Özlem Onaran –

İnsanları sınıflara bölen sömürü sistemini bütünlüklü bir biçimde açıklamak için insanların bir kısmını ırklarına ve cinsiyetlerine göre eşitsiz, baskıcı, sömürücü ilişkilere mahkûm eden ırkçılığı ve erkek egemenliğini de anlamak zorundayız. Bu, sınıf analizine cinsiyet analizini ekleme veya bunların neden kesiştiğini gösterme meselesi değil; cinsiyet kavramını kullanarak sınıfı daha derin, daha tarihsel ve daha kapsamlı bir biçimde açıklamak ve dolayısıyla da cinsiyetçiliği de bütünsel bir sistem içinde yerli yerine oturtma çabası.

Erkek egemenliğinin açıklanmasına klasik Marksist teori hangi araçları sunuyor?

Marx ve Engels, kadınların durumunun toplumların evriminin değerlendirilmesinde önemli bir gösterge olduğunu ilk belirtenlerdendi. Erkek egemenliğinin belli tarihsel koşullarda geliştiğini ve kadınların ezilmişliğinin değişmesinin hem mümkün hem de insanlığın kurtuluşu için gerekli olduğunu yazmışlardı. (Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni)

Marx ve Engels takas için üretimin insan etkinliğinin küçük bir bölümünü oluşturduğunu söyleyerek kendi zamanlarındaki ekonomi politikanın sınırlarının ötesine geçmişlerdi. Bu kadın ve erkek ilişkilerinin ve ailenin örgütlenme biçiminin yeniden üretim bazında analizi için bir zemin sağlıyor.

Engels, Ailenin, Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde, insanların üretken etkinliğini üretim ve yeniden üretim bazında açıkça ayırır ve yeniden üretimi, insanların kendi emek gücünün üretimi ve türünün devamının sağlanması olarak tanımlar.

Marx ve Engels’in analizi, insanların yaşamlarını sürdürme etkinliğinin, üretim ve yeniden üretimin varoluşlarını, ilişkilerini nasıl belirlediğine işaret ediyordu. Alman İdeolojisinde tarih yazımının, insanlığın kendini içinde bulduğu doğal koşullardan ve bu koşulların tarih boyunca insanların faaliyetleriyle nasıl değiştiğinden hareket etmesi gerektiğini yazmışlardı. İnsanların yeniden şekil verdiği maddi koşullar, bu üretim ve yeniden üretim sürecinde insanların “doğa”sını da belirler.

İnsan kimliğinin maddi zeminine dair bu en temel Marksist tezler bugün kadınların ezilmişliğini toplumsal varoluşun geneli içinde açıklamaya yarayacak öncülleri sunuyor.

Marx’ın emek değer kuramında da kadın emeğini, özellikle ev emeği tartışmasına ışık tutacak bir ipucu var. Marx kapitalizmde emeğe değer biçilmesini teorileştirirken aynı zamanda ortaya çıkan teorinin kapitalizmin toplumsal ilişkilerinin bir eleştirisi olduğunu belirtmiştir. Kapitalizmde, ekonomik anlamda sadece üretim sürecinde sermayeye pazarlanan emek üretken emek olarak değer yaratıyor. Dolayısıyla, insanların ortak çalışması “şeylerin” değişimiyle denetlenmiş oluyor. Marx, Artık Değer Kuramlarında aslında insanların en önemli etkinliği olan zevk, yaratıcılık için yaptıkları üretimin kapitalist üretim ilişkileri içinde ekonomik anlamda “değer” üretmediğini yazar. Bu eleştiri tarihsel olarak kadınlarca yapılan işlerin değersiz görülmesini reddettiği için önemli. Ayrıca kadın emeğini açıklamak için “ev içi emek değer üretir, o da bir biçimde pazar ilişkilerinin parçasıdır” diyerek, piyasaya sunulan emeğe analoji geliştirme çabası hem yanlıştır hem de gereksizdir. Kadının ev içi emeğinin kapitalist ekonominin mantığı açısından “değer” üretmiyor olması ne kadınların yaptığı işin ne de üzerlerindeki baskı ve şiddetin önemini azaltır. (Bu konuyla ilgili olarak kadınların bir sınıf oluşturduğu, bütün kadınların artık değer yarattığı ve buna erkeklerce el konulduğu, dolayısıyla kadınların erkeklerce sömürüldüğü ve erkek egemenliğinin bir üretim tarzı olduğuna dair tartışmaya ve bizim eleştirimize ileride döneceğiz.)

Marksizm bir üretim tarzının tanımlanmasında üretici güçlerle üretim ilişkilerinin karşılıklı etkileşimine bakar. Bu noktada insanları bir arada tutan işbirliği tarzı ve güç dengeleri-ilişkileri bizzat üretim tarzının belirleyicileridir. Üretim ilişkileri ise üretim alanının sınırlarından çok daha geniş bir çerçevede, toplumun topyekûn statükosunu sağlayan ve aynı zamanda çatışma zeminini de yaratan güç ve zor ilişkileriyle birlikte var olur. Bu teknolojinin ve ekonominin tekil belirleyiciliğinin reddi için bir zemin sağlar ve aynı zamanda cinsiyetçilik, ırkçılık gibi baskı ve denetim mekanizmalarının da üretim tarzının ve verili bir sınıflar arası ilişkiler ağının sürekliliğini sağlayan güç ilişkileri içinde yerini almasını sağlar. Güç ilişkilerine, bunların içerdiği çelişkilere ve neticede insan etkinliğinin bu çelişkileri değerlendirerek güç ilişkilerini nasıl değiştirdiğine vurgu yapan bir teori, kadınların ezilmişliğinin biyolojik olarak belirlendiğini veya sınıf sömürüsünün basit bir türevi olduğunu iddia edenlerin çıkmaz sokağını yıkar ve maddi kökenleri olan, diğer baskı biçimleriyle içice geçen cinsiyetçiliğe karşı mücadeleye bir yol açar.

Klasik Marksist analiz, tarihsel maddecilik, kadınların ezilmişliğini açıklamak ve bunu sınıflar arası ilişkinin geneli içinde de yerine oturtmak için gerekli yöntemi veriyor. Fakat bütün bu klasik tezler, ne Marx ve Engels’in bu konuda kendi çalışmalarındaki sınırlılığı ne de daha sonraki pek çok Marksistin topluma, cinsiyetçiliği hiçe sayan, eksik bir sınıf perspektifinden bakışını engellemeye yetmedi.

Sınırları Aşmak

Marx ve Engels’in ardılı çoğu Marksist, üretim ilişkileri yerine üretici güçlerin ve direk olarak değer üretimi aşamasında ortaya çıkan çelişkilerin belirleyiciliğini öne çıkardı. Bu toplumsal ilişkilerin karmaşıklığının indirgemeci, dar bir bakış açısıyla ele alınmasına yol açtı. Bu da bütün ilişkileri pazar için yapılan üretimin sınırlarına hapsetti. Kuşkusuz Marx ve Engels’in yaklaşımlarında ve mücadele için strateji geliştirme çabalarında para ve değer üretimine ayırdıkları bölümlerin yoğunluğuna bakıldığında bu tür bir sapmayı anlaşılır kılan yanlar var. Bu biraz da Marx ve Engels’in bütün teorik mirasında vurguyu nereye yapmak istediğimizle de ilgili. Onların üzerinde yoğunlaştıkları tartışma yerine, değinip geçtikleri belirlemeleri ve kendi sınırlılıklarıyla ilgili özeleştirilerini bugünkü teorik ve pratik birikimimizle daha kullanışlı hale getirmeliyiz. Bu bir aklama girişimi değil, Marx ve Engels’den bu yana elimizde biriken bilgiyi ve mücadele deneyimini kadın kurtuluş hareketine aktarabilme çabası. Eleştirel olmayan, dogmatik bir Marksist gelenek ise sınırlılıkları kurallaştırarak kadınların özgürleşme mücadelesinin önüne hem teorik hem de pratik engeller koymuştur.

Bir önemli sınırlılık Marx ve Engels’in çoğu cinsiyet ilişkisinin doğanın parçası olduğuna dair toplumlarının ve çağlarının Viktoryan varsayımlarından asla tamamen kopmuş olmaması. Gerçi Marx ilk toplumsal işbölümünün kadınlarla erkekler arasında olduğunu doğru tespit etmişti, ama bu işbölümünü kadın ve erkeklerin biyolojik yapılarına göre farklı olan cinsel rolleriyle sınırlı görerek yanıldı. Sınıflı toplum öncesi aile ve kabilelerdeki cinsiyet rollerinin çeşitliliğini ve karmaşıklığını, çocuk doğurmak gibi biyolojik olarak tanımlanan cinsel işbölümüne indirgedi ve aile içindeki işbölümünün “doğal” olduğunu söyledi. Dolayısıyla Marx’a göre işbölümü sadece kafa ve kol emeği arasındaki ayrımın ortaya çıkmasıyla gerçekten önemli ve belirleyici hale geldi. Marx ve Engels, her ne kadar kadınların ezilmişliğinin toplumsal süreçlerle belirlendiğini ve bunu aşmanın mümkün olduğunu belirtmişse de, cinsler arasındaki işbölümünün nasıl doğallıktan çıkıp cinsiyetçi bir işbölümüne dönüştüğünü, cinsiyet ilişkilerini üretime ve toplumsal çatışmaya dair bir teoriye dahil edecek şekilde analiz edemeyerek önemli bir fırsatı kaçırdılar. Bu arada homofobi, erkeklerin cinsel saldırganlığı gibi çağlarının önemli erkek merkezli önyargılarından da azade değillerdi. Engels’in ailenin kökenlerine dair araştırması da döneme özgü, hiç de maddeci olmayan kimi yanlış verileri kullanıyordu: Kadınların tek eşliliğe olan arzusu ve erkeklerin mülkiyetlerini kendi kanlarından gelen erkeklere geçirmeye olan içgüdüsel isteği, ataerkil aile yapısının doğuşunu açıklamak için kullanılan yanlış ve idealist görüşlerdi.

Marx’ın Fransa’da Sınıf Mücadelesi, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i gibi somut tarihsel analizlerinde güç ilişkilerinin ve toplumsal çelişkilerin sınıflar mücadelesi zemininde nasıl dönüşümlere yol açtığının, diyalektiğin ve tarihsel maddeciliğin çok düzlemli bir uygulamasını bulmak mümkün. Fakat yine de Marx ve Engels çoğu teorik yazılarında sınıflı toplumda değişimin ana kaynağı olarak üretim ve değişim noktasındaki çatışmayı vurguladılar. Dolayısıyla onların diğer yazılarında bulunan daha kapsamlı bir inceleme için ipuçları ve özellikle de Engels’in kendisinin ve Marx’ın sırf çağdaşlarının yadsıdığı kimi ilişkileri açığa çıkarmak için ekonomik etkenleri zaman zaman aşırı vurguladıklarına dair eleştirisi göz ardı edildi. Engels, ekonomi dışı faktörleri “hakettiklerinden fazla” ihmal ettiklerini yazar. Ama yine de, tarihte bir rol oynayan ideolojik aygıtların bağımsız olarak gelişmediklerini söyledikleri zaman onların tarihte herhangi bir etkisinin olduğunu da inkar ettiklerine dair bir algılayışın yanlış okuma olduğunu söyler ve bu yanlış okumaya saplanan ardıllarından yakınır. Bu algılayış “… neden ve sonucu karşıt kutuplara koyar, tamamen diyalektik dışı bir kavramlaştırma, etkileşimin topyekün yadsınmasıdır; bu baylar, bir kez tarihsel bir unsur başka unsurlarca, neticede ekonomik etmenlerce ortaya çıkarıldı mı, bizzat geri dönüp süreci etkilediğini ve kendi çevresini ve hatta kendi nedenlerini de etkileyebileceğini çoğunlukla büyük bir talihsizlikle unutuyorlar.”(1)

Engels ve Marx, tarihin materyalist kavramsallaştırılmasına göre, tarihteki belirleyici unsurun son kertede, gerçek yaşamın üretimi ve yeniden üretimi olduğunu söyledi. Bundan daha fazlasını ne Marx ne de Engels hiçbir zaman öne sürmedi. Bu insanların kendi tarihlerini verili koşullarda kendi elleriyle yaptığının kabulüdür. Kuşkusuz bu tarih yazımı, kolektif iradeye ve isteğe dayalı olmaktan çok ihtiyaçların belirlediği, ekonomik sınırlamalarla çizili bir zeminde belli tercihlerin ve olası yönelişlerin birbiriyle çatışması ve bir hakimiyet savaşının sonucudur. Dolayısıyla durum, ekonominin tek yönlü, basit ve otomatik bir etki yaratmasından çok daha karmaşıktır. Üst yapının ve ideolojilerin ekonomik koşullarla karşılıklı bir etkileşim içinde belirlenir ve sonuçta insanların toplumsal varoluşunu belirler. Ayrıca ekonomik koşulların neler olduğunu da netleştirmek gerek: Bu sadece üretim teknolojisi, fabrika sınırlarındaki emek süreci vb. değildir. Emek süreçleri üretim alanının sınırlarını çok aşar bir çerçevede belirlenir; kontrol mekanizmaları işyerindeki kontrolden çok daha karmaşıktır. Bu noktada Engels’in şu cümlesi dikkate değer: “Biz ekonomik koşulları son kertede tarihsel gelişmeyi belirleyen etmen olarak görüyoruz. Fakat ırkın kendisi de bir ekonomik etmen.” (Heniz Startenburg’a Mektup, l894).

Dogmatik Marksistler ise üretim sınırlarına hapsolmuş ekonomist bir teoriyi yeğledi ve bu şemaya kadınları eklemeye çalıştıklarında da analizlerini kadınların üretim araçlarıyla olan dolaysız ve dolaylı ilişkileriyle sınırladılar. Üretim araçlarıyla benzer ilişkileri olanlar arasındaki eşitsizliği açıklamak Marksist teorinin kurgulanışında öncelikli bir yere sahip değildi.

Marksizm esas olarak, ayrıcalıklı bir kesimin nasıl bir toplumun üretken kaynaklarını denetleyerek çoğunluğun yaşamını denetlediğini açıklamaya çalıştı. Bunu açıklarken geleneksel Marksizm insanların mal üretimiyle ilişkilerinde yoğunlaştı ve tabii ki insanların görünür tek kimliği sınıf aidiyetleri oldu. Dolayısıyla bu ilişkiler içindeki kadınlar, kadın işçi olmaktan çok, sadece işçi olarak görüldü. Bunun bir uzantısı da (yeniden üretimin önemi belirtilmiş olsa da) evde çalışan kadınların kapitalizmin Marksist analizinde bağımsız bir yerlerinin olmaması; bu kadınların sınıfsal konumlarının kocalarının veya babalarınınkine bağlı olarak algılanması. Bunun sonucu ise cins körü bir tablo. Alisan Jaggar bu konudaki feminist eleştiriyi şöyle aktarıyor:

“Feministler kadınların ezilmişliğinin çoğu görünümünün, Marksist ekonomi politikanın kategorilerince açıklanmadığını iddia ediyor. Kadınlar sınıf, ırk ve etnik kökenlerle ayrışmış olsa bile ortak ezilme deneyimlerini paylaşıyorlar… Bütün sınıflarda, kadınlar erkeklerden daha az para, güç ve boş zamana sahip.”(2)

Cinsiyet ilişkilerinin gerçek dinamiğini inceleyememek çoğu Marksist’i kadınların ezilmişliğinin yegane veya en azından belirleyici nedeninin kadınların yaptığı işin marjinalliği ve kadınların ürünlerinin ve hizmetlerinin “özel doğası” olduğu düşüncesine itti. Bu ekonomist yaklaşım sonuçta kadınların iş yaşamına girmelerinin cinsiyet rollerindeki ayrımları ve burjuva ailesini ortadan kaldıracağına dair yanlış öngörülere yol açtı. İşverenler kendi çıkarlarına olduğundan erkeklerin yerine düşük ücretlerle kadınları işe alacak ve güçlü bir işçi hareketi ya da kapitalizmin yok oluşu kadınların toplumsal mücadele ve gelişmelere tamamen entegre olmasının yolunu açacaktı. En azından kadınları işgücüne katılması onları kendi sınıflarından erkeklere eşitleyecekti. Kapitalizmin bütün emeği piyasa sistemine ve mal üretimine çekmesiyle kadın özgürlüğünün de “ön koşulları” doğacaktı.

Kadınlarla ilgili gerçekliğin kavranmasında sorun yaratan engel aslında, çelişkilerin ve çatışmanın diyalektik, tarihsel maddeci yorumuna da ters düşen, doğrusal determinist bir ilerleme perspektifi. Marx ve Engels, birer 19. yüzyıl bilim insanı, filozofu olarak ne kadar devrimci olsalar da, teorilerini dönemlerinin ilerleme perspektifinden çok kurtaramamışlardı. Bu talihsizlik, onlarda çağdaşlarından daha az da olsa, sınıfsız bir topluma doğru yürüyüşü doğrusal ve tek yönlü bir ilerleme olarak varsayma eğilimini doğurdu. Bu durum çoğu değişimin nesnel olarak veya tarihsel olarak ilerici olduğu tespitini getiriyordu. Marx’ın daha sonra, bu doğrusalcı ilerleme anlayışıyla hesaplaşması önemlidir ve ne yazık ki gözden kaçmış bir ayrıntıdır:

“Teorim kendisini, Batı Avrupa’da kapitalizmin doğuşuna ilişkin tarih taslağımı, son kertede toplumsal emeğin üretici güçlerinin en yaygın genişlemesiyle birlikte insanın en bütünlüklü gelişimini mümkün kılacak ekonomi biçimine ulaşabilsin diye, tarihsel koşullar ne olursa olsun kaderin bütün halklara dayattığı bir (marche generale) genel yürüyüşün tarihi felsefi bir teorisine dönüştürmeye zorunlu hissediyor. Fakat teorimden özür diliyorum. Beni hem gururlandırıyor hem de çok utandırıyor”(3).

Dogmatik Marksistler, Marksizmi, böyle bir süzgeçten geçirerek değerlendirmedi ve doğrusal ilerlemeci bakış kadınların durumunu incelerken de ayağımıza dolandı. Beklenenin aksine teknolojinin gelişmesi, erkek işçiler de dahil erkeklerin demokratik haklarının çoğalması, işçi örgütlerinin kurulması, ne yazık ki akabinde kadınların konumunu kötüleştirdi ve kadınları erkeklere daha bağımlı kıldı. 17. ve 18. yüzyılların büyük burjuva devrimleri erkeklerin demokratik haklarını genişletti ve erkek işçilerin dayanışmasının önünü de açtı. Fakat bu durum kadınların eskiden sızabildikleri, siyasi ve ekonomik güce, kenarından dokunmayı başarabildikleri küçük delikleri de kapattı. 1900’lerin başında Amerika İşçi Federasyonu’nun büyük örgütsel başarıları erkek işçilere, pek çok kadının iyi eşlerden mahrum bırakılmasına yol açan koruyucu yasalar “kazandırdı.” Çoğu işçi eşi, kocalarına daha bağımlı hale geldi. Pek çok eski sömürge ülkede kadınlar erkeklerin dahil olduğu yeni ekonomik ilişkilerin dışında kaldılar. “Bunda özenilecek bir şey yok” denilebilir, ama sonuçta kadınlar bu ülkelerde yeni teknolojilerin kazanımlarının da uzağında kaldılar ve basitçe daha ağır ve daha çok işe mahkum edildiler.

İşçi sınıfının “nesnel çıkarları”nı sanki ortada yekpare bir işçi sınıfı varmış gibi algılamak en büyük hata oldu. İşçi sınıfı sadece sendikalı işçilerden oluşmuyor ve kimi zaman onların sadece kendileri adına kazandıkları, marjinal sektör çalışanlarına, işsizlere, kadınlara, etnik azınlıklara, ezilen ırk ve ulus mensuplarına doğru yaygınlaşmayabilir ve hatta tarihteki kimi örnekler gibi onların tam da zararına olabilir. (İşçi sınıfının kimleri içerdiği ve devrimci özne olarak işçi sınıfının ortak çıkarları ve bilinci sorunu üzerine bkz. bu sayıda, İşçi Sınıfı ve Devrimci Özne.)

Kadınların kurtuluş hareketini hâlâ işçi sınıfını bölen talepleri gündeme getirmekle suçlayanlar gerçekte işçi sınıfının ayrıcalıklı kesimleri için bir kurtuluş tahayyül etmekle pek ala suçlanabilirler. Burada feminist harekete dahil olan kadın işçileri “yanlış bilince” sahip olmakla suçlayanlar her şeyden önce kendi yanlış bilinçlerini sorgulamalılar.

Kadınların üzerindeki baskı ve şiddetin ne kadar yaygın olduğu ve farklı sınıflardan, ırklardan kadınlar arasında nasıl ortaklıklar yarattığı göz ardı edildi. Üstelik bu baskı ve şiddet basitçe çalışma yaşamındaki baskı veya ev işinin yükleriyle açıklanamaz.

Erkek sendikacılar birçok deneyimde kadınların ön saflara geçmesine ve kadın çalışanlarla ilgili özgül taleplerin yükseltilmesine engel olabiliyor; üstelik bu işçilerin arasında ayrışmaya yol açtığı ve dolayısıyla sınıfın çıkarlarının aleyhine olduğu halde bu konudaki inatlarını kırmıyorlar. Kadınların önemli işlerin üstesinden gelemeyeceğine dair önyargılar erkeklerin sınıf için en iyi olanı yapıyor olduklarına dair büyük bir inançla her yola başvurarak kadınları saf dışı etmelerine yol açabiliyor. Hâlâ “faziletli” kadın ve “kötü, cazgır” kadın kalıpları kadınların mücadelede militan bir rol oynamalarına, öne çıkmalarına engel olabiliyor.

Kadınların ezilmişliği tarih boyunca ve bütün toplumlarda yaşanmış, evrensel doğal bir “kader” değil, ama bugün kadınlar üzerindeki baskının, cinsel şiddetin yaygınlığı kapsamlı bir analizi gerekli kılıyor. Bu baskı ve şiddet sınıf çelişkisinin bir yan ürünü olarak ve onun aşılmasıyla kendiliğinden aşılabilecek geçici bir durum olarak değerlendirildiğinde, kadınlar da işçi sınıfının onlara gerçekte ne vaadettiğini haklı olarak sorgulayacaklardır. Bu sorgulamanın en önemli dayanağı geçmiş bürokratik işçi devletlerinin deneyimidir. Kadınları öznesi yapmayan ve kadınların yaşadığı baskı ve şiddeti merkezine almayan bir devrim, işçi sınıfına da özgürlük vaadedemiyor.

Feminizm ve gerçekliğe yeniden bakmak

Kadınların işgücüne katılımının çok da onların özgürlüğüne attıkları bir adım olmadığı anlaşılınca bunu açıklamak da zorunluluk oldu. Kapitalizmi tek bir egemen grubun çıkarları doğrultusunda mekanik bir şekilde işleyen bir mekanizma olarak algılayan, sınıf ilişkilerini üretim alanıyla sınırlı gören Marksistler kapitalistlerin niçin hemen ucuz kadın emeği karşısında ellerini ovuşturup, parlayan gözlerle erkek işçilerin yerine kadınları işe almadığını anlamakta güçlük çektiler. Bunun üzerine kapitalistlerin kadınların evde oturup ailenin giderlerini hafifletmek üzere çalışmasını uzun vadede daha faydalı bulduğunu ve mantıklı bir tercihle kısa dönemli çıkarlarını uzun dönemli hesaplarına feda ettiklerini düşündüler. Kuşkusuz gerçekte kadınların çalışmasına direnenler daha çok erkek işçiler ve hatta kimi zaman kocalarının işten atılmasını istemeyen eşlerdi. Radikal feministler bu gerçeği gösterdiğinde duymazlıktan gelen ya da onları hakaret yağmuruna tutanlarsa tarihin gerisine düştüler. Kapitalistlerin hesaplarıysa daha karışık. Onlar kadınların hem ev işini üstlenmesini tercih ediyor hem de ikili bir pazar yaratarak bir takım işleri “kadın işi” haline getirip, önemsiz ve kolay olduğu iddiasıyla ya da sosyal haklardan kesintiyi kadınlara kabul ettirerek, bu sektörlerde ücretleri düşürebiliyorlar. Bu noktada erkek egemenliğinin işçi sınıfını bölen, disiplinize eden ve emeğin değerinin altında ücret alınmasına yol açan psikolojik işlevine işaret eden feminist analiz önemli.(4)

Geleneksel marksizmin kadınların ezilmişliğini açıklamaktaki yetersizliği, feministleri sınıf analizinin yetersiz olduğunu, erkek egemenliğinin sınıfsal baskı ve sömürüden daha öncelikli olduğunu iddia etmeye itti. Shulamith Firestone, Susan Brownmiller, Gayle Rubin gibi feminist teorisyenler cinsiyet sisteminin temel belirleyici olduğunu, cinsiyetçiliğin insanın toplumsal varoluşuna bütün yönleriyle şekil verdiğini ve diğer eşitsiz güç ilişkilerine bir model oluşturduğunu yazdılar. İşaret edilen bu nokta çok önemli ama bu iddia giderek cinsiyetçiliğin biricik belirleyici olduğu ve diğer baskı ve sömürü biçimlerinden de etkilenmediği noktasına varınca yine gerçekliğin parçalı bir tablosunu verme sorununu aşamıyor. Üstelik cinsiyetçiliğin diğer eşitsizliklere model oluştururken hangi maddi zeminde durduğu konusunda da problemler var: Shulamith Firestone bu maddi zemini kadınlarla erkekler arasındaki biyolojik farklılıklarda görüyor (5). Susan Brownmiller kadınların ezilmişliğinin evrensel bir doğaya sahip olduğu varsayımına saplanıyor (6). Bugünkü baskının yaygınlığı ne kadar gerçekse de bunu bütün zamanlara ve toplumlara evrensel bir genelleme olarak yaygınlaştırmak tarihsel olmayan bir yaklaşım.

Cinsiyetçi gözlükler atılmış olarak yapılan antropolojik araştırmalar, kadınların sorumlu olduğu işlerin hiç de prestijsiz olmadığına veya cinsler arasında bir asimetrik rol dağılımının pek az bulunduğu toplumların varlığına dair veriler çoğaltıyor.

Esasen ilkel toplumlarda erkek egemenliğinin ortaya çıkışının, cinsler arasındaki iş bölümünün doğası gereği olmadığı, bu işbölümünün cinsiyetçi işbölümüne dönüşmesinin ticaret veya savaşların yarattığı basınçla eş zamanlı olması ya da daha geç zamanlara rastlayarak sömürgeciliğin doğrudan etkileriyle gerçekleştiği bu araştırmaların politik açıdan önemli sonuçlarından.(7)

Kuşkusuz radikal feminizmin cinsler arasındaki eşitsizliğin yaygınlığı ve önemi ve cins körü teorilerin toplumsal eşitsizliğin önemli bir bölümünü açıklanamaz kıldığına dair vurguları önemli. Bu vurgular sosyalist feminist teoride de ele alınıyor ve cinsiyet rollerinin toplumsal olarak kurulduğu belirtilerek bu eşitsizliği açıklayacak kategoriler yaratılmaya çalışılıyor. Bu bir açıdan, Marksist sınıf analizinin ve üretim tarzı kavramının kadınlara yönelik analojisinin geliştirilmesi ve Marksizmde bulunduğunu düşündükleri kategorik boşlukları doldurma çabasıdır.

“Sosyalist feministler, çocukların ve cinsel ve duygusal tatminin üretiminde yöneten grubun, tek başına değilse bile, baskın olarak erkeklerden oluştuğunu ve bu malların üretiminde çalışan grubun baskın olarak ve hatta tek başına kadınlardan oluştuğuna inanıyor… Marksist bakış açısından, sömürü zora dayalı, karşılığı alınmayan, ürünü üreticilerce denetlenmeyen artık emektir… Bu nedenle, bir grup olarak erkekler, bir grup olarak kadınların emeğini kontrol ettikçe ve bundan çıkar sağladıkça, sosyalist feministler erkekleri bir grup veya sınıf olarak kadınları sömüren bir grup veya sınıf olarak görecektir.”(8)

Bu tür bir sosyalist feminist yöneliş (ki sosyalist feminizmin sadece bir parçasıdır) kadınların doğurganlığının bir toplumun üretken kaynakları arasında önemli bir yere sahip olduğunu, bu kaynakların denetimi için verilen mücadelenin kadınların doğurganlığını denetlemek için bir mücadeleyi de içerdiğini ve kavganın bu aşamasında birey olarak değilse bile grup olarak hep ayrı saflarda bulunduğunu söylüyor ve bundan farklı ekonomik sınıflara mensup erkekler arasında da bir sınıf savaşımı olduğu sonucunu çıkarıyor. Bu çerçevede insanlığın erken dönemlerinden bu yana sistematik bir biçimde gören erkek egemenliğini incelemek için patriyarkayı bir üretim tarzı olarak tanımlamak öneriliyor. Bu tartışmaların nereye kadar kullanışlı öneriler geliştirdiğine, analitik faydalarına ve teorik-politik sorunlarına girmeden önce kadınların ezilmişliğinin kökenlerine dair maddeci bir yaklaşımı ortaya koymalıyız.

Kadınların ezilmişliğinin kökenleri

Tarih öncesi toplumlarda, cinsiyet ilişkileri aracılığıyla artık ürünün ortaya çıkması ve bu artığı denetleyen bir grubun ortaya çıkması, akrabalık bağına dayalı komünal toplumlardan toplumsal katmanlar içeren klanlara geçişi belirlemiştir. Kadınların ezilmesi, cinsler arasındaki işbölümünün cinsiyetçi bir işbölümüne dönüşmesi, bazı ırkların diğerlerinden aşağı görülmesi, sınıflı toplumların oluşumunu önceler ve bizzat bunun maddi zeminini hazırlar.

Cinsiyet ve sınıf ilişkilerinin kökenine dair Stephanie Coontz ve Peta Henderson’ın araştırmasının sonuçlarına kısaca değinmekte fayda görüyoruz.(9)

Stephanie Coontz ve Peta Henderson esas olarak eşitlikçi akrabalık bağına dayalı toplumların mübadeleyi ve toplumsal birlikteliği istikrarlı kılmak için kullandıkları mekanizmaların içinde cinsiyetler arasındaki ve aynı zamanda genel olarak sosyoekonomik eşitsizliğin tohumlarını taşıdığını iddia ediyor. Mal mübadelesinin ve yeniden dağıtımın en önemli mekanizmaları cinsiyet rolleri, evlilik kuralları ve hediye verme.

Pek çok toplum kadınların toplayıcılık veya bahçıvanlıkla, erkeklerin de avcılık, değiş-tokuş ve ticaretle sorumlu olduğu bir cinsiyetler arası işbölümüne sahipti. Kadın emeğinin ürünleri çoğunlukla günlük ihtiyaçların karşılanmasını sağlıyordu. Erkekler avdan eli boş döndüğünde de yaşamın sürekliliğini sağlayan, av geldiğinde ise onu kullanılabilir hale getiren kadınların etkinliğiydi. Kadınların faaliyetlerinin ürünleri çoğunlukla miktar ve nitelik olarak birbirinde çok farklı olmuyordu ve en az bir kadın olan her hanede bulunuyordu. Dolayısıyla topluluk içinde tanımlamış kurallara bağlı bir yeniden dağıtım mekanizmasının dışındaydı. Fakat avcılık, ticaret ve baskınlar getirisi ya çok büyük ya da sınıf olan etkinliklerdi. Bu yüzden erkeklerin ürünleri kuralları belli bir yeniden dağıtıma tabiydi. Evlilik kadın ve erkeklerin ürettiği bu iki farklı ürün grubunun takasını kurala bağlamıştı. Aslında kadınların ekonomik etkinliği istikrarlı, erkeklerinkiyse biraz şansa bağlı olduğundan evlilik erkeklerin avdan eli boş dönseler bile günlük ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri için yaslanabilecekleri bir kadının olmasını sağlıyordu. Cinsiyetler arasındaki bu işbölümü başlangıçta hiçbir eşitsizlik içermiyordu, hatta kadınların etkinliği daha istikrarlı olduğundan bir üstünlüğü bile vardı. Fakat erkeklerin ürünleri toplumun genelinde yeniden dağıtıma tabi olduğundan kadınlar kocalarının getirisinin çok az bir bölümünü denetleyebiliyordu; oysa kadınların ürününün bütünü hane halkının, dolayısıyla erkeklerin de denetimi altındaydı.

Başlangıçta bu mekanizmalar toplumun bütün üyelerinin kendileri üretmedikleri zaman da bakılmalarını sağlıyordu ve artığın sürekli bir üretici olmayanlar sınıfının elinde sistemli bir biçimde birikmesine ve yoğunlaşmasına yol açmıyordu. Sınıfsız, akrabalık bağına dayalı toplumlarda artıktan kurtulmanın ve artığın toplumun bir kesiminde birikmesine engel olmanın doğal yolları vardı: Malların değiş tokuşu, hediye verme kuralları, evlilik kuralları (grup dışından bir eşle evlenme), eli açıklığın en önemli prestij kaynağı olması, konukseverlik gibi ideolojik mekanizmalar vb.

Bu arada üretim ve yeniden üretim araçlarındaki doğal bir eşitsiz gelişim, bir akraba grubuna veya bölgesel gruba artmakta olan artık üzerinde daha fazla denetim verdi. Bunun doğal sonucunun, insanlarda içgüdüsel bir artık biriktirme eğilimi doğurduğu doğru değil. Tersine insanlar değişime eski değerleri koruyacak bir üstyapı geliştirerek karşılık verdi: Akrabalık bağları ve önderlik yapıları daha önemli hale geldi. Bunun nedeni ise ayrıcalıkları arttırmak değil, artığın yeniden dağıtımını kurala bağlamaktı. Bu kez cinsiyet rolleri ve evlilik kuralları basitçe karşılıklı değiş tokuşu düzenlemenin ötesinde genelde yeniden dağıtımın yapılanmasında önemli hale gelir. Bu yeni durum toplumda yeniden dağıtım ve diğer gruplarla değiş tokuşla sorumlu olan erkeklerin rolünü daha önemli hale getirdi. Hediye vermenin artması aynı zamanda bu festivale destek olacak şekilde ev içi üretimin artması, yani kadınların emeğinin daha yoğun denetimiydi.

Eski düzenin sürüp gitmesi, ne kadar eşitlikçi görünürse görünsün, potansiyel bir çelişkiyi de içinde taşıyor. Durumu iyi olan bir aile veya klan yeniden dağıtım süreçleriyle bir başka gruba kaynak aktardığında, diğer grup da karşılığında bir hediye vermek durumunda. Hediye olarak ürünler ve kaynaklar yeterli olmayınca giderek insan emeği geçici veya kalıcı olarak hediye edilir hale gelir ki, burada doğurganlığıyla en üretken ve cazip hediye kadın emeği. Bu süreç giderek yeniden dağıtımda daha eli açık gruba bir prestij, doğa üstü güçlere sahip olduklarına dair bir iktidar kaynağı sağlar.

Bir zamanlar toplumun varoluşunun güvencesi olan cinsiyetler arası işbölümü, haneler veya gruplar arasındaki farklılığı arttıran ve kadınlar üzerinde baskı doğuran bir süreç haline geliyor.

Bu açıklama kuşkusuz oldukça spekülatif. Erkek egemenliğinin ve sınıfların kökenlerine ve oluşum sürecinde birbiriyle etkileşimine dair başka bir maddeci açıklama da mümkün olabilir. Bu eldeki antropolojik verilerle tutarlı olan muhtemel kurgulardan sadece bir tanesi. Fakat her durumda, kadınların ezilmişliğinin sınıfların oluşumunun önemli bir parçası olduğu ve dolayısıyla devletin oluşumunun da koşullarını oluşturduğunu biliyoruz. Eski Mezopotamya’da köle sözcüğünün kökeninin “tutsak dişi” olması rastlantı değil. Sınıf ve cinsiyet ilişkileri daha sonraki tarihlerde de içinden çıkılamaz bir biçimde birbirinin içine geçmiştir.

Köken tartışması bizi nereye taşır?

Cinsiyet rollerinin tarihsel olarak sınıftan daha erken oluşmuş olması ve erkek egemenliğinin bu denli belirleyici ve sürekli bir tarihsel güç olması, pek çok feministin cinsiyet sisteminin herhangi bir sistemde baskı ve ezilmişliğin sürekliliğini ve yeniden üretimini açıklamak için en uygu araç olduğunu iddia etmesine yol açtı. Bu sınıflar arası ilişkilerin analizini tamamen yadsıyan ve toplumsal dinamiği bu kez de cinsiyetler arası ilişkiye indirgeyen bir yaklaşıma dahi vardı.

Feminist tavır cinsiyet ilişkilerini diğer “büyük” güçler ve “esas oğlanlar” arasındaki ilişkinin bir türevi olduğunu iddia eden sınıf indigemeci yaklaşıma karşı devrimci bir çıkışsa da, toplumun karmaşıklığını anlamak da yararsız kalıyor. Pek çok insanın yaşamında cinsiyet ve ırk toplumsal varoluşun belirlenmesinde sınıftan daha önce gelen, daha kişisel olarak hissedilen aidiyetler olabilir. Hatta geleneksel kadın kimliği doğal olarak kabul edilen başkaldırılmayan bir kimliktir. Fakat yine de sınıfı dışarıda bırakarak, cinsiyet ilişkilerini anlamak mümkün değil. Erkek egemenliğinin başından beri, kadınlar cinsiyetleri dolayımıyla bir ortaklık yaşasalar bile aynı zamanda, toplumsal konumlarıyla ayrışmışlardı da.

Erkek egemenliğinin çoğunlukla sınıflı toplumlardaki her yeni şekillenişte önemli bir zemin sağladığı doğru, fakat aynı zamanda sınıflı toplumlardaki değişimlere göre erkek egemenliğinin de biçimi değişti. Bu erkek egemenliğinin yegane belirleyici olmadığının göstergesi. Hatta bundan daha ılımlı bir tez olan cinsiyet ilişkileriyle sınıflar arası ilişkilerin iki ayrı paralel, ama etkileşim içinde sistem oluşturduğu iddiasını da geçersizleştiriyor.(10) Cinsiyet ve sınıf ilişkileri tek bir eşitsizlik sisteminin bütünlüklü parçaları.

Üretim ve yeniden üretim, özel ve kamusal hayat, dışardaki iş ve evdeki iş, mutfak ve çarşı gibi iki apayrı alanda oluşmuyor. Tersine aynı toplumsal ve fiziki alanda gerçekleşiyor, birbirini etkiliyor, belirliyor. Yeniden üretim, akrabalık, aile bütün toplumsal ilişkileri, üretim sürecini, devletin ve diğer otorite odaklarının örgütlenmesini belirliyor. Yeniden üretim bir üretim tarzının pasif bir yansıması değil. Hatta yeniden üretimdeki değişimler yeni bir üretim tarzının evriminde belirleyici olmuştur. Doğurganlık oranlarındaki değişimler, evlilik sistemleri, erkek egemenliğinin mekanizmaları, artığın birikmesine ve yeni elitlerin ortaya çıkmasına veya güç dengesinde değişime yol açmıştır. Yeniden üretimdeki bu değişimlerin “doğal” olduğunu veya bunların “önemli” değişkenlerin basit türevleri olduğunu söylemekten vazgeçersek, kadınların üzerindeki denetimin, emeklerine el konmasının toplumsal dinamiklerini de sorgulayabiliriz.

Kadınlarla erkekler arasındaki cinsiyetçi işbölümü, toplumun genelinde ve erkekler arasında da hiyerarşik bir işbölümünü destekliyor. Kadınların özel yaşamdaki konumları ve ev işine mahkum edilmeleri, tek tek her erkeğin kadınlar üzerinde bir baskı oluşturmasını sağlarken, erkekler de “erkeklik” değerlerine esir olarak bedel ödemek zorunda. Kadınların ev işinin birincil sorumlusu olması iş yaşamını onlar için ikincilleştiriyor, bu durum kadınların işiyle ilgili ön yargılarla birleşerek kadınların düşük ücretle çalıştırılmasına yol açıyor. Bir ikilik yaratıldığı oranda, dolaylı olarak erkeklerin ücretleri de düşüyor, iş güvenceleri tehdit altına giriyor. Cinsiyetçilik dönüp dolaşıp kapitalizmin erkek işçiler üzerindeki bir kontrol mekanizmasına dönüşüyor. Çoğu ailede kadınların evde çalışması veya işinin önemsiz görülmesi, erkekleri çalışma yaşamına daha da bağımlı hale getiriyor, zaman zaman “aile sorumlulukları” grev kararlarını olumsuz etkileyebiliyor.

Bugün emperyalizm kendini bir dünya düzeni haline getirirken, eklemlenme sürecindeki bağımlı ülkelerde ucuz kadın emeğinin sömürüsü rekabet edebilmenin en büyük güvencesi. Emperyalizmle bütünleşmenin faturasını işçi sınıfı ödüyor ve kemer sıkma politikalarının emeğin yeniden üretimini imkansızlaştırdığı noktalarda bile evde itaatla artan yükleri de taşımaya devam eden kadınlar ailenin yaşam standardını korumak için daha çok ev işine mahkum oluyor. Emperyalizm güç ilişkilerinde bir dengeyi hem ev içinde hem de çalışma yaşamında kadın emeğinin sömürüsüyle kuruyor. Bu koşullarda cinsiyetçiliğe karşı mücadele etmeyen bir antiemperyalizm düşünülemez.

Sınıfları ne olursa olsun bütün kadınlar cinsel şiddete maruz. Cinsel şiddet ve genel toplumsal şiddet arasında çift yönlü bir ilişki var. Cinsiyetçiliği ve cinsel şiddeti içermeyen bir militarizasyon süreci düşünülemez. Erkek egemenliğinin kadın cinselliğini denetlemesi sadece kadınlar üzerinde bir baskı yaratmakla kalmıyor, bu baskı aynı zamanda sömürüye dayalı toplumsal sistemlerin kendisini üretme koşullarıyla belirlendiği oranda, toplumun bütün ezilenlerini de denetliyor (bkz. bu sayıda “Militarizm ve Cinsiyetçilik” ve “Arzu ve İktidar” yazıları).

Bu örnekleri kadınlarla tek tek ilişkilerinde ayrıcalıklı konumda olan erkekleri bu sürecin zavallı mağdurları olarak göstermek için vermedik. Ama kadınlar üzerindeki baskı ve şiddete dayalı bir sistem bir tarafta ezen konumunda olanların diğer tarafta ezilmesini pekiştiren mekanizmaları da yaratıyor.

Kadınlar ayrı bir sınıf oluşturur mu? Patriyarka bir üretim tarzı mıdır?

Dogmatik Marksistler cinsiyetler arasındaki güç ilişkilerinin sınıf ilişkilerini nasıl şekillendirdiğini ortaya koyamadıkları ölçüde, feminist teorisyenler ayrı bir cinsiyet ilişkileri teorisi oluşturmak durumunda kaldılar.

Bu noktada patriyarka ve üretim tarzı tartışmasına dönebiliriz. Nancy Folbre, patriyarkanın dinamiğini ve sürekliliğini anlamak için Marksistlerin üretim tarzını tanımlarken sordukları soruları kullanmak gerektiğini söylüyor: Artık emeğe el koymak ve yeniden dağıtmak için toplumsal ilişkiler nasıl örgütlenmiştir? Belli bir toplumsal ilişkiler sisteminde denetim mekanizmaları nelerdir? Bunlar kimin yararına, kimin zararınadır?

Bu sorular oldukça kullanışlı sorular. Erkek egemenliğini bir ideoloji olmaktan ötede güç ilişkileri ve maddi zeminiyle açıklamaya çalışıyor. Folbre’nin analojisinde üretici güçler; kadın emeğinin, yeniden üretimin, çocuk yetiştirmenin, ev işinin teknolojisi ve kadınların (kendi bedenlerini denetleme mücadeleleri de dahil) doğurganlıkları. Üretim ilişkileri de; kadınların emeğini ve doğurganlıklarını denetleyen yapıları, kadınlar üzerindeki yasal denetimleri hem sömürülenlerin hem sömürenlerin örgütlenme biçimlerini kapsıyor. Bu tanıma göre patriyarka ayrı bir üretim tarzı ve aynı zamanda başka üretim tarzlarıyla bir arada bulunuyor ve bunların hiçbiri diğerlerinin üzerinde baskın olmak zorunda değil.(11)

Erkek egemenliğinin bir üretim tarzı olarak tanımlanması ve aynı şekilde kadınların bu üretim tarzına bir sınıf olarak görülmesi cinsiyet ilişkilerinin kendi dinamiğini ortaya çıkardığı oranda kullanışlı olsa da teorik ve politik anlamda önemli sınırlara ve sorunlara sahip.

1 – Akrabalık bağına dayalı toplumlardaki veya feodal veya kapitalist üretim tarzlarının her birinde erkek egmenliğinin baskı biçimleri, güç ilişkileri çok farklı. Bu farklılıkların üzerinden atlayarak yapılan genel bir patriyarka tanımı özgül bir üretim tarzından çok Marksistlerin genel anlamda sınıflı toplum için yaptıkları tanımla analoji oluşturabilir. Bir üretim tarzını tanımlarken özgül bir denge ve güç ilişkileri sistemine ve bu sistemle karşılıklı etkileşim içinde olan üretim ve yeniden üretim araçlarına bakmak gerekir. Genel bir “patriyarka” terimi, hem akrabalık bağına dayalı erkek egemen bir toplumda hane erkeklerinin gücünü ve iktidarını, hem de kapitalizmdeki denetim mekanizmalarını, kapitalistlerin kadınların ücretli emeğini sömürürken kadın emeğinin özel alanda kocaları ve cinsiyetçi ideoloji tarafından denetimine de dayanmalarını aynı anda açıklayamaz.

Erkek egemenliği bütün katmanlara ayrışmış toplumlarda önemli bir unsur olmuşsa da, her birinde ayrı bir rolü oldu. Dolayısıyla erkek egemenliğini bir üretim tarzı olarak tanımlamak, insanlık tarihinin ağırlıklı bir bölümünde var olmuş olan bir ezme ilişkisini genel olarak belirlemekten öteye gidemiyor ve farklı sınıfsal ilişkiler içeren farklı üretim tarzlarıyla nasıl iç içe geçtiğini ayrıştıramıyor.

Kadınların kocalarıyla ya da ailedeki erkeklerle somut işçi-işveren ilişkisi yaşadığı, ilk sınıflı toplumlardaki veya feodal toplumlardaki üretim tarzlarında veya bugün kapitalist üretim tarzına eklemlenmiş olarak bulunan aile içi üretimde görülen erkek egemenliğiyle, bugün kadınlar üzerindeki baskının, sevgi ve karşılıklı dayanışma örtüsüyle baskıyı belirsizleştiren burjuva ailesiyle, pazar ilişkileriyle, değişen ve aynı zamanda artan cinsel şiddet biçimleriyle sürdürüldüğü erkek egemenliğini birbirinden ayırmazsak cinsiyet ve sınıf ilişkilerinin karmaşıklığını kaçırmış oluruz.

2 – Erkek egemenliği bir üretim tarzı olarak tanımlandığında, fazla genel bir çerçeveye mecbur ediliyoruz ve farklı toplumsal konumlara sahip erkek ve kadınların birbirleriyle ve karşı cinsle ilişkilerini açıklamakta zorlanıyoruz. Bir işçi, erkek işveren olan kadına karşı ayrıcalıklar taşıdığı kadar ondan baskı da görüyor. Bütün erkekler bütün kadınları cinsel şiddetin tehditi altında bırakıyor, ama kimi erkekler sınıfsal konumlarından veya özel bir ırka, etnik gruba mensup olduklarından dolayı cinsel şiddetin potansiyel sorumlusu olarak görülüyor, haksız cezalara çarptırılıyor. İşveren olan bir kadın evini temizlemek üzere veya herhangi bir nedenle işe aldığı kadını sömürmüyor mu? Dışarıda ücretli çalışan veya bir işçi ailesinde ev kadını olarak çalışan bir kadının yaptığı ev işiyle, üst sınıf bir kadının yaptığı ev işinin birbiriyle aynı olduğunu söyleyebilir miyiz? Hele de bu iş başka bir kadına parayla yaptırılıyorsa?

Biraz provakatif olan bu sorular, erkeklerin kadınlar üzerindeki ayrıcalığının, kadınlar arasındaki ezilmişliğin ortaklığının ve benzerliğinin sınıfsal ve ırksal konumlarla ne oranda sınırlandığını hatırlattığı için anlamlı. Patriyarkanın başka üretim tarzlarıyla iç içe bulunduğu, patriyarkayı kendi başına bir üretim tarzı olarak teorize edenlerce kabul edilse de, farklılıklar önemini koruduğu sürece, bu kabul sorunu çözmüyor; kadınlar bir sınıfa, erkek egemenliği de bir üretim tarzına denk düşemez.

3 – Diğer tarafta ise erkek egemenliğinin bir üretim tarzı olarak tanımlanması bize fazla dar bir çerçeve sunuyor. Patriyarkal sömürü artık emek zamanla, yani kadınların çalıştıkları zamanla tükettikleri malların içerdiği emek zaman arasındaki farkla tanımlanıyor. Bu ev işinin ne kadar artık emek zaman yarattığına dair bir dizi “kesin” hesap çabasına yol açmıştır. Daha farklı bir yaklaşım geliştiren Mariorosa Dalla Costa ve Selma James, kadınların emeğinin, işverenlerin erkek işçilere emeğin yeniden üretim maliyetinin altında ödemesini olanaklı kıldığından, artı değer ürettiğini öne sürdü.(12)

Herşeyden önce bu tartışmayı fazla skolastik buluyoruz. Kadınların ezilmişliğine dair bir teorik çerçeve sağlamak için onların evde ne kadar çalıştıklarının ve bunun ne kadarının karşılıklı ne kadarının karşılıksız olduğunun çok da önemi yok. Kadınların sadece eziliyor değil aynı zamanda sömürülüyor olduğunu söylemek için zorlanan matematik bir hesap bu, ama bu matematik hesap bazı kadınların durumuna ışık tutsa da, emek süreçlerinin dışında bir baskıya maruz kalan, deyim yerindeyse emeğiyle hiç de sömürülmeyen kadınların erkek egemenliğini nasıl yaşadığını açıklamıyor. Üstelik erkeklerle kadınların arasındaki ve sistemin genelinde sınıf ilişkileriyle etkileşim içindeki güç ilişkilerinin karmaşıklığını kadınların emeğini sömüren erkeklerden oluşan ekonomik bir modele indirgiyor. Model kadınların ev içindeki görünmeyen emeğini, aile içindeki baskıyı deşifre ettiği oranda devrimci, ama bizi bir alana hapsettiği oranda da sınırlı.

Kadınların bir sınıf olarak erkeklerce sömürüldüğü iddiası karşıt bir takım matematik hesapları da provake ediyor. Her sınıftan kadınların evdeki işlerinin karşılığını aldığına, modern toplumda erkeklerin ailelerine, kadın ve çocukların kendilerini yeniden üretebilmelerine yetecek olandan çok fazla bir destek sağladığına, çocukların da ebeveynlerce sömürüldüğüne dair hesaplar, istatistikler bu tartışmanın öbür ucu.

Erkek egemenliğini bütün kadınların benzer baskıya maruz kaldığı bir üretim tarzı olarak tanımlayıp, sonra da kadınların bir sınıf olarak sömürüldüğünü iddia edince, çok da ev işi yapmayan, hatta ev işini ücretli kadınlara yaptıran ve meseleye artık emek-zaman üretimi açısından bakınca hiç de sömürülmeyen kadınlar üzerindeki baskı açıklanamaz. Oysa elbette ki erkek egemenliğinin bu kadınları da baskı ve şiddete maruz bıraktığı biçimleri var.

Böyle teknik bir tartışmada yitip gitmek yerine, kadınların ve erkeklerin sınıfsal ve ırksal konumlarındaki farklılıklarla da belirlenen güç ilişkilerini, kadınlar üzerindeki baskının, şiddetin ve kimi zamanlarda sömürünün topyekün bir sömürü sistemini nasıl şekillendirdiğini açıklamaya çalışmak daha anlamlı.

İkili sistemler tartışması

Pek çok feminist teorisyen, günümüz toplumunda cinsiyet ilişkilerinin tek başına bütün bir güç ilişkilerini açıklayamayacağını kabul ediyor. Özellikle patriyarka ve kapitalizm arasındaki ilişki önemli bir tartışma konusu.(13) Örneğin Folbre ve Ferguson kapitalizmin yeni sömürü biçimleri yaratırken, özellikle cinsiyetçi sistem çerçevesindeki eski sömürü biçimlerini kırdığını, kapitalizmin üretimi aile temelinde gerçekleşmekten çıkardığını, fakat bu arada patriyarkal ilişkilerin de sınıf temelli diğer üretim ilişkileriyle artan oranda birbirini tamamlar hale geldiğini söylüyor.(14) Folbre ve Ferguson dahil pek çok feminist teorisyen kapitalizm ve patriyarkayı birbirini tamamlayan ya da zamanla artan oranlarda çelişen iki ayrı sistem olarak açıklamayı tercih ediyor. Bu kısaca bir “ikili sistem”, “iki bağımsız paralel sistem” teorisi.

Folbre, bazı kadınları ailelerinin sınıfsal konumunun getirdiği ayrıcalıkların, “cinsiyet sınıfları”nın getirdiği bağımlılıklara karşı bir denge yarattığını, bu arada diğer bazı kadınlarınsa ikili veya üçlü bir ezilmeye maruz kaldığını kabul ediyor. Hatta birleşmiş tek bir toplumsal biçim olarak “patriyarkal kapitalizm” diye yeni bir tanımlama yaparak patriyarkayı bir sıfat konumuna indirgese de, yine de bunu iki üretim tarzının ilişki içinde olup, birbirini beslediği bir sistem olarak belirliyor ve iki bağımsız üretim tarzı teorisinden vazgeçmiyor.(15)

Bu bağımsız, kimi zaman çelişen kimi zaman birbirini güçlendiren ikili sistemler teorisi tek bir sistem içinde sınıf ve cinsiyet ilişkilerinin bütünlüklü işleyişini, bunların ortak kökenlerini açıklayamıyor. Bağımsızlığa ne kadar vurgu yapılırsa yapılsın bunların içiçe geçtiklerini söylemekten de kaçınılamıyor.

Cinsiyet ve ırk ilişkilerinin dinamiğini, sınıf ilişkilerinin dışına koyup bağımsızlaştırarak açıklayamıyoruz. Böyle bir bağımsızlaştırma çabası karşıt toplum projesi oluşturmakta da sorunlar yaratıyor. Ne cinsiyet ne ırk sınıf içinde eriyip gitmiyor, ama aynı zamanda ayrı sistemler de oluşturmuyor. Marksistler olarak sınıfsal dinamiği cinsiyet ve ırklar arası güç ilişkilerini de içerecek şekilde tanımlamalıyız. Sınıfın cinsiyet, cinsiyetin sınıf temelinde parçalanmış olması ve bugün kapitalizm içinde erkek egemenliğiyle sınıf sömürüsünün birbirini geliştirmesi veya birbiriyle çelişmesi hep bir üretim tarzının kendi içinde barındırdığı çelişkilerin dinamiğiyle kavranmalı. Bu sınıf, cinsiyet veya ırk kategorilerinden birini diğerine hakim gören tercihlerden bir kopuştur. Hem cinsiyet, hem sınıf hem de ırk artık-emek üretimini, buna el konulmasının ve bunun yeniden dağıtımının mekanizmalarını yaratıyor.

Topyekün “hayır” demek

Kadınlar ve erkekler sınıfsal kimliklerini farklı yaşıyorlar. Ama aynı zamanda kadınların bir cins olarak yaşadıkları baskı sınıfsal konumlarına göre de farklılaşıyor. Cinsiyetçiliğe karşı mücadelede bu sınıf perspektifinin korunması ve kadınların üzerindeki baskıyı kendi eşitsiz güç ilişkilerinin bir parçası haline getirmiş olan bir sömürü sistemine topyekün bir karşı çıkış zorunlu. Sınıf perspektifini korumak farklı sınıflardan kadınların ortak talepler etrafında bir araya gelmelerini engellemiyor. Bu hem kadınların bugünkü durumlarının iyileşmesi için önemlidir hem de geçiş programının gereğidir. Ezen sınıfa mensup kadınlar kimi durumlarda kadın olarak bir talepte bulunurken potansiyel olarak antikapitalist olan bir çıkışta bulunuyor bile olabilir. Örneğin kürtaj hakkı mücadelesi emperyalist ülkelerde geniş kadın kesimlerini içeren kampanyalarla verilmiştir. Kadınların bedenleri üzerinde denetim hakkı mücadelesi potansiyel bir antikapitalizm taşısa da bu kampanyalarda bedava ve güvenli kürtaj hakkı için bağıranlar işçi kadınlardı; burjuva kadınlarınsa bedava kürtaj gibi ayrı bir derdi yoktu. Potansiyel bir antikapitalizmi sistemin talebi soğurma sınırlarının dışına çekmek bütünlüklü bir karşı çıkışı gerektiriyor. Kadınlarının ortak eylemlerinin ezen sınıfa mensup kadınları mutlak bir biçimde sınıf bağlarından koparacağını da hayal etmemek lazım. Somut talepler için bir araya gelen geniş katılımlı kampanyalara dayanan bağımsız bir kadın hareketi önemli. Fakat bu taleplerle birlikte oluştuğu oranda taleplerle birlikte de kaybolan, farklı sınıflardan kadınları içeren, gevşek bir örgütlenmedir. İşçi kadınların lokomotifi olduğu, sınıf sömürüsüyle cinsiyetçiliği bir arada ele alıp, ortak bir karşıtlık geliştirebilen kadınların bağımsız örgütlenmesi böyle bir geniş örgütlenmenin gelgitlerine ve toplum projesi açısından muğlaklığına tabi kılınamaz. Antikapitalist kadınlar hem kendi örgütlenmelerini ve uzun soluk bir mücadeleyi ihmal etmemeli hem de geniş kadın kesimlerinin birlikteliklerine sekter bakmamalı. Üstelik kapitalist toplumlarda ciddi bir hareketlilik yaratabilen kadın gruplarına bakıldığında çok da “burjuva” kadınlar görmüyoruz. Bu elbette ki işçi sınıfını sade mavi yakalı işçilerden ibaret görmüyorsak ve hizmet sektörü çalışanları dahil geniş bir ücretli çalışanlar kitlesinin ve ev kadınlarının çoğunlukla işçi sınıfına mensup olduğunu kabul ediyorsak görülebilen bir gerçek.

Birer ücretli ve işçi sınıfı üyesi olan pek çok feminist kadın, kendi ezilmişliklerine karşı bir hareket geliştirmenin işçi sınıfı hareketinin hiç de gündeminde olmadığını, bu görevin yegane taşıyıcısı olarak yalnız kaldıklarını ve işçi sınıfının özgürlüğünün onlara pek bir şey vadetmediğini görerek sadece “kadın” kimliğiyle siyaset yapmayı tercih etmiştir. Oysa sınıfın her cins için farklı yaşanıyor olması ve bu farklılığın ezenleri de ezen bir sistemi beraberinde getirdiği gerçeği, işçi sınıfı hareketinin sınıfın yarısını oluşturan kadınların ihtiyaç ve çıkarlarını dışlayarak oluşturulamayacağını gösteriyor.

Devrimci Marksistler olarak, feminist hareketi sınıfı perspektifinde buluşturmak kadar işçi sınıfı hareketini de feminist bir bilinçle donatmak zorundayız. Bu süreç işçi sınıfı örgütlerinden bağımsız bir kadın hareketini gerekli kıldığı gibi, işçi sınıfı hareketi içinde feminist siyaset yapmayı ve bu iki kanalın etkileşimini de gerektiriyor (Bkz. bu sayıda “Kadınlar ve İşçi Hareketi Üzerine Notlar” ve “Sendikalarda Kadın Komisyonları”).

(Bu yazı ilk olarak Yeniyol dergisinin Mart 1994 sayısında yayınlanmıştır)

  1. Engels, Franz Mehring’e Mektup, 1893, Selected Correspondance, s.512.
  2. A. Jaggar, Feminist Politics of Human Nature, 1988, s. 77.
  3. Marx, Otyecestvenniye Zapisky Gazetesinin Editörüne Mektup, 1877 (Notes on Fatherland), Selected Correspondance, s. 355.
  4. Juliet Michell, Psychoanalysis and Feminism, 1975.
  5. S. Firestone, Cinselliğin Diyalektiği, Payel, 1979.
  6. S.Brownmiller, Cinsel zorbalık, Cep, 1984.
  7. Ester Boserup, Women’s Role in Economic Development, 1970; Peggy Sanday, Female Power and male Dominance, 1981.
  8. Alison Jaggar, age.
  9. S.Coontz ve P.Henderson, “Sınıflı ve Devletli Toplumların Kökenindeki Mülkiyet Biçimleri, Politik İktidar ve Kadın Emeği”, Kadının Görünmeyen Emeği; (Der. Gülnur Savran-Nesrin Tura) içinde, s. 18-71, Kardelen 1992
  10. Patriyarkayı ve kapitalizmi iki paralel sistem olarak kuran bir bakış için Christine Delphy, “Baş Düşman”, Kadının Görünmeyen Emeği içinde, s. 71-92.
  11. N. Folbre, “A Patriarchal Mode of Production”, Women and Revolution içinde, 1981.
  12. S.Jaes and M.Dalla Costa, The Power of Women and Subversion of Comunity, 1973.
  13. Bu konuda tartışmaya konu olmuş ve bu yazıda değinmeyeceğimiz kimi metinler için bkz. Kadının Görünmeyen Emeği.
  14. Ann Ferguson ve Nancy Folbre, “The Unhappy Marriage of Patriarchy and Capitalism”, Woman and Revolution içinde, 1981, s. 327.
  15. Folbre, age, s. 333-334.