Uraz Aydın –

 
Şubat 1968. Berlin. Özgür Üniversite’de düzenlenen Vietnam’la dayanışma kongresinde şu sözler yankılanıyor: “Batı Avrupa gençliği Che’yi, o sınır tanımayan devrimciyi ilham almalı. Che’yi bir bayrak gibi savunmalıyız […],  anti-emperyalist mücadelede şekillenmiş yeni insan kavrayışına sahip çıkıp; tüm ezilenlerin kaderine duyarlı olan ve gösterdiği çabalar için hiçbir maddi karşılık beklemeden, gerici şiddete devrimci şiddetle karşılık vererek mücadele eden devrimci insan anlayışını savunmalıyız.” Bu ses, Ernest Mandel, Tarık Ali ve Rudi Dutschke’den sonra kürsüye geçen, Che’nin “Küba’da sosyalizm ve insan”ını Fransızcaya çeviren, aynı yılın mayıs ayında mühim bir rol oynayacak olan guevaracı-troçkist grup Devrimci Komünist Gençlik’in genç kurucularından Janette Habel’in sesi…
 
Yıl 2011. Arjantinli devrimci Ernesto Che Guevara’nın adı ve siması bir hayalet gibi dolanıyor, yeni bir krizler ve devrimler çağına girmiş olan dünyanın üzerinde. 21. Yüzyılın ilk devrimini gerçekleştiren Tunuslu kitlelerin pankartlarından, Chiapas dağlarındaki kulübelerin duvarlarına, Bolivyalı yerlilerin ve köylülerin çokuluslu şirketlere karşı verdiği savaşın iktidara getirdiği Evo Morales’in dilinden dökülen kelimelerden, Tandoğan’da dur durak bilmeyen bir piyasalaşmaya karşı mesleğine ve onuruna sahip çıkan sağlık emekçilerinin dövizlerine, sınır tanımadan kol geziyor.

 
Hayaletler ve Vampirler
 
Ama hayaletler korkutur. Bilhassa onların varlığıyla tehdit edildiğini düşünenleri dehşete düşürürler. Che’den de böyle korkuyorlar. Çünkü o, temsil ettiği fikrin ve umudun her yediği darbenin ardından, ardına ilelebet kapatıldığı düşünülen dolabın kapısını ince bir gıcırtıyla aralayıp, mumların titrek ışığının aydınlattığı duvarlardan ve aynalardan bir anlığına belirip kaybolan bir gölge gibi süzülerek tekrar, kampüslerin, meydanların, barikatların, dağların üzerinde dolanmaya başlar. Bir avuç Kübalı devrimciyle pusuya düşürülüp La Higuera kasabasının okulunda infaz edildikten sonra da; onun adına sayısız ülkede diktatörlüklere karşı mücadele veren gerilla hareketlerinin ağır ve kanlı mağlubiyetlerinin ardından da; bürokratik sosyalizmin demir kafesinin, temsilcisi olduğunu iddia ettiği özgürlük ve eşitlik umutlarını da sarsacak biçimde parçalanıp tarih olmasından sonra da; her canlıyı, nesneyi, hizmeti ve ilişkiyi metaya dönüştürmeye dönük neoliberal taarruzun ezici zaferinin ardından da geri gelmeyi başaran bu hayaletin dehşet saçmaması mümkün mü? En başta da, onun ezelî rakibi, dokunduğu (ısırdığı) her şeyi, o fetişlerin fetişi olan paraya dönüştüren, “Değer Yasası” adı verilen vampiri. Şüphesiz, tişörtlerden çakmaklara, converse’lerden bandanalara Che’nin simasını çoğaltarak orijinalin kopyalar arasında kaybolup eriyeceğini;  fetişleştiği vakit temsil ettiği ruhun buharlaşacağını sandı, küresel AVM’mizde binlerce Drakula gücünde olan vampirimiz. Ama kâr etmediği aşikâr. Alberto Korda’nın ünlü fotoğrafı, şeyleştirme büyüsüne meydan okuyarak, basıldığı her zeminde, sembollerle aktarılan kadim bir gelenek gibi, direnişin ve başkaldırının ruhunu yaymaya devam ediyor.
 
Böylece devreye Sermayenin küçük hizmetkârları giriyor, Che’nin (veya Marx’ın, Lenin’in, Troçki’nin yahut Deniz’in, Mahir’in, Kaypakkaya’nın) ona atfedilen değerlere aslında yakışmadığını iddia ederek onu itibarsızlaştırmaya çalışan bir çeşit hayalet avcıları bunlar. Bu kervana, Taraf’ın ergen bitirimi Rasim Ozan Kütahyalı’nın ardından patriarkal liberalizmin yılmaz sözcüsü Emre Aköz de katıldı.

 
Azizler ve Devrimciler
 
“Normal” bir insanın, hele de bir hekimin örnek alamayacağı bir “katil”dir Che, Aköz’e göre. Çünkü Küba devrimi sırasında insanların “kanına girmiş”, ve “hainleri” infaz etmiştir. Doğrudur. Che, bir gerilla ordusunun komutanı olarak, devrim sırasında ve sonrasında Batista’nın adamlarını, işkencecilerini veya “hainleri” öldürmüştür. Ayrıca idamlara bizzat katılmayı tercih ederdi, bu türden “pis işleri” emrindeki alt kadrolara bırakıp ellerini temiz tutmaktansa. Ve özellikle de devrim sırasında derme çatma da olsa kararın alınması için bir “mahkeme” kurulmasına dikkat ederdi, keyfî idamların bir alışkanlık haline gelmemesi için. Doğrudur, disipline çok önem veriyordu (en başta da kendisi buna tâbi oluyordu) ve disiplinsizliğin cezalandırılması gerektiğine inanıyordu. Çünkü devrimin bir “gala yemeği” olmadığını, okumanın da ötesinde deneyimlemişti, ve şiddet kültürünün nasıl hızla gelişebildiğinin bilincindeydi. Bu nedenle, askeri yazılarında, “tüm yasal mücadele koşulları tüketilmediği takdirde” gerilla savaşına başlanılamayacağını yazıyordu. Kübalı şair ve devrimci José Marti’yi alıntılıyordu: “bir ülkede kaçınılabilir bir savaşı başlatan kişi suçludur, fakat kaçınılmaz bir savaşı başlatmayan da bir o kadar suçludur.”
 
Öte yandan, Che’nin tutsaklara karşı ne kadar titiz davrandığını; yaralı olanları tedavi edip, olmayanlara devrimci bir broşür okuyup serbest bıraktığını; bir kamyonun içinde battaniyelere sarılmış soğuktan donan askerlere “ateş etme cesaretini” gösteremediğini; Bolivya’da komünist partiden umduğu desteği bulamayınca, emrindekilere bu “umutsuz koşullarda hiç utanmadan geri çekilmekte özgür olduklarını” ilan ettiğini (ve hiçbirinin onu terk etmediğini) de yine günlüklerinden ve dönemin tanıklıklarından öğrenebiliriz.
 
Ne var ki, ancak rüya dilinin başvurduğu yoğunlaştırmayla görebileceğimiz türden bir sembolik ikilemle karşı karşıya kaldığında aldığı tutum da ortadadır: Sierra Maestra’da, sınırlı bir yük taşıyabileceğinden, ilk yardım çantasıyla mühimmat arasında tercih yapması gerektiğinde, karar vermesi uzun sürmemiş ve cephane çantasını sırtlamıştır. Çünkü Ernesto Guevara’nın düşüncesi üzerine çok sayıda çalışması bulunan Michael Löwy’nin de ifade ettiği gibi, “o bir aziz değil, bir devrimciydi”.

 
İnsan ve Etik
 
Bununla birlikte Che Guevara’nın marksist kuram ve tartışmalar bağlamındaki esas kıymeti harbiyesi, sosyalizmin devletle özdeşleştirildiği ve teoride yapıların hakim olmaya başladığı bir dönemde, toplumsal özgürleşim tasavvurunun merkezine tekrar insanı yerleştirmesidir, yani onun “devrimci hümanizmi”dir. Çünkü onun için değişmesi gereken salt ekonomik yapılar değildi, mücadele içinde özgürleşerek, yeni etik değerleri benimseyerek değişmesi gereken insanın bizzat kendisiydi. Havana’da ancak 2006’da yayımlanan 1963 tarihli bir metninde şöyle diyordu: “Komünizm sadece bir üretim meselesi değil, bir bilinç meselesidir aynı zamanda; komünizme, halka sunulmuş bol miktarda ürünün mekanik birikimiyle varamayız”. Aynı dönemdeki bir başka mülakatında da şu fikirleri savunur: “Komünist ahlakın olmadığı bir ekonomik sosyalizm beni ilgilendirmiyor. Sefalete karşı mücadele ediyoruz ama aynı zamanda yabancılaşmaya karşı da savaşıyoruz. […] Komünizm bilinç hadiselerini yoksayarsa, bir dağıtım yöntemi olabilir ama bir devrimci ahlak olmaktan çıkar”.Dolayısıyla ne savaşta ne de yeni bir toplumsal-ekonomik yapının inşasında, sosyalistler hasımlarını taklit ederek, “kapitalizmin kendi fetişlerini” kullanarak başarılı olabilirler. Sosyalistler insan yaşamını ve onurunu temel alan bir noktadan mücadelelerini sürdürmeliydiler. Kör şiddete karşı yoldaşlarını sıkça uyarırdı: “Onlar gibi değiliz”; “hayatta kalanlar serbest bırakılmalı, yaralılar tüm imkânlar seferber edilerek tedavi edilmeli”.
 
Gerek Küba’da gerekse uluslararası ölçekte “sosyalist” denilen ülkelerdeki bürokrasi sorununa (bu konuda bütünlüklü bir kavrayışa sahip olmamakla birlikte) dikkat çekmesi de aynı kaygılardan ileri geliyordu. İktidarın kurumsallaşması, ayrıcalıkların ortaya çıkması, devrimin özgürlükçü ve eşitlikçi soluğunu tüketiyordu: “Kardeş ülkelerin deneyimlerini mekanik olarak taklit ettik ve bu bir hatadır, çok vahim değildir, en vahim hatalardan biri değildir, ama güçlerimizin serbest gelişimini frenleyen ve tehlikeli biçimde, bir sosyalist devrimde sert bir mücadele verilmesi gereken olgulardan birine katkıda bulunmaktadır: bürokrasi”. Küba devletindeki bu sapmadan tedirgin biçimde bir makalesini şöyle tamamlar: “Bürokratizme savaş. Devlet aygıtı yumuşatılmalı.”
 
Son olarak enternasyonalizm de Che tarafından soyut bir dayanışma ilkesi olarak değil, tam da Jose Marti’nin şu satırlarda ifade ettiği hissiyatın doğal (ve tabii ki de politik) bir sonucu olarak kavranıyordu: “Her hakiki insan, başka bir insana vurulmuş darbeyi kendi yanağında hissetmeli”. Elbette ki Tricontinental’e mesajında ifade ettiği ve tüm bir kuşağın enternasyonalist parolasını oluşturacak olan “iki, üç, daha fazla Vietnam” yaratma çağrısı bir duygudaşlığın ötesine geçerek, yeni cepheler açıp emperyalizmi güçlerini bölmeye zorlamaya dönük bir strateji teşkil ediyordu. Ama temelinde “mesafeleri ve farklılıkları aşan bir kardeşlik” adına, “insanlık aşkıyla” hareket ederek,  kendini “bir toprağın hudutlarıyla sınırlamadan” devrimi “kesintisiz bir görevle” yayma bilinci yatıyordu.
 
Bugün, egemenlerin tarihsel zafer alayına katılıp Che’nin ve diğer ölülerimizin adını ve ruhunu çiğnemeye soyunanlar kendi görevlerini yapadursunlar. Yarın onların adı bile hatırlanmayacak. Ama yeryüzünün dört bir yanında, isyan, devrim, özgürlük yürüyüşünde yine Che’nin bayrağı dalgalanacak.