Benedict Anderson, eserleri insanın özgürleşmesine dair derin bir adanmışlıktan filizlenmiş, eşsiz bir bilim insanıdır.

 

Sandipto Dasgupta –

 

Bizler gibi Güneydoğu Asya dışından olanlar için, Benedict Anderson, milliyetçilik konusunda yeni ufuklar açmış, 20. Yüzyılın ikinci yarısının en önemli bilimsel kitaplarından biri olan Hayali Cemaatler’in yazarı olarak bilinmektedir.
 
Anderson 13 Aralık’ta hayata gözlerini yumduğu Endonezya’da, aslen bir ‘’Endonezyanist’’ olarak tanınmaktadır.
 
Bu ülke Anderson’ın doktora çalışması konusudur. Ve ilk büyük yayını –Cornell Üniversitesi’ndeki meslektaşlarıyla ortaklaşa hazırlanan– General Suharto’nun darbesine zemin hazırlayan ve komünist solun 1965-66’daki baskılanmasının bir parçası olan, altı yüz bin Endonezya vatandaşının katliam güncesidir. Bu çalışmanın ödülü, bu “vasat diktatör”ün –Anderson’ın general titrini kullanmadan andığı Suharto’nun– saltanatının nihayete erdiği 1998 yılına kadar Endonezya’ya girişinin yasaklanması olmuştur.
 
Anderson’ın çalışma alanı Güneydoğu Asya’nın büyük bir kısmını kapsamaktaydı. Endonezya ve Cava dillerini akıcı olarak konuşabilmesinin yanında Filipin ve Tayland’ın baskın dillerini de –Tagalogca (Taga yerlilerinin dili) ve Tayca’yı ayrı ayrı olarak– konuşabiliyor ve bu üç ülkenin edebiyat, kültür ve politikası hakkında enine boyuna yazılar yazıyordu.
 
Güneydoğu Asya’daki siyasi gelişmelere dair bu derin ilgisi, onu ileride en çok hatırlanacağı çalışmasına yönlendirdi. Sömürge konumundan daha yeni kurtulmuş üçüncü dünya ülkelerindeki siyasi yaşamla olan bağlantısı vasıtasıyla milliyetçiliğin söylemsel demirbaşlığına –antiemperyalizm ve sosyalizm gibi ilerici politik programların içinde bile– tanıklık etmişti. Milliyetçilik ki bazen bu projeleri bile boyunduruğuna almıştır. Hayali Cemaatler kitabı, ulusal bir zeminde karşı karşıya gelen iki devrimci sosyalist ülke olan Vietnam ve Çin savaşına atıfla başlar.
 
Anderson, Marksizm’in –ki kendisine en yakın bulduğu politik ve entelektüel gelenektir– milliyetçilik olgusunu yeterince tahlil etmediğini, hatta pek de ciddiye almadığını düşünüyordu. Diğer politik gelenekler için de aynı şeyi düşünüyordu. Anderson, ‘’Bana öyle geliyor ki, Marksizmin milliyetçilikle mücadelesindeki başarısızlığı Marksizm’e has bir eksiklik değildir.’’ diye yazmıştır. Ona göre tam olarak benzer bir eleştiri, klasik liberalizme ve belli bir noktaya kadar muhafazakârlığa da yöneltilebilir ve yöneltilmelidir.
 
Dünya çapında mevcut siyasal söylemlerin pek çoğunu şekillendiren bu kavrama dair teorik tefekkürün belirgin bir şekilde yetersiz olması ilginç bir durumdur. Milliyetçilik, ‘’Hobbeslar, Tocquevillesler, Marxlar veya Weberler‘’ yetiştirmemiştir.
 
Hayali Cemaatler kitabın adı olmakla birlikte, bu yoksunluğun üstesinden gelebilmek için etkili bir kavramsal çerçeve çizmeye çalışmıştır. Anderson’ın iddiasınca, milliyetçilik, cemaat hissine benzer bir yoldaşlık ve kardeşlik hissi üretmekteydi. Her ne kadar bu cemaatin bazı üyeleri birbirini hiçbir zaman tanımayacak olsa da… Dolayısıyla bu cemaat hayallerde kurulmak durumundadır. Tanım olarak kısa ve öz olsa da, bu formülün açtığı düşünsel alan oldukça genişti. Kitabın başarısının altında yatan neden de Anderson’ın bu düşünsel alanın her noktasına nüfuz etme gayretidir.
 
Kitabın iddiasına göre, milliyetçilik kavramının oluşma koşullarından bir tanesi de dini toplulukların geri çekilişiyle ortaya çıkan boşluktu. Fakat Anderson bu yeni inanç içinde kilisesi bile olmayan bir adamdı. İngiliz ve İrlandalı anne babadan Çin’de dünyaya gelmiş, İngiltere ve ABD’de eğitim görmüş ve Endonezya üzerine çalışıp bu ülkeye âşık olmuştu.
 
Dinde, içinde yaşadığı toplumun kadın ve erkeklerinin muazzam aptallıklarının kanıtlarını gören kendinden emin ateistlerin aksine Anderson, üzerinde çalıştığı söylence ve yapıtlara karşı küçümseyici bir tavır göstermemiştir. “Hayali” kelimesini de asla yanlış ya da yanılsama anlamında kullanmamıştır. Daha ziyade gerçekten meraklı bir macera öyküsü okuru gibi, hayal gücünün biçimsel yapılarını ve yaratıcı ufkunu anlamak istemiştir.
 
Anderson bir yapının (millet bilinci, ulusal aidiyet) sosyal kurgu olduğunu söylemenin insanı bir yere kadar taşıyabileceğinin farkındaydı. Bu kurgusal yapıyı ortaya çıkaran mantığın incelenmesi ise asıl merak uyandıran şeydi. Bu toplulukların üyeleri aslında birbirleriyle tanışık değildi. Bu toplulukları yaratan, sürdüren ve onlara anlam atfeden “hayaller” en derin anlamda politikti. Ve belli hikâyelerin bizi nasıl avcunun içine aldığını anlama uğraşı –ve bu anlatıların sunduğu imkânlar– siyasal bir projedir.
 
Bu mantığı açıklamayı amaçlayan Hayali Cemaatler’in hikâyesinin pek çok aktörü bulunmaktadır. Ama en bilinen ana karakterleri edebi romanlar ve gazetelerdir. Yazılı eserlerin başrolü alması, matbaa kapitalizminin ortaya çıkışı ile mümkün olmuştur. Basın ve yayın teknolojisinin kitlesel ölçekte metinler üretmesi ve kapitalizmin süregelen pazar arayışlarının sonucu olarak belki de ilk defa kitlesel olarak anadilde ve tek dil ile okuyan halk kitleleri oluşmuştur ki bu da ‘ulus’ bilincinin temelini oluşturmaktadır.
 
Bu yapısal hikâye ile birlikte, Anderson gazetelere ve romanların edebi unsurlarına aynı derecede ilgi göstermiştir ki bu onların kelimeler ile ortaya çıkardığı dünyadır. Bu yayınların, modern ulusların belkemiği olan “hem anonim kalıp hem de bir topluluğun parçası olabilme” durumunu yaratmayı amaçlayan zaman ve mekân tasavvurunu kurguladıkları anlatım yapıları ve olay örgüleri üzerinde çalışmıştır.
 
Malzemenin dikkate değer genişliği ve Anderson’ın zahmetsiz bir özgüvenle süzgeçten geçirişi Hayali Cemaatler’i akademik düşünceyi bölen disiplinler arası hendekleri aşan nadir kitaplardan biri yapmıştır. Onun bu aykırı cesareti her kesimden eleştirileri ortaya çıkarmıştır. Bir eleştirmen kitabı: ‘Bir liberal için fazla Marksist, bir Marksist için fazla liberal’ olarak tanımlamıştır.
 
Kitabın mirası, milliyetçiliğin en doğru ele alınışını ilan etmekten ziyade –ister Marksist, ister liberal olsun– bu konuda farklı düşünce biçimlerine imkân sağlamasıdır. İyi kitaplar sağlam argümanlar ortaya koyar. Muhteşem olanları ise gelecekte akademisyenler ve aktivistler için üzerinde kafa yoracak yeni sorular üretir. Anderson’ınki bu ikinci kategoride yer almaktadır.
 
Hayali Cemaatler kitabı 1983 de yazılmıştır. Kısa bir süre sonra milliyetçilik bilimi ve siyasetinin ekseninde dikkate değer bir kayma ortaya çıktı. Berlin Duvarı’nın yıkılışının hemen akabinde Doğu Avrupa ülkelerinde meydana gelen ihtilaflar ve daha sonra sağ kanat etnik-milliyetçi oluşumların tırmanışı, oluşan bu yeni milliyetçi siyasetin Anderson’ın ifade ettiğinden daha karanlık bir yapıda olduğunu gözler önüne serdi. Batılı ülkeler dışında, sömürgecilik sonrası yükselen milliyetçi hareketler önemli eleştirilere hedef oldu ve solun bu hareketleri desteklerken sergilediği budalalık Anderson’ın üçüncü dünyada karşılaştığı milliyetçiliğin ilerici patinasına halel getirdi.
 
Böyle bir ortamda Anderson’ın milliyetçiliğe dönük bakış açısı bazılarına sanki romantizm gibi geldi. Bazıları ise milliyetçi tahayyülün baştan çıkarıcı gücünü inceleme arayışının, Anderson’ın bizzat kendisini baştan çıkardığını ileri sürdü.
 
Daha sonraki çalışmalarında Anderson bu kaygılara, milliyetçilikle etnik siyaset arasına bir çizgi çekerek cevap verdi. Bu ayrımı “Klasik milliyetçilik Dmitri Karamazov ise, etnik politika soysuz Smerdyakov’dur” diyerek dile getirmiştir. Etnisite siyaseti, bir kişinin topluluk üyeliğine ya kabul edildiği ya da topluluktan dışlandığı, sınırları belirli ve değişmez sınıfsal konumuna dayanır. Diğer yandan milliyetçiliğin hayali kapsamı evrensel olma ihtimalindedir –bu düşüncenin ufku öylesine genişti ki; Anderson, Endonezya’nın kendisine en yakın bulduğu ulus olduğunu iddia etmekteydi.
 
Haklı olarak bu ayrımın mevcut milliyetçi siyasette bugün herhangi bir karşılığının olup olmadığı merak edilebilir. Ancak Anderson’ın, adına ulus dediğimiz topluluğu oluşturabilecek; potansiyel olarak özgürleştirici, ilerici tahayyül imkânlarına tutunmaya çalışan romantik çabasını görmezden gelmek haksızlık olur.
 
Anderson’ın çalışması daha çok umut verici olarak tanımlanmalıdır. Modern insanların dünyayı nasıl kavradıklarına dair entelektüel bir meraktan ve bu kavrayışların nasıl özgürleştirici amaçlara kanalize edilebileceğine dair politik bir adanmışlıktan doğan bir umuttur bu. Ümit etmek için daha iyi bir sebep, bir bilim insanı için daha iyi bir motivasyon olabilir mi?

 

Çeviren: Meriç Dıraz

 

Kaynak: www.jacobinmag.com