El Yazmaları’nın “Solun Krizi, Çıkış Arayışları, Mücadele ve Olanaklar” başlıklı dosyasına Sosyalist Demokrasi için Yeniyol olarak sunduğumuz katkıyı yayımlıyoruz.

Bu yazıda birbirinden bağımsız olmayan iki krizi – işçi hareketinin ve sosyalist siyasal öznenin krizlerini – veri alarak bir sosyalist strateji tartışması yapmayı, bu iki krizi çözmeye yönelik bir mücadelenin ne doğrultuda ve hangi araçlarla yürütebileceği konusunda bazı önerilerde bulunmayı hedefliyoruz. 

I.  Topyekûn Kriz

Türkiye’yi bulunduğumuz an itibari ile bir krizler yumağı olarak tanımlamak yanlış olmayacaktır. Siyasal, iktisadi, toplumsal ve ekolojik krizlerin iç içe geçtiği, Türkiye kapitalizminin ve siyasal rejiminin topyekûn bir krizi ile karşı karşıyayız. Bu krizi kapitalizmin küresel ölçekteki krizlerinden bağımsız ele almak mümkün olmasa da, krizin (yeniden) üretimi, yansımaları, farklı toplumsal sınıflar tarafından nasıl deneyimlendiği Türkiye ölçeğinde sınıfların güç ilişkilerindeki pozisyonları, aldıkları ya da alamadıkları mevziler, ve rejimin sınıfsal ve politik tercihleri ile belirleniyor. Bu topyekûn krizin ne yönde bir çözüme kavuşturulacağı, emekçilerin ve ezilenlerin lehine olup olmayacağı yine güç ilişkileri içinde belirlenecek ve yine dünya kapitalizminin krizlerinin ne şekil(ler)de çözüme kavuşturulacağından bağımsız olmayacak. 

Saray rejiminin devasa bir krizde olduğu tespitini yapmak için artık bizzat rejimin taraftarlığına soyunanların kalemlerinden çıkan yazılara ya da ağızlarından çıkan laflara, her tür bocalamaya referans vermek yeterli olabilir, dolayısıyla burada derin bir analize başvurmanın gerekli olduğunu düşünmüyoruz.

Türkiye kapitalizminin krizi ile rejimin siyasal buhranı iç içe geçmiş durumdadır ve ikisinin de mevcut koşullarda, mevcut siyasal ve iktisadi bağlamda çözümü mümkün değildir. Krizin derinleşmesi bir yandan rejimin aşağıdakiler nezdinde geçmişte inşa etmiş olduğu hegemonik gücünü aşındırmakta, bir yandan da yukarıdaki iktidar ve sınıf bloklarını Erdoğan figürü etrafında bir arada tutacak kapasitesini erozyona uğratmaktadır. 

Bu nevi kriz dönemleri elbette muhalefet güçleri açısından çeşitli fırsatları barındırıyor. Keza böylesi bir bağlamda yaklaşan seçimler, ya da bir erken seçim kurumsal muhalefet tarafından iktidarın değişimine yönelik bir olanak olarak yorumlanıyor ve dolayısıyla düzen içi(n) muhalefet tüm siyasal yatırımını seçimlere yapıyor. Sosyalist hareket açısından bu noktada tarihin derinliklerine inmeden ama tarihin sunduğu bazı hatırlatmaları yapmak elzemdir. Öncelikle bahsettiğimiz topyekûn kriz iktidarın otomatik olarak devrileceği anlamına gelmemektedir.  Rejim hamle etme yeteneğini tamamen kaybetmiş değildir; iktidarın seçimle değişimine karşı Saray’dan çeşitli dirençlerin gelmesi mümkün olmasından da öte, AKP hala gayet ciddiye alınabilecek bir toplumsal desteğe sahiptir ve daralmasına rağmen bu desteği konsolide etmek ve radikalleştirmek için her yolu denemektedir ve deneyecektir.

Dolayısıyla emekçilerin ve ezilenlerin özgürleşmesi noktasından hareket eden sosyalist hareket için seçimlerle sınırlı olmayan, emekçi sınıfları mevcut iktidardan bir kopuşa seferber edecek bir mücadelenin inşası mühimdir. Belirtmek gerekir ki, mevcut güç ilişkileri dâhilinde seçimlerle bir iktidar değişimi mümkün de olabilir. Fakat bu iktidar değişimi bazı siyasal demokratik haklar noktasında belirli ilerlemeler sağlayacak olsa bile, emekçilerin ve ezilenlerin özgürleşmeleri nazarından oldukça sınırlı olacaktır. Hem düzen içi(n) muhalefetin doğası ve siyasal ufkundan, hem de mevzu-ı bahis olan iktidar değişiminin aşağıdan ezilenlerin mücadeleleri ve kolektif eylemliliklerini dışlayarak gerçekleşmesi üzerine kurulu olmasından dolayı, bir tür “normalleşme”ye dönüş olarak kendini sunan bu değişim projesi ne emekçiler lehine krizden çıkışı ne de otoriterlikten kopuşu önüne koymaktadır.

Rejimin bazı “aşırılıklarının’’ törpülenerek devletin restorasyonuna ve sermaye düzeninin hegemonyasını yeniden tesis etmeye yönelik bir değişim projesinden ve bunu gerçekleştirmeye talip siyasal güçlerden her tür bağımsızlık sosyalist hareket için olmazsa olmazdır. Özlemi duyulan “normal” zamanların bizzat işçi sınıfının ve ezilenlerin sosyal ve siyasal haklarının ve eyleme kapasitelerinin yerle yeksan edildiği bir dönem olduğunu, ve bugünkü rejimin de o “normal”den bir kopuşu değil aksine onun muhtemel sonuçlarından birini temsil ettiğini bir an olsun unutmamak gerekir. Bu noktada sosyalistler açısından mühim olan düzen içi muhalefetten bağımsız, emekçilerin ve ezilenlerin kolektif eyleme kapasitelerini geliştirecek, onları siyasal özneye dönüştürecek bir mücadelenin inşasıdır.

Böylesi bir mücadele elbette sıfırdan başlamaz, mevcut birikimlerin üzerine inşa edilir; fakat bu birikim konusunda çok da zengin olmadığımız aksine gayet fakir bir durumda olduğumuz tespitinden hareket etmemiz adımı nereden atacağımız konusunda yardımcı olacaktır. Yukarıda bahsettiğimiz krize ve bu krizi emekçiler lehine çözebilecek derecede güç ilişkilerine müdahale edecek bir sosyalist hareket mevcut değildir. Bu yazının yazıldığı sırada yaşanan ve kendisini keskin bir yoksullaşma olarak emekçilerin gündelik hayatlarında hissettiren kur krizine karşı, örneğin, daha önceden bir yığınağı olmadığı için sosyalist hareket çok parçalı, ancak belli mahallelere ve belli sayılara sıkışmış eylemlerle cevap verebilmekte; sosyalist hareketin emekçileri seferber edebilecek, sokağı örgütleyebilecek bir güç olmadığı ortaya çıkmaktadır. Sosyalistler olarak böylesi bir güçten yoksun olduğumuz tespiti bundan sonrası için nereden başlayacağımız, neye ihtiyacımız olacağı konusunda bize yardımcı olacaktır. 

Bu süreçte sosyalist hareketin emekçi sınıflar ve ezilenler nezdinde var olan (ya da olmayan) karşılığını veri almayan, kendini bir tür dev aynasında gören,  işçi hareketinin derlenmesini ve sosyalist hareketin uzun erimli inşasını kendine görev edinmeyen, hangi toplumsal ve siyasal güçlerin üzerine oturtulacağı muğlak maymuncuklar aramak yerine, emekçilerin ve ezilenlerin özgürleşmesine yönelik stratejik yönelimlerin, ve bunun mevcut güçler dikkate alınarak gerektireceği birleşik siyasal araçların inşası sosyalist hareketin temel meselesi olmak zorundadır. Nihai stratejik hedefler ve politik-programatik amaçlar işçi hareketinin mevcut halet-i ruhiyesinden yola çıkarak tanımlanamaz; ama herhangi bir sosyalist inşa perspektifi de işçi hareketinin, ezilenlerin ve sosyalist hareketin mevcut siyasal ve örgütsel gücünü veri almadan derlenemez. 

Bir “ikili birleşik kriz” ile karşı karşıyayız: hem işçi hareketi hem de sosyalist hareket krizdedir. İkincisinin krizi birincisinden bağımsız değildir. İşçi hareketinde bir yeniden yapılanma olmadığı sürece büyük hayallere kapılmamak gerekir, fakat işçi hareketinin derlenmesini önümüze koymadan, onu ikame edecek başka yollar aramanın da beyhude olduğunu belirtmek gerekir.

Dolayısıyla sosyalist stratejinin parçası olarak siyasal öznenin ve gerektirdiği siyasal araçların inşası işçi hareketinin krizini çözmeye, böylelikle sosyalist hareketin bunalımını aşmaya yönelik düşünülmelidir. Bu ikili krizden ve çözümüne yönelik birleşik siyasal araçların inşasından bahsederken ne demek istediğimizi ilerleyen satırlarda biraz açmamız gerekecektir. 

II. İşçi Hareketi ve Sınıf Bilincinin Yeniden İnşası

İşçi sınıfının ülkedeki ve dünyadaki durumundan bağımsız her dönem ve dünyanın her yerinde geçerli tek bir parti modelinden, tek bir mücadele aracından bahsetmenin imkânsızlığı, işçi sınıfının durumuna dair tartışmayı, siyasal özne inşası tartışmasının merkezine koyuyor. Neoliberalizm dünyanın her yerinde işçi sınıfının örgütlü gücünü dağıtıp, özgüvenini ve kolektif eylem imkânlarını yok ederken, bir yandan Türkiye ve benzeri ülkelerde hızlı bir sanayileşme ve proleterleşme dalgasını da beraberinde getirdiği söylenebilir.

Türkiye’nin son 20 yılı kelimenin tam anlamıyla eşitsiz ve bileşik gelişim yasasının nadide örneklerinden sayılabilir; bir yandan en modern elektrikli arabalar için batarya tesisleri kuruluyorken, aynı tesis için 20. yüzyılın başlarından kalma elle döküm yapılan tesislerde üretilen parçalar da kullanılabiliyor. Ali Koç geçtiğimiz aylarda Ford Otosan fabrikasında yeni bir tesisin açılışı sırasında yaptığı konuşmasında, 1997’de 1600 araç ihraç ediyorken bugün 300.000 adet araç ihraç ettiklerinden bahsediyordu. Ne Ford ne otomotiv sektörü bir istisna, Türkiye bugün dünyaya demir çelik, otomotiv, beyaz eşya, tekstil, çimento vb. ihracatında başta gelen ülkelerden birisi durumuna geldi. Dünya genelinde ticaret serbestleşmesi, Türkiye özelinde ise Gümrük Birliği üyeliğiyle beraber, Türkiye’den Bangladeş, Vietnam, Hindistan’a kadar birçok ülke dünya sanayi tedarik zincirinin ucuz ve örgütsüz emek merkezleri haline geldi. Avrupa ve ABD’de bu dönemde gelişen sanayisizleşmiş ve dolayısıyla çoğunlukla hizmet sektörü ve lojistik gibi bir tür “hiper-güvencesiz” diye tanımlayabileceğimiz, gündelik hatta saatlik işlere sıkışmış işçi sınıfından farklı bir sınıf oluşumuna tanıklık etmekle birlikte, bu maddi gerçekliğin sınıfın bilinci ve özgüveni üzerindeki farklı yansımalarından hareketle, gerektirdiği mücadele araçlarının inşası konusunda sınıfı geçtiğimizi söylemek pek de mümkün olmayacaktır. Buna elbette beyaz yakalılardan kentlerde yoğunlaşan esnek ve güvencesiz işlere, ev içi emekten işsizlere kadar geleneksel sendikaların eriş(e)mediği alanlarda kitleselleşmiş bir sınıf örgütlenmesinin yokluğunu da eklemek gerekecektir.

Emeğin örgütsüzleşmesi ve ucuzlaşmasına, son 20 yıldır muhalefeti en çok meşgul eden meselesi olan Türkiye’nin genel demokrasi ve siyasal özgürlükler sorunu eşlik etti. Daha doğru bir ifade ile, demokrasi ve özgürlükler sorunu bizzat işçi sınıfı örgütlenmesini de tarumar etmekte işlevsel oldu. Anti-demokratik ve özgürlükleri baskılayan her hamle, işçi sınıfı mücadelesine manevra sahası sağlayacak, tabiri caizse düşmanına yumruk atmadan önce kolunu gerebileceği bir alan yaratmak için gerekli propaganda özgürlüğünün kullanılmasını da engelledi. Böylece, örneğin ne grev hakkının ne de işçi sınıfının ekonomik örgütlenme imkânlarının genişletilmesi mümkün oldu, aksine her iki alanda da işçi sınıfı hareketi önemli bir gerileme yaşadı. 

Kabaca bir tasnife çalışırsak, Türkiye işçi sınıfının 2000’lerin başlarındaki, özellikle özelleştirmelere karşı mevcut haklarını müdafaaya yönelik, TEKEL, SEKA vb. defansif direnişlerden, haklarını (çoğunlukla ücretlerini) geliştirmeye, yeni haklar edinmeye yönelik bir nevi ofansif mücadelelere giriştiğini söyleyebiliriz. Bunlara en güzel örnek ise dünyada benzeri nadir görülen spontane mücadelelerden sayılabilecek Metal Fırtına ve pek çok irili, ufaklı sendikalaşma çabaları ve bunların sonucunda girişilen direnişler sayılabilir. Ancak tüm bunlar hem neoliberal saldırının seyri, hem de işçilerin örgütlenme özgürlüğü ve grev haklarını kullanma imkânları açısından dünyanın en kısıtlayıcı koşullarından birine maruz kalması ile emekçilerin bütünleşik bir sınıfın parçası olduklarına dair özgüveninin gitgide aşındığı bir dönemde gerçekleşiyordu. Kısmi kazanımlarla biten her bir mücadele bir yandan emekçilerin özgüvenini arttırırken, maalesef yenilgi deneyimlerinin de hiç de azımsanmayacak düzeyde olduğunu hatırlamak gerekir. Her bir basit kazanım, bir sonraki mücadeleyi, bir sonraki büyük adımı hazırlarken, her bir yenilgi deneyimi ise, bir sonraki çekimserliği, geri durma eğilimini mayaladı. 

Eğer bu döneme dair bu basit ve kısa arka planı veri alırsak, işçi sınıfının bir yandan kendiliğinden çeşitli mücadelelere giriştiği ama aynı zamanda özgüveninin ve sınıf olarak eyleme kapasitesinin de gitgide aşındığı bir dönemde olduğu tespitini yapmak yanlış olmayacaktır. Bu tespitten hareketle, sosyalistler açısından en önemli görevin, çeşitli kısmi kazanımlar yaratacak mücadeleler ve acil yakıcı talepler etrafında birleşik kampanyalar aracılığıyla sınıfın özgüvenini yeniden tesis etmesine, sınıf bilincinin yeniden inşasına yardımcı olmak olduğunu vurgulamak istiyoruz. 

III. Sosyalist Hareketin Krizi ve Birleşik İnşa Deneyimleri

Sosyalist hareketin durumu ise aşikâr. Eğer bugün bu hareketin krizinden söz ediyorsak ortada iyi giden bir durum varmış da çeşitli nedenlerle krize girilmiş sanılmasın. Mesele tümüyle bizim dışımızda cereyan ediyor ve yetersizliklerimize ayna tutuyor. Sarayın ülkeyi iktisadi bir felakete sürüklemesine karşı bir toplumsal öfke kabarıyor ve sosyalistler bu konuda herhangi bir yığınak yapmadığı için aciz kalıyor; krizimize dair farkındalığımızı da strateji tartışma ihtiyacımızı da bu acziyet duygusu tetikliyor.

Bu noktada asli sorun elbette sosyalistlerin bu ülkeye has olağanüstü parçalılığı. Bu çaptaki bir bölünmüşlüğün (otuz yıl önce olsa “öncünün parçalanmışlığı” derdik) akla mantığa uygun herhangi bir açıklaması yoktur, hele de emekçi kitlelerin gözünde bin bir türlü tarihsel ve/veya programatik ayrışmanın zerre kadar anlamı yoktur. Türkiye solunun geniş kesimlerinin bugün hala kendi geleneğini ve geçmişini bir dönemin stratejik tartışmalarının ve ayrışmalarının bir sonucu olarak değil de zaman-üzeri bir menkıbe düzeyinde algılıyor olması, kendi tarihsel kimliğinin sürdürülüşünü tarihsel haklılığının asli kanıtı olarak görüyor olması en temel demokratik ve toplumsal talepler ekseninde bir birleşik mücadele çerçevesi (kampanya, cephe, parti veya başka ara formlar) oluşturmanın önündeki başlıca engel olarak dikiliyor.

Türkiye’deki devrimci, sosyalist siyasetlerin hiçbirinin ciddiye alınabilir bir toplumsal karşılığı olmadığının herkes farkında. Sınırlı sayıdaki seküler kent merkezinde veya mahalledeki solcu yoğunlaşmasının yahut sosyal medyada dahi yalnızca birbirimizi görüyor (ve birbirimizle, yani yine aynı “mahallenin” sınırları içinde didişiyor) olmamızın da kimsede herhangi bir yanılsama yarattığını sanmıyoruz. Şüphesiz emekçi semtlerinde bildiri dağıtmaktan dernek açmaya, şu “Kadıköy’e sıkışıp kalmışlık” imajını aşmaya dönük parçalı bir dizi teşebbüs var ve her biri de değerlidir ancak sınırlı güçlerle yürütüldüğünden ve de çoğu kez süreklilik sağlanamadığından etkisi de sınırlı kalıyor. Homojen yapılarda siyaset yapmanın sağladığı konfor sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının önüne geçiyor.

Siyasal-programatik ayrışmaları önemsemiyor değiliz elbette. Ancak bunlar farklı tarihsel kökenlere sahip farklı bir dizi siyasal akımın belirli demokratik-sınıfsal talepler çerçevesinde, sokaklarda, işyerlerinde ve mahallelerde daha sistemli bir gündelik faaliyet yürütmeyi sağlayacak birleşik cepheler oluşturmaları önünde bir engel olmamalı. Hatta bunun da ötesinde siyasal ve programatik olarak belirli temel konularda (ki hiç şüphesiz Kürt siyasal hareketi karşısında alınacak dayanışmacı veya mesafeli tutum bu noktada önemli bir etken olacaktır) anlaşabilecek sosyalist akımların daha kalıcı siyasal zeminler inşa etmemesi için de bir neden yok.

Öte yandan sosyalistlerin örgütsel ve ideolojik zayıflığı hiç şüphesiz salt Türkiye’ye özgü bir sorun değil. Neoliberalizm dediğimiz devlet destekli piyasacılığın uluslararası çapta inşası tam da işçi hareketinin hem siyasal ve sendikal güçlerinin ezilmesi, hem de ideolojik ve kültürel bakımdan yenilgiye uğratılmasına dayanmıştır. Emeğin tarihsel kazanımları olan kamusal hizmetlerin piyasalaştırılmasına örgütsüzlüğün, bireyciliğin ve tüketimciliğin “özgürlük” söylemi cilasıyla parlatılıp yegâne makbul varoluş biçimi olarak pazarlanıp dayatılması eşlik etmiştir.

“Reel sosyalizm” olarak adlandırılan tek parti diktatörlüğü altındaki bürokratik rejimlerin yıkılması da, emekçilerin iktidarı veya eşitliğe ve özgürlüğe dayalı bir sosyalist demokrasi perspektifi bakımından bu devletlerin savunulacak herhangi bir yanı olmamakla birlikte tarihsel olarak özdeşleştirildikleri sosyalizmin itibar kaybını pekiştirmiştir. Sosyalizmin on yıllardır içine saplanmış olduğu bu inandırıcılık bunalımının da devrimci hareketlerin örgütsel ve ideolojik zayıflığında başat bir etkisi olmuştur.

Bugün uluslararası çaptaki sosyalist hareketin hali bu tarihsel mağlubiyetlerin (ve bunlara yol açan bir dizi başka stratejik tercihin ve mücadelenin) bir sonucu olarak görülmeli ve yeniden inşa tartışmaları başka ülkelerdeki deneyimlerle birlikte yürütülmelidir.

1.Birleşik Parti: Uluslararası Deneyimler

Sosyalist harekette dünya çapındaki yeniden yapılanma deneyimleri de büyük oranda bu siyasal-ideolojik zayıflamayı telafi etmeyi, bu eğilimi tersine çevirmeyi amaçladı. Yeniyol’un da dâhil olduğu uluslararası örgütlenme olan Dördüncü Enternasyonal’in hemen hemen tüm ulusal seksiyonları birleşik partiler inşa etme, geniş ve çoğulcu örgütler içinde yer alma deneyimleri yaşadılar. Bu yukarıdan dikte edilen merkezi bir karar olarak değil, ulusal ve yerel ölçekteki ihtiyaçların ve tabii ki imkânların sonucu olarak meydana gelen bir yönelimdi. Bu nedenle dâhil olduğumuz deneyimler birbirinden çok farklı örgütsel formlar alabildi.

Bunların ilki Brezilya’da 1979’da kurulan Emekçiler Partisiydi (PT). Mücadeleci bir sendikal hareket üzerine bina edilen bir kitle partisiydi PT. Sosyalist Demokrasi adıyla oradaki yoldaşlarımız başından itibaren hem bu partinin hem de içinde bir devrimci kanadın inşası için çabaladılar. Lula’nın iktidara gelişi ve neoliberal politikalar uygulamaya başlamasıyla, çeşitli tartışmaların ve mücadelelerin ardından yoldaşlarımızın önemli bir kısmı buradan ayrılıp (kimileri atılıp) bir dizi başka devrimci akımla 2004’te Sosyalizm ve Özgürlük Partisi’ni (PSOL) kurdu. Bugün PSOL, PT’nin çapına sahip olmamakla birlikte Bolsonaro karşıtı mücadelenin en etkin ve göz önündeki unsuru sayılabilir ve zaman içinde sağladığı süreklilik sayesinde hem topraksızlar hareketi hem de özellikle evsizler hareketi nezdinde bir karşılık buluyor.

Seksenli yıllardaki bir başka birleşik örgüt formu farklı geleneklerden gelen devrimci akımlarla birleşmeye dayanıyordu. Almanya ve İtalya’da Maoculuk ve Stalinizmden gelme gruplarla kurulan zeminler akamete uğramışsa da mesela üç devrimci grubun yan yana gelişiyle şekillenen ABD’deki Solidarity veya İngiltere’de bugün Anticapitalist Resistance adını almış olan yapılar ciddi bir kitleselleşmeye erişemediyse de hala yoluna devam ediyor. Danimarka’da Komünist Parti, Sol Sosyalist Parti ve oradaki yoldaşlarımız arasında 1989’da kurulan Kızıl-Yeşil İttifak, tıpkı ondan on yıl sonra kürtajın yasallaşması mücadelesinin yarattığı dalga üzerinden yine Maoculuktan ve KP’den gelen akımlarla birlikte oluşturduğumuz Portekiz’deki Sol Blok ülke içindeki siyasal-toplumsal güç ilişkilerinde ezilenler lehine etkin olmayı sürdürüyor.

Öte yandan günün imkânları ve ihtiyaçları çerçevesinde anlamlı olabilecek kimi deneyimlerin de siyasal güç ilişkilerindeki ani değişimler nedeniyle hızla güç yitirdiğine tanık olduk. Bunun en önemli örneği Fransa’daki Yeni Antikapitalist Parti (NPA) oldu. Fransa’da 68 hareketinin dalgası üzerine kurulmuş olan seksiyonumuz Devrimci Komünist Birlik (LCR) özellikle 2000’lerin başındaki toplumsal hareketlerde aktif bir yeni militan kuşakla ilişkilenmeye başlayınca, zaten on yıldır örgütün tartıştığı “yeni dönem, yeni program, yeni parti”nin gereğini yerine getirmek üzere isim ve yapı değişikliğine giderek hem bireysel hem örgütsel katılımlara açık bir geniş antikapitalist parti biçimine bürünüp, artık iyice neoliberalleşmiş sosyal-demokrasinin solundaki siyasal alanı kapsamayı hedefler. Ne var ki sosyal demokrasi içinden çıkan Jean Luc Mélenchon’un reformist Sol Parti’si NPA’nın, başka sebeplerin yanı sıra, beklenen potansiyeli gerçekleştirmesini büyük oranda engellemiştir. Benzer bir süreç Ken Loach’ın çağrısıyla 2013’te kurulan Left Unity için de geçerli olmuştur. İngiliz İşçi Partisinin solunu kapsaması tasarlanan bu birlik de Jeremy Corbyn etrafında gelişen dinamikle birlikte işlevsiz kalmıştır.

2.Birleşik Parti: Yerel Deneyimler

Pakistan’dan Güney Afrika’ya, Senegal’den İtalya’ya, İspanya’dan Uruguay’a daha birçok birleşik deneyimi saymak mümkün. Benzer biçimde Türkiye’de de Birleşik Sosyalist Parti ve Özgürlük ve Dayanışma Partisi örnekleri verilebilir. İlki (BSP) ‘94 yerel seçimleri vesilesiyle bir seçim ittifakı şeklinde Sosyalist Birlik Partisi, Emek, Kurtuluş, Yeniyol gruplarının bir araya gelmesinin ardından Sosyalist Politika’nın da katılımıyla kurulan bir sosyalist parti. ÖDP ise Devrimci Yol geleneğinin bir akımının oluşturduğu Geleceği Birlikte Kuralım Parti Girişimi ile BSP’nin birleşmesi sonucu kurulan, “sosyalizm doğrultusunda… emek güçlerinin siyasi iktidarının kurulmasını” amaçlayan ama kendine sosyalist demeyip “tüm muhalefetin partisi” olmayı önüne koyan nevi şahsına münhasır bir yapı olmuştur. Kendi çapında kayda değer bir güç birikimini içeren fakat birleşme dinamiği ve heyecanıyla var olandan da büyük bir önem atfedilen bir parti olarak ÖDP’nin bu programındaki tuhaflık bile çeşitli siyasal hassasiyetleri bir araya getirebilmek için temel birtakım tartışmaların nasıl ötelendiğine delalet ediyor. Görkemli kuruluşunun getirdiği heyecanla ve de medyanın şişirmesiyle partinin ani bir sıçrama gerçekleştirebileceği, kısa vadeli zaferler elde edebileceği intibaı hâkim oldu. Bu sıçrayışlar meydana gelmediğinde de hayal kırıklığı hâsıl oldu. Bu iki asli deneyime ilişkin daha kapsamlı değerlendirmelere ihtiyacımız var, bu konuda da Yeniyol olarak katkıda bulunmaya gayret edeceğiz. Ancak o dönemler yayınlarımızda yaptığımız bir dizi değerlendirmeden şimdilik iki paragraf aktaralım.

“BSP’de yaşadığımız iki yıllık süreci yeniden yapılanma için ancak bir ısınma olarak değerlendirebiliriz. Karşılıklı önyargıların ortak bir eylemlilik zemininde kırıldığı bir süreç olarak. Bu süreçte kimilerinin yaptığı gibi dokümanlara, dokümanlardaki satır aralarına kimi argümanları sokuşturma becerisi gösterebilmekle gerçek görüş ve anlayışların değişmediğini, kararların kağıtlara geçmesi ile gerçekten bilinçli olarak özümsenmesi arasında fark olduğunu bir kez daha gördük. BSP’nin başaramadıklarının başında gerçek bir politik tartışma yaşanamaması geliyor. Salt işe yönelik çalışma ve statik grupçuluk politik tartışmayı değil mutabakatları öne çıkarttı. ÖDP’de görüşlerin, fikirlerin mutabakat kisvesi altında hasıraltı edilmesini değil kıyasıya tartışılmasını sağlamak gerekiyor. Aksi halde herkesin ÖDP’ye girdiği gibi çıkması solun yeniden yapılanması adına kaçırılan önemli bir fırsat olacaktır”. (1996)

“Bir siyasal partinin değerlendirilmesi ancak tarihsel bir dönem analizi ile birlikte yürütülmek durumundadır. Bu açıdan bakıldığında böylesi bir değerlendirme için ÖDP henüz tarihini oluşturmamış; geniş kitleler nezdinde belli bir çekim merkezi olma, siyasal mücadelelerin önemli bir uğrağında başarısız da olsa tarihsel bir duruş ve eylem sergileme imkân ve ihtimaliyle de karşılaşmamıştır. (…) Binlerce kişilik kuruluş şenliğiyle ve tabii ki geçmişten devraldığı bir dizi mirasla hayal aleminde haneler dolduran ÖDP imajı hızla gerçeği gölgesine almıştır. Böyle olunca kendi çapındaki başarılar, kaydettiği mesafeler hep bu imaj prizmasından gözlenir olmuş; çok daha gerçekçi ve mütevazı bir ölçekte ele alındığında küçümsenmeyecek etkinlikler, gündelik sistemli faaliyetlerin hem yerini almış hem kendi mezarını kazmıştır.” (2003)

Bugün sanki bu deneyimlere atfedilen başarısızlığının siyasal grupların var oluşuna yani çoğulculuğuna dayandığına dair genel bir kabul var. Bu eleştirinin paradoksal bir boyutu var. Nihayetinde gruplar olmasaydı bu deneyimler gün yüzü göremeyecekti ve Türkiye sosyalist hareketi tarihinin bu birleşik çalışma kültürü bakımından en zengin deneyiminden mahrum kalacaktı. Tabii bu eleştiri yeni de sayılmaz. Daha ÖDP sürecindeyken dahi her aksayışta günah keçisi olarak “gruplar” işaret ediliyordu. Esas sorun gruplar arası tartışmalar değil, yukarıdaki değerlendirmelerde belirtildiği gibi hakiki tartışmaların yaşanamamasıydı. ÖDP’de esas becerilemeyen mesele ise uzun vadeli, “gündelik sistemli bir faaliyetle” sürdürülecek olan inşadır; emekçilerin ve ezilenlerin belirli acil, demokratik, toplumsal talepler ekseninde derlenip toparlanmasını hedef alacak, aşağıdakilerin özeylemliliğinin ve özörgütlenmesinin önünü açmayı, mücadele deneyimlerinde onlara eşlik etmeyi önüne koyan ve böylece işçi sınıfının anlamlı kesimleri içinde kök salmayı kendi varlığının esas nedeni olarak görecek bir yaklaşımı hayata geçirememiş olmasıdır.  

3. Zorluklar ve Olasılıklar

Dilimiz döndüğünce anlatmaya çalıştığımız gibi birleşik bir sosyalist odağın inşası için ne uygulanacak bir şablon ne de hazır bir reçete mevcut. Ve tüm bu deneyimlerden çıkan temel bir sonuç, çıkılan yolda bir yerden sonra tökezlemenin uzun bir yol kat etmekten çok daha olası olduğudur. Farklı geleneklerin, anlayışların, farklı işleyiş alışkanlıklarına sahip güçlerin bir araya gelişinin kendisi zor olduğu gibi organik bir bütün oluşturmaya dönük yeniden yapılanma süreci de bir dizi sorunu yanında getirecektir. Öte yandan birleşik inşa deneyimi boşlukta evrilmediğinden kendi dışındaki siyasal süreçlerin ve güç ilişkilerinin de basıncını yaşamak durumunda kalacaktır; yeni siyasal saflaşmalar ve sınıf mücadelesinin farklılaşan ihtiyaçları karşısında bunlara adapte olmanın yani pratik ve programatik yenilenmelerin gerektiği esnekliğin kazanılması da zorlu bir süreçtir. Fakat bu hali hazırda devrimci mücadele içinde bulunanların gözünü korkutacak bir durum olmamalıdır. Çünkü emekçilerin gündeme (ve tarihe!) müdahale edebileceği siyasal örgütlenmeyi oluşturmak zaten bu köhne burjuva düzenine karşı verilen mücadelenin tam da merkezinde bulunur. Asıl olan tökezlendiği noktada gerekli dersleri çıkarıp tekrar yola koyulmaktır.

Toparlamak gerekirse, hem işçi hareketinin hem de sosyalistlerin yukarıda tarif etmeye çalıştığımız krizinin koşullarında bugün stratejik önceliğimiz emekçilerin ortak talepler etrafındaki mücadele kapasitesini arttırmaya, özgüvenlerini yükseltecek kazanımlar elde etmelerine katkıda bulunacak yani sınıf mücadelesine ve sınıf bilincinin yeniden şekillenmesine faydalı olacak bir birleşik siyasal aracı sabırla inşa etmek. Bugünden yarına birleşik partiler ilan etmek değil elbette kastımız. Ama bu perspektif dâhilinde birleşik mücadele çerçeveleri oluşturmaktır. Krize ve yoksullaşmaya karşı sınırlı sayıda acil talep çerçevesinde bir birleşik kampanyanın örülmesi, toplumsal öfkeyi örgütlemek için bir ortak zemini şekillendirmek ve birlikte çalışma deneyimlerinin derinleştirilmesi bakımından önemli bir imkân olabilir.

Önümüzdeki seçim dönemeci de bu bağlamda değerlendirilebilir. Sosyalistlerin meclisteki mevcudiyeti üzerinden ani sıçramalar yaşanacağı hayaline kapılmadan emekçilerin ve ezilenlerin yakıcı sorunları çerçevesinde bir ortak seçim kampanyasını, seçimden sonrasını da hedefleyen uzun soluklu bir sosyalist inşa perspektifiyle yürütmenin imkânları zorlanmalıdır. Öte yandan birleşik mücadele ve inşa çerçevelerinin yaratılması için, nispeten belirli bir kitleselliğe ulaşmış ve daha geniş siyasal müdahale imkânlarına sahip yapıların irade göstermesi, hâlihazırda bir güç birikimine sahip sacayağı işlevini üstlenmesi elbette ki elzem olacaktır.

Bu noktada özellikle Türkiye İşçi Partisi’ne önemli bir görevin düştüğünün de altını çizmek isteriz. Burada maksadımız kendi dışımızdaki siyasal yapılara görevler biçmek değildir şüphesiz. Ayrıca TİP’i vurgularken, TİP’in diğer sosyalist yapılara nazaran daha fazla örgütlü insanı kapsayıp kapsamadığı ya da daha fazla örgütsel aygıta sahip olup olmadığı noktasından hareket etmiyoruz. TİP’in parlamenter imkânlara sahip oluşu ise hiç değildir kendisini vurgulama sebebimiz. Türkiye’de uzun yıllardan sonra ilk defa bir sosyalist yapının ahali ve emekçiler nezdinde bir itibar kazanıyor oluşu bizim açımızdan gözden kaçırılacak bir hadise değildir. Bu itibar henüz rüşeym haldedir ve işçi sınıfı içinde bir sosyalist örgütün ya da akımın ağırlık kazanıyor oluşu ile karıştırılmamalıdır. Fakat sosyalist hareketin krizi tartışmasını, sosyalistlerin bütününün emekçiler nezdinde anlamlı bir karşılığı olmadığı tespitinden yola çıkarak yaparken, rüşeym halde de olsa TİP’e yönelik gelişen bu ilgi ve itibarı görmezden gelmek öncelikle kendi söylediklerimizle çelişmek olacaktır. TİP’in bu ilgiyi nasıl örgütleyeceği ve emekçi sınıflar içinde kökleştirip kökleştiremeyeceği, parlamenter görünürlüğü ve etkinliği sosyalist inşa faaliyetine ikame edip etmeyeceği, sosyalist hareketin bütünün krizini çözmeye yönelik kendi dışındakiler ile birlikte bir stratejiyi bizzat mücadele alanlarında geliştirip geliştirememesinden bağımsız olmayacaktır.

Biz bu noktada, seçimleri kapsayan ama onunla sınırlı olmayan, sosyalist hareketin uzun erimli inşası için birleşik mücadele araçlarının yaratılması noktasında TİP’in önemli bir katalizör işlevi görebileceğini düşünüyoruz. Daha önce de vurgulamış olduğumuz gibi bizim için asli perspektif sabırlı bir çalışmayla işçi sınıfının içerisinde kök salan, ekososyalist ve feminist, çoğulcu ve enternasyonalist bir devrimci kitle partisinin inşasıdır. Bu zorlu ve meşakkatli bir süreç, daha fazla gecikmeden yola koyulmakta fayda var.

Sosyalist Demokrasi için Yeniyol