercih etti. Halbuki gerçekte olan bir çatışma değil; aksine İsrail devletinin Filistinlilerin var olduklarını, tarihlerinin ve hafızalarının her şeye rağmen sessizleştirilemediğini beyan etmelerine tahammülsüzlüğün – İsrail devletinin en iyi bildiği yöntem ile – bir saldırıya dönüşüyor olmasıdır.

Tüm askeri-teknik gücüne rağmen var olan kolonyal fanteziler, bastırılanın geri döndüğü anlara yenik düşüyor ve yenilginin verdiği tahammülsüzlük şiddet ile kendini ifade ediyor. İsrail devletinin ve siyasi otoritelerinin bu tahammülsüzlüğünün ardında yatan, tarihin bizzat o tarihin mağdurları tarafından güncelleştirilmesi; tarihe ve bugüne dair bir hak sahibi oldukları mefhumunun gözler önüne serilmesidir. İsrail siyasi elitlerinde rahatsızlık yaratan, İsrail devletinin bizzat Filistinlilerin yersizleştirilip yurtsuzlaştırılmaları ve mülksüzleştirilmeleri üzerine kurulduğu ve var olduğu gerçeğinin gün yüzüne çıkarılmakta oluşudur. Büyük Dönüş Yürüyüşü’nün gücü, tam da bastırılanın geri dönüşünden – hem de Gazze gettosuna sıkıştırılanlar tarafından- kaynaklanmaktadır ve İsrail siyasi elitinin, sağının (ve bir noktaya kadar solunun), kolonyal rantı paylaşanların dayanamadığı işte tam da bu karşı-tarihin rücu etmesidir. 30 Mart’tan düne kadar ve dün yapılan saldırılar, İsrail devletinin bastırılanın geri dönüşüne olan tahammülsüzlüğünün ifadesinden başka bir şey değildir.

Saldırganlığın arkasındaki tedirginlik

“Yürüyüş”, geri dönüş talebini vurgulayarak Filistinlilerin, tarihin sadece mağdurları değil, bizzat kendi tarihlerini kuracak ve dikte edilmiş sınırları aşacak özneler olduklarına dair bir iddiayı da taşımaktadır. Bu nedenle, sadece Nakba’yı değil, aynı zamanda intifadaların -özellikle de birinci İntifada – hafızasını da güncellemektedir ve İsrail devletini tedirgin eden de budur. 1987’de başlayan ve yaklaşık altı yıl süren birinci İntifada’yı, halkın boykotlar ve militan eylemlerle bizzat örgütlemiş olması İsrail rejiminin meşruiyetini hem içeride hem de uluslararası kamuoyunda derinden sarsmıştır. Büyük Dönüş Yürüyüşü’nün bir intifadaya dönüşüp dönüşmeyeceğinden, öyle bir potansiyele sahip olup olmadığından bağımsız olarak, bizzat Gazze halkı tarafından siyasi örgütlerden bağımsız bir şekilde örgütlenmiş olması -bugüne kadar her tür eylemi Hamas’ın terörist saldırıları olarak tanımlayıp güvenlikçi bir anlayışla bastıran ve meşruiyet elde eden – Netenyahu rejiminde büyük bir tedirginlik yaratmaktadır.

Yürüyüşün İsrail devletinde yarattığı tedirginliğin diğer bir nedeni de bu yürüyüşün Filistinliler nezdinde hâkim olan siyasi güçlerin kronikleşmiş ataletini, bürokratikleşmesini kırma ve bir yenilenmeye yol açma potansiyelini içinde barındırıyor olmasındandır. Bir başka deyişle, İsrail’in Filistinlileri denetleme aracına dönüşmüş olan Filistin Yönetimi ile Hamas arasına sıkışmış Filistin siyasetini yeniden tanımlayacak ve kuracak bir dinamiğe sahip olmasıdır. Elbette hem içeride hem de dışarıda izole olan, İslami vurgularla “şehitlik” siyasetinin ötesine geçemeyen dolayısıyla siyasi gücünü ve siyasi bir alternatif olarak Filistinliler nezdinde itibarını kaybeden Hamas, hareket içinde bir kontrol sağlamaya çalıştıysa da başarıya ulaşmış değil. Yürüyüşün başından itibaren yerel inisiyatiflere dayanması, barışçıl ve bağımsız bir nitelik taşıması ise İsrail devletini belki de Hamas’dan da fazla tedirgin ediyor.

Bölge rejimlerinin suç ortaklığı

Trump’ın kararı ve ABD’nin Kudüs’te elçilik açması bu yürüyüşün örgütlenmesinde, gerçekleşmesinde ve Gazze halkının katılımında önemli bir etken. Bu karar, İsrail’in kolonyalist politikalarına açıktan bir desteğe denk düşüyor. İsrail devletinin Batı Şeria’da daha yayılmacı bir yerleşimci siyaseti ve Gazze’de daha keskin gettolaştırma pratiklerini uygulamasının, Filistinlileri daha da pervasız bir biçimde siyasi ve kültürel olarak izole etmesinin, ekonomik olarak daha da fazla mülksüzleştirmesinin önünü açıyor. Yalnız unutmamak gerekir ki İsrail’in yerleşimci ve gettolaştırıcı pratikleri bu denli uygulamasını sağlayan sadece Trump’ın açıktan verdiği radikal destek değildir. İsrail devletinin, kolonyal rejimi her tür siyasi, kültürel, askeri ve ekonomik baskı aracıyla göz göre göre inşa etmesini ve buna cesaret etmesini sağlayan, aynı zamanda bölgedeki siyasi rejimlerin İsrail ile dolaylı ya da dolaysız kurduğu siyasi, askeri ve ekonomik ilişkilerdir. AKP-Erdoğan rejimi de dahil olmak üzere bölgede yer alan siyasi rejimlerin kendi dahili menfaatleri, meşruiyetleri ve konsolidasyonları için, Filistin mücadelesini zaman zaman hamasi düzeyde söylemlerine dahil etmenin ötesine geçerek Filistinlilerin özgürlüğü için ya da İsrail ile siyasi, askeri ve ekonomik düzeydeki ilişkileri nihai bir biçimde kesmek gibi somut adımlar attığı henüz görülmemiştir.

Mısır ve Suudi Arabistan’ın Filistin Yönetimi’ni İsrail’in taleplerine cevap verecek şekilde İsrail’in Filistinlileri denetleyebileceği bir araca dönüşmesini sağlaması da Türkiye’nin İsrail ile askeri, teknolojik ve ekonomik ilişkilerine zarar gelmemesi için itina ile davranması da İsrail devletinin Filistin toprakları ve Filistinliler üzerindeki baskı ve mülksüzleştirme pratiklerini “sakınmadan” uygulamasına cesaret veriyor. Bu nedenle, bölgedeki birçok siyasi otoritenin İsrail devletinin inşa ettiği rejimin suç ortakları olduğunu unutmamak gerekiyor.

Boykot-Tecrit-Yaptırım

1950’li yıllardan, yani doğuşundan itibaren ulus-aşırı bir karakter taşıyan, dünyadaki çeşitli mücadelelerin kaynağı olan ve aynı zamanda dünyadaki diğer mücadelelerden de öğrenmeye çalışan Filistin mücadelesi, sol-seküler siyasi güçlerin 80’li yıllardan itibaren yaşadığı yenilgi ve Filistin halkı nezdinde itibarının ve inandırıcılığının zayıflaması sonucu hem Filistin topraklarında hem de küresel ölçekte İslamcı hareketlerin bir “davası” haline büründü. Bu da Türkiye de dahil olmak üzere dünyadaki sol-sosyalist hareketlerin Filistin meselesi ile ilgili rabıtasını zayıflatmış ve ancak büyük ölçekli İsrail saldırıları ve katliamları söz konusu olduğunda Filistin’e bakma ihtiyacını doğurmuştur.

Çeşitli İslamcı hareketler ama özellikle 2000’li yıllar itibariyle AKP-Erdoğan iktidarı Filistin meselesini siyasi hamasetine ekleyerek sol-sosyalist hareketlerin terk ettiği alanı doldurmaya çalışmıştır. İsrail devleti ile askeri ve ekonomik olarak her düzeyde çok yakın ilişki kurmaya özen gösteren bir iktidarın, Filistin mücadelesini sahiplendiğini ve o mücadelenin buradaki asli dayanışan unsuru olduğunu iddia etmesindeki tutarsızlık elbette teşhir edilmesi gereken bir durumdur. Fakat, teşhirden de öte sol-sosyalist güçler olarak, uluslararası kamuoyu açısından hali hazırda var olan en iyi dayanışma aracı olan BDS-Boykot-Tecrit-Yaptırım kampanyasına mümkün mertebe destek vererek, İsrail’in ve yerleşimci politikalarının ekonomik olarak boykot edilmesi fikrini toplum nezdine yaygınlaştırmak, enternasyonalist bir görev olarak önümüzde durmaktadır. Bu, var olan kolonyal suça ortak olan tüm siyasi ve ekonomik aktörlerin teşhir edilmesini de sağlamanın yollarından biridir.