Michaël LÖWY –  Yazarının ölümünden sonra 1888’de yayınladığı Marx’ın Feuerbach Üzerine Tezleri’ni sunuşunda Engels bu tezleri “dünyaya yeni bakışın parlak tohumunun atıldığı ilk belge” olarak betimliyordu. Gerçekten de, Marx bu küçük metinde daha önceki maddecilikle idealizmi diyalektik olarak aşar – ünlü Aufhebung: olumsuzlama/muhafaza etme/yükseltme – ve bizim praksis felsefesi olarak tanımlayabileceğimiz yeni bir teori formüle eder. On sekizinci yüzyıl Fransız maddecileri insanların değişebilmesi için maddi koşulları değiştirme gereği üzerinde ısrar ederlerken, Alman idealistleri toplumun bireylerde yeni bir bilincin oluşumu sayesinde değişeceğini söylüyorlardı.

 

Her ikisi de bir çıkmaza götüren bu iki tek-yanlı algılamaya – ve bir “Büyük Öğretmen” veya Yüce Kurtarıcı arayışına karşı Marx III. Tezde şunları söylüyordu: “koşulların ve insan faaliyetinin değişmesinin veya öz-değişimin [Selbstveränderung] örtüşmesi ancak ve ancak devrimci pratik olarak kavranabilir ve akılcı olarak anlaşılabilir.” 1. Diğer bir deyişle tarihsel özne – ezilen sınıflar – devrimci pratik içinde, kolektif özgürleştirici eylem içinde hem maddi koşulları hem de kendi bilinçlerini eşanlı olarak dönüştürürler. Marx bu sorunlara Alman İdeolojisi’nde (1846) şu satırlarla geri döner: “dolayısıyla bu devrim, yalnızca hâkim sınıf başka türlü devrilemeyeceği için değil, ama aynı zamanda onu deviren sınıf kendisini asırların tüm pisliğinden kurtarmayı ve toplumu yeni baştan kurmaya layık hale gelmeyi ancak bir devrimde başarabileceği için gereklidir.” 2

Bu, devrimci özözgürleşimin kurtuluşun yegâne mümkün biçimi olduğu anlamına gelir: ezilen sınıflar bilinçlerini ancak ve ancak kendi praksisleriyle, eylem içindeki deneyimleriyle, aynı zamanda sermaye iktidarını yıktıkça değiştirebilirler. Daha sonraki metinlerde – örneğin ünlü Siyasal İktisadın Eleştirisine 1857 Tarihli Önsöz’de – devrimi üretici güçlerle üretim ilişkileri arasındaki çelişkinin kaçınılmaz sonucu olarak gören çok daha determinist bir versiyona rastlandığı doğru olmakla birlikte, işçilerin özözgürleşimi ilkesi, başlıca siyasî yazılarının tanıklık ettiği gibi Marx’ın düşüncesine ve eylemine ilham vermeye devam etmiştir.

Marksizme göndermede bulunmak için “praksis felsefesi” tabirini ilk kullanan 1930’lardaki Hapishane Defterleri’nde Antonio Gramsci olmuştur. Bazıları bunun Gramsci’nin Marx’a herhangi bir göndermeyi gözden kaçırmayabilecek faşist gardiyanlarını yanıltmak için başvurduğu basit bir hile olduğunu iddia etseler de, bu Gramsci’nin neden “akılcı diyalektik” veya “eleştirel felsefe” gibi bir ifadeyi değil de bu formülü seçtiğini açıklamaz. Gramsci aslında bu tabirle özgül bir dünya görüşü olarak Marksizmi diğerlerinden neyin ayırdığını dakik ve tutarlı bir tarzda tanımlar ve kendisini tarihsel maddeciliğin pozitivist ve evrimci okumalarından radikal bir tarzda ayırır.

Yirminci Yüzyılın çok az Marksisti bu Marksist praksis felsefesinin ruhuna Rosa Luxemburg kadar yakın olmuştur. İtiraf etmek gerekir ki Rosa Luxemburg ne felsefî metinler yazmış, ne de sistematik teoriler geliştirmiştir; İsabel Loureiro’nun doğru biçimde gözlemlediği gibi “gazete makalelerinde, broşürlerde, konuşmalarda, mektuplarda dağınık halde bulunan fikirleri (…) mantıksal ve iç tutarlılığa sahip bir kuramlaştırmadan çok daha fazla konjonktüre verilmiş doğrudan yanıtlardır”. 3 Bununla birlikte: orijinal ve yaratıcı bir tarzda yorumladığı Marx’ın praksis felsefesi onun bir devrimci olarak yapıtının ve eyleminin – sözcüğün elektrikteki anlamıyla – başat akımı olmuştur. Ancak düşüncesi statik olmaktan uzaktır: kendisini tarihsel deneyimle zenginleştiren hareket halinde tefekkürdür. Onun düşüncesinin gelişimini bazı örnekler aracılığıyla yeniden kurmaya çalışacağız.

Yazılarının baştanbaşa tarihsel determinizmle – kapitalizmin çöküşünün kaçınılmazlığı – özgürleştirici eylemin iradeciliği [volontarizm] arasında bir gerilimle yüklü olduğu doğrudur. Bu özellikle erken dönem (1914 öncesi) yazıları için geçerlidir. Sayesinde Alman ve uluslararası işçi hareketinde tanınır hale geldiği kitabı Reform ya da Devrim (1899) bu duygu karmaşasının apaçık bir örneğidir. Bernstein’a karşı, kapitalizmin gelişiminin zorunlu olarak sistemin çöküşüne (Zusammenbruch) götürdüğünü ve bu çöküşün sosyalizmin gerçekleştirilmesine götüren tarihsel yol olduğunu ilan eder. Bu son tahlilde Batı düşüncesine Aydınlanmadan beri hâkim olan kaçınılmaz ilerleme ideolojisinin sosyalist bir varyantı olur. Savını kaderci bir ekonomizmden kurtaran ise eylemin devrimci pedagojisidir: “uzun ve çetin mücadeleler sırasında proletarya zaman içinde devrimin nihaî zaferini elde etmesine imkân tanıyacak siyasal olgunluk derecesini kazanacaktır.” 4

Bu mücadele yoluyla eğitim diyalektik kavrayışı aynı zamanda onun Lenin’le 1904’teki polemiğinin başlıca eksenlerinden biridir: “Proletarya ordusu bizatihî mücadele sırasında devşirilir ve hedeflerinin farkına varır. Parti örgütünün faaliyeti ile proletaryanın mücadelenin hedeflerinin ve mücadelenin kendisinin farkındalığının artması birbirinden kronolojik ve mekanik olarak ayrılmış farklı şeyler değildir. Bunlar yalnızca aynı mücadelenin farklı yüzleridir [veçheleridir].” 5

Rosa Luxemburg sınıfın bu kavga sırasında elbette yanılgıya düşebileceğini kabul etmekle birlikte, ona göre son tahlilde “Hakikaten devrimci bir hareketin yaptığı hatalar, tarihsel olarak, en zeki Merkez Komitenin yanılmazlığından bin kat daha verimlidir.” Ezilenlerin özözgürleşimi zımnen devrimci sınıfın kendi pratik deneyimi yoluyla özdönüşümünü ifade eder; bu ise yalnızca bilinç – Marksizmin geleneksel bir izleği – yaratmakla kalmaz, aynı zamanda irade de üretir: “Proletaryanın tam özgürleşimine doğru uluslararası hareketi şu bakımdan alışılmamış bir süreçtir. İnsanlar uygarlık tarihinde ilk defa kendi iradelerini bilinçli olarak, üstelik tüm hâkim sınıflara karşıtlık içinde ifade etmektedirler (…) Şu anda kitle bu iradeyi ancak ve ancak mevcut toplumsal düzene karşı gündelik mücadelesi sırasında – yani kapitalist toplumun sınırları dâhilinde – kazanıp güçlendirebilir.” 6

Lenin’in vizyonuyla Rosa Luxemburg’unkini şu imgeyle kıyaslamak mümkün olabilecektir: Iskra gazetesinin editörü Vladimir İlyiç’e göre devrimci kıvılcım proletaryanın kendiliğinden mücadelelerinin içerisine örgütlü politik öncü tarafından dışarıdan götürülür; Yahudi/Polonyalı devrimciye göre ise bilinç kıvılcımı ve devrimci irade mücadele içinde, kitlelerin eyleminde çakar. Onun sınıfın organik ifadesi olarak parti kavrayışının, kendilerini sosyalist olarak tanımlayan partilerin çeşitliliği sorununun daha o zamandan konulmuş olduğu Rusya veya Polonya’dan çok Almanya’daki duruma karşılık geldiği doğrudur.

Çarlık Rusya İmparatorluğunda 1905 devrimci olayları Rosa Luxemburg’un emekçi kitlelerin bilinç geliştirme sürecinin partinin eğitim faaliyetinden – Aufklärung – çok işçilerin doğrudan ve özerk [otonom] eylem deneyiminden kaynaklandığı yönündeki kanaatini büyük ölçüde doğrulamıştır: “Proletaryanın St. Petersburg olaylarının güçlü itkisiyle Ocak’taki ani genel ayaklanması dışardan bakıldığında bir mutlakiyete karşı devrimci savaş ilanı politik eylemiydi. Ancak bu ilk genel doğrudan eylem, milyonlar arasında sanki bir elektrik şoku verilmişçesine ilk kez sınıf duygusu ve sınıf bilinci uyandırdığından içeride daha da güçlü bir etkiye neden oldu. (…) Rusya’da mutlakiyet proletarya tarafından devrilmelidir. Ama bunu becerebilmesi için proletaryanın yüksek bir sınıf-bilinci ve örgütlülük siyasî eğitimi derecesine ihtiyacı vardır. Tüm bu koşulları yerine getirmek broşürlerle ve bildirilerle değil, ancak ve ancak hayatın siyasî okulunda, kavgayla ve kavga içinde, devrimin sürekli akışı içinde mümkün olabilir.” 7

“Broşürler ve bildiriler” polemik ifadesinin süreç içinde devrimci teorinin önemini küçümser gibi göründüğü doğrudur; bunun yanısıra Rosa Luxemburg’un dikkate değer ölçüde – siyasal iktisat alanındaki kuramsal yapıtlarını bir kenara bıraksak bile – gazete yazıları ve broşürler yazmaktan ibaret olan siyasî faaliyeti onun devrimi hazırlama sürecinde teorik çalışmaya ve siyasî polemiklere verdiği belirleyici önemi gösterir.

Polonyalı devrimci kitle grevi üzerine 1906 tarihli ünlü broşüründe hâlâ geleneksel determinist savları kullanmaktadır: devrim “doğal bir yasa gereksinimin takiben” vuku bulacaktır. Ama onun somut devrimci süreç vizyonu Alman İdeolojisi’nde (kaldı ki bu yapıt ölümünden sonra yayınlanmış olduğundan Rosa Luxemburg tarafından bilinmemektedir) sunduğu şekliyle Marx’ın devrim teorisiyle örtüşür: devrimci bilinç ancak ve ancak “pratik” bir hareket sırasında genelleşmiş hale gelebilir, ezilenlerin “kitlesel” dönüşümü ancak ve ancak bizatihî devrim sırasında genelleşebilir.

Marx için olduğu kadar Rosa Luxemburg’a göre de nesnelle öznel arasındaki diyalektik birlik, kendinde sınıfın bu yolla kendisi için sınıf haline geldiği dolayım olan praksis kategorisi, Rosa Luxemburg’un, Alman Sosyal Demokrasinin Bernstein’ın soyut ahlakçılığıyla Kautsky’nin mekanik ekonomizmi arasındaki kötürümleştirici ve metafizik ikilemini aşmasına imkân tanır. Bilindiği üzere, Berstein’a göre “insanların” ahlakî ve tinsel “öznel” dönüşümü sosyal adaletin gerçekleşmesinin koşuluyken, Kautsky’ye göre “kaçınılmaz olarak” sosyalizme götüren nesnel ekonomik gelişimdir. Bu, Rosa Luxemburg’un neden sadece neo-Kantçı revizyonistlere değil, aynı zamanda 1905 ve sonrasında partinin “ortodoks merkezi” olarak adlandırılan kesim tarafından savunulan pasif “bekle-gör-siyaseti” stratejisine de karşı çıktığını daha iyi anlayabilmemizi sağlar.

Ayrıca, aynı diyalektik praksis görüşü onun reformlarla ya da “asgarî program”la devrim ya da “nihaî hedef” arasındaki SPD’nin [Almanya Sosyal-Demokrat Partisi] Erfurt programında cisimleşen geleneksel ikiliğin [düalizm] üstesinden gelmesini de mümkün kılmıştır. 1906’da – sendika bürokrasisine karşı – ve 1910’da – Kautsky’ye karşı – önerdiği Almanya’da kitle grevi stratejisiyle Rosa Luxemburg ekonomik mücadeleleri veya genel oy için savaşı genel bir devrimci harekete dönüştürme kapasitesine sahip bir yol haritası çizmiştir.

“Sendikal bilinci” “sosyal-demokrat (sosyalist) bilinç”ten ayıran Lenin’in tersine, Luxemburg burjuva parlamenterizminin hâkimiyet dönemleri boyunca işçi hareketinin karakteristiği olan latan teorik bilinçle, – yalnızca parlamento üyeleri ve parti önderleri değil – kitlelerin bizzat kendileri siyasî sahnede belirdiğinde devrimci süreç boyunca hâsıl olan pratik ve aktif bilinç arasında bir ayrım önermiştir. En az örgütlü ve en geri tabakalar bir devrimci mücadele döneminde işte bu pratik-aktif bilinç sayesinde en radikal unsur haline gelebilirler. Rosa Luxemburg’un devrimci mücadelenin pedagojik rolünü unutarak, siyasî stratejilerini örgütün sınıf mücadelesi içindeki rolüne ilişkin abartılı bir değerlendirme – ki buna genellikle örgütsüz proletaryanın küçümsenmesi eşlik eder – üzerine bina edenlere getirdiği eleştiri işte bu önermeden kaynaklanır: “Gösterilerle ve bildiri dağıtmakla geçen on yılın beceremeyeceği bu henüz örgütlenmemiş kitlelerin eğitimi işini bir devrimci dönemin altı ayı tamamlayacaktır.” 8

Peki, o halde Rosa Luxemburg kendiliğindenci miydi? Tam değil… Kitle Grevi, Siyasî Parti ve Sendikalar başlıklı broşüründe (1906) Almanya’ya göndermede bulunarak ısrarla “en aydınlanmış, en sınıf-biliçli öncü”nün rolünün kendiliğinden halk hareketi “gökten zembille inene” dek “kaderci bir tarzda” beklemek olmadığını vurguluyordu. Tersine, bu öncünün işlevi tam da “şeylerin gelişimine hız vermek (vorausilen) ve olayları hızlandırmak için çaba göstermektir”tır. 9 Rosa Luxemburg sosyalist partinin “gelecek mücadele döneminde taktikleri ve hedefleri konusunda Alman proletaryasını bilgilendirmek”ten oluşan kitle grevinin önderliğini alması gerektiğini kabul eder; işi sosyalist örgütün “işçilerin tüm kütlesinin öncüsü” olduğunu ve “emek hareketinin siyasî berraklığı[nın], gücü[nün] ve birliği[nin] bu örgütten kaynaklan”dığını ilan etmeye kadar vardırır. 10

Rosa Luxemburg önderliğindeki Polonya örgütü, gizli ve devrimci Polonya Krallığı ve Litvanya Sosyal Demokrat Partisi’nin (SDKPiL) Alman sosyal demokrasisine benzediğinden çok daha fazla Bolşevik Partiye benzediğinin de eklenmesi gerekecektir… Son olarak, sıklıkla göz ardı edilen bir veçhenin de hesaba katılması gerekir: bu Rosa Luxemburg’un merkezileşmiş ve disiplinli bir dünya partisi olarak anladığı Enternasyonal’e karşı (özellikle 1914’ten sonra) takındığı tavıra ilişkindir. Karl Liebknecht’in Rosa Luxemburg’a yazdığı bir mektupta, onun Enternasyonal anlayışını “haddinden fazla mekanik biçimde merkezileşmiş”, “haddinden fazla ‘disiplin’e sahip, yeterince kendiliğindenliğe sahip olmayan”, kitleleri “kendi iradelerine sahip olmayıp, haddinden fazla eylem araçları olarak; kendileri isteyen ve karar veren değil, Enternasyonal tarafından istenen ve kararlaştırılan eylemin araçları olarak” gören bir anlayış olarak eleştirmesi az buz bir ironi değildir. 11

Bu eylemci iradeciliğe [volontarizm] koşut olarak, kendi çelişkilerinin kurbanı kapitalizmin çöküş teorisi Zusammenbruch Teori’nin determinist (ekonomik) iyimserliği yazılarında ortadan kaybolmaz, tam tersine onun büyük iktisat yapıtı Sermaye Birikimi’nin (1911) bizatihî merkezinde yer alır. Yüzyıl dönümündeki sosyalist hareketin bu geleneksel vizyonu ancak 1914’ten sonra, 1915’te hapishanede yazılan ve 1916’da “Junius” müstearıyla yayınlanan Sosyal Demokrasinin Krizi başlıklı broşürüne aşılacaktır. Bu belge “ya sosyalizm ya da barbarlık” ifadesi sayesinde Marksist düşünce tarihinde bir dönüm noktasına işaret eder. Rosa Luxemburg’un savı tuhaf biçimde “tarihsel gelişmenin nesnel yasaları”na bir atıfla başlar; proletaryanın eyleminin “tarihi belirlemeye katkıda bulun”duğunu kabul etmekle birlikte, bunun yalnızca tarihsel süreci hızlandırma ya da erteleme meselesi olduğuna inanırmış gibi görünür. Buraya kadar yeni bir şey yoktur!

Buna karşın, izleyen satırlarda proletaryanın zaferini “insanlığın hayvanlar âleminden özgürlüğün krallığına bir sıçraması”yla karşılaştırır, bu arada bu sıçramanın “karmaşık maddi koşulların gelişmesinin büyük kitle içinde tutuşturucu irade kıvılcımını (zündende Funke) ateşlemesine dek” mümkün olmayacağını da ekler. Burada karşımızda ünlü Iskra’yı, maddi koşulların kuru barutunu patlatmaya muktedir devrimci kıvılcımı buluruz. Peki, bu zündende Funke ne yaratır? “Sosyal demokratların önderliğindeki uluslararası proletarya kendi tarihini kendi ellerine almayı denemeyi bu yolla…” “uzun [bir] şiddetli güç sınamaları silsilesi” sayesinde “öğrenecektir” 12 Diğer bir deyişle, ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci bilinci ancak ve ancak pratik deneyim sırasında ateşlenir.

“Junius” sosyalizm ya da barbarlık tabirini getirirken Engels’in otoritesine, “kırk yıl” önceye giden bir metne – hiç kuşku yok Anti-Dühring’ten (1878) bir alıntıya göndermede bulunur: Friedrich Engels bir zamanlar şunu söylemişti: “Burjuva toplumu bir yol ayrımındadır, ya sosyalizme geçiş ya da barbarlığa geri dönüş” [a.g.e.] Engels’in yazdıkları aslında bütünüyle farklıdır: “gerek modern kapitalist üretim tarzının yarattığı üretici güçler, gerekse bu üretim tarzı tarafından kurulan malların bölüşümü bizzat bu üretim tarzının kendisiyle apaçık bir çelişkiye girmiştir ve aslında bu çelişki öyle bir raddeye varmıştır ki eğer modern toplumun tamamı yok olup gitmeyecekse üretim ve bölüşüm tarzında bir devrim olmalıdır.” 13

Engels’in – “Junius”unki gibi siyasî olmaktan çok öncelikle ekonomik – savı daha ziyade retorik olup, sosyalizmin gerekliliğinin bir tür reductio ad absurdum’udur: eğer modern toplumun “yok olmasını” istemiyorsak – muğlâk bir ifade; tam olarak neyi kapsadığını bilmek mümkün değildir. Yirminci yüzyılın gidişatında bu denli büyük bir etkiye sahip olacak “ya sosyalizm ya da barbarlık” tabirini, bu formülün taşıdığı keskin anlamla icad eden aslında Rosa Luxemburg’tur. Luxemburg Engels’e atıfta bulunuyorsa eğer, bunu muhtemelen oldukça heterodoks bir teze daha fazla meşruiyet kazandırmak için yapmıştır. Sonunda sosyalizmin kaçınılmaz zaferine inancını sarsan gelişme açık biçimde dünya savaşı ve uluslararası işçi hareketinin 1914 Ağustosundaki çöküşü olmuştur. “Junius” yenilik getiren bakış açısını aşağıdaki paragraflarda geliştirmiştir: “Bugün tamı tamına Engels’in bir nesil önce öngörmüş olduğu tercihle karşı karşıyayız: ya emperyalizmin zaferi ve antik Roma’da olduğu gibi bütün uygarlığın çöküşü, nüfusun azalması, perişanlık, yozlaşma – büyük bir mezarlık. Ya da uluslararası proletaryanın emperyalizme ve onun savaş yöntemine karşı bilinçli aktif mücadelesi demek olan sosyalizmin zaferi.” 14

“Barbarlık” kavramının anlamını tartışabiliriz: bu hiç kuşku yok modern, “uygar” bir barbarlık sorunudur – dolayısıyla antik Roma’yla karşılaştırma pek uygun düşmez – ve bu durumda Junius broşüründe söylenen şey peygamberî bir kehanet olup çıkmıştır: modern barbarlığın en mükemmel uygulamalı örneği Alman faşizmi, iktidarı sosyalizmin yenilgisi sayesinde ele geçirmiştir. Ancak “ya sosyalizm ya da barbarlık” formülünün en önemli kısmı “ya da” terimidir: burada işin içine katılan tarihin açık bir süreç olarak kabul edilmesi, geleceğin – “tarihin yasaları” veya ekonominin yasaları tarafından – henüz kararlaştırılmamış olduğu, buna karşılık son tahlilde “öznel” etmenlere – bilince, karara, iradeye, inisiyatife, eyleme, devrimci praksise – bağlı olduğudur. Isabel Loureiro’nun çok iyi kitabında vurguladığı gibi, – Rosa Luxemburg’un daha sonraki metinlerinde olduğu gibi – Junius broşüründe dahi hâlâ kapitalizmin kaçınılmaz çöküşüne, “tarihin diyalektiği”ne ve “sosyalizmin tarihsel gerekliliği”ne atıflara raslandığı doğrudur. 15 Fakat son tahlilde, “ya sosyalizm ya da barbarlık” formülü ekonomik determinizmden ve aydınlanmacı kaçınılmaz ilerleme ideolojisinden farklı başka bir “tarih diyalektiği” kavramının temellerini sağlar.

1918’deki Rus Devrimi üzerine polemiğin – demir parmaklıklar ardında kaleme alınmış bir başka önemli metin – ortasında yine praksis felsefesini buluruz. Bu belgenin temel çizgisi iyi bilinir: bir yandan Ekim Devrimini yapmaya cüret ederek uluslararası sosyalizmin onurunu kurtarmış olan Bolşeviklere ve önderleri Lenin ile Troçki’ye destek; diğer yandan, bazıları – toprak sorunu, ulusal sorun – tamamen tartışılır, bazıları ise – demokrasi üzerine bölüm – peygamberî görünen bir dizi eleştiri. Yahudi/Polonyalı/Alman devrimciyi endişelendiren her şeyden önce, tam da emekçi kitlelerin siyasî faaliyetinin teminatını oluşturan ve onlar olmaksızın “halkın geniş kitlelerinin egemenliğinin büsbütün düşünülemez” olduğu demokratik özgürlüklerin – basın, örgütlenme, toplantı özgürlüğü – Bolşevikler tarafından baskı altına alınmasıdır.

“Bolşeviklerin cesaret ve kararlılıkla üstlendikleri” sosyalizme geçişin devasa görevleri “kitlelerin” demokratik özgürlükler olmaksızın mümkün olmayan “en yoğun siyasî eğitimi ve deneyim birikimi” olmadan yerine getirilemez. Yeni bir toplumun inşası öngörülmeyen “bin türlü sorun” çıkaran bakir bir alandır; oysa “Yalnızca deneyim düzeltme yapma ve yeni yollar açma yeteneğine sahiptir”. Sosyalizm “bizzat kendi deneyimlerinin okulundan doğan” tarihsel bir üründür: halk kitlelerinin (Volksmassen) tamamı bu deneyimde yer almalıdır, aksi halde “sosyalizm birkaç resmî masanın arkasından bir düzine entelektüel tarafından kararnameyle ilan edilecektir”. Geçiş sürecinin kaçınılmaz hatalarının tek çaresi devrimci pratiğin kendisidir: “yegâne şifa verici ve arındırıcı güneş devrimin kendisi ve onun yenileme ilkesidir, onun tarafından var edilen ve en geniş siyasî özgürlük biçimini alan kitlelerin manevî yaşamı, faaliyeti ve inisiyatifidir.” 16

Bu tartışma, 1918 tarihli metne “Leninist” itirazların yoğunlaştığı Kurucu Meclis üzerine tartışmadan çok daha önemlidir. Kitlelerin devrimci praksisi, halkın deneyim yoluyla özeğitimi, ezilenlerin özözgürleşimi ve iktidarın işçi sınıfı tarafından icrasının bizzat kendisi demokratik özgürlükler olmadan mümkün değildir. “Rosa Luxemburg’un Marksizmi” başlıklı önemli denemesinde Georg Lukács, bu büyük devrimcinin – Marx tarafından Feuerbach Üzerine Tezler’inde formüle edilen – teoriyle praksisin birliği sayesinde sosyal demokrat hareketlerin iktidarsızlığı ikileminin, “kadercilikleriyle katıksız yasalar tarafından ve katıksız niyetlerin etiği tarafından yaratılmış ikilem”in üstesinden gelmeyi nasıl başardığını büyük bir zekâyla göstermiştir. Peki, bu diyalektik birlik ne anlama gelir? “Bir sınıf olarak proletaryanın sağlam bir sınıf bilinci kazanmasının, bu bilinci elde tutmasının ve kendisini – nesnel-olarak-verili – tarihsel görevinin düzeyine yükseltmesinin ancak ve ancak çatışma ve eylem yoluyla mümkün olduğunu görmüş bulunuyoruz. Partinin ve tekil savaşçının kendi teorilerine, ancak ve ancak eğer bu birliği kendi praksislerine taşırlarsa gerçekten sahip olabilecekleri de aynı şekilde doğrudur.” 17

Lukács’ın henüz daha bir yıl geçmeden, Ocak 1922’de, Luxemburg’un “proletarya devriminin burjuva devrimleriyle aynı yapısal biçimlere sahip olduğunu sanıyor” 18 olduğunu iddia ederek – ki bu Isabel Loureiro’nun gösterdiği gibi pek inandırıcı bir suçlama değildir 19 – Spartaküs Birliği’nin kurucusunun muhalif yorumlarını blok halinde reddeden – daha sonra Tarih ve Sınıf Bilinci’nde de yer alacak (1923) – “Rosa Luxemburg’un ‘Rus Devrimi Eleştirisi’ Üzerine Eleştirel Gözlemler” başlıklı bir deneme kaleme alması bu nedenle şaşırtıcıdır. Ocak 1921 tarihli denemeyle, Ocak 1922 tarihli deneme arasındaki ton ve içerik bakımından farkı nasıl izah edebiliriz? Ortodoks Leninizm’e hızlı bir dönüşle mi? Belki ama bunu daha büyük bir ihtimalle Lukács’ın Alman Komünizmi içindeki tartışmalara ilişkin tutumuyla izah edebiliriz. KPD’nin (Almanya Komünist Partisi) asıl önderi Paul Levi, Lukács tarafından coşkuyla desteklenen (buna karşın Lenin tarafından eleştirilen…) Almanya’da başarısızlığa uğrayan bir komünist ayaklanma girişimi olan 1921 “Mart Eylemi”ne karşı çıkmıştı. Partiden ihraç edilen Levi, Rosa Luxemburg’un 1918’de kendisine emanet ettiği Rus Devrimi üzerine elyazmasını1922’de yayınlamaya karar vermişti. Lukács’ın bu belgeyle girdiği polemik aynı zamanda Paul Levi’yle dolaylı bir hesaplaşmadır.

Luxemburg tarafından kaleme alınan bu belgenin demokrasi üzerine bölümü aslında yirminci yüzyıl Marksizminin, komünizminin, eleştirel teorisinin ve devrimci düşüncesinin en önemli metinlerinden biridir. Yirmi birinci yüzyılda sosyalizmin bu birkaç sayfada geliştirilen savları dikkate almayan bir yeniden-kuruluşunu tasavvur etmek zordur. Leninizmin ve Troçkizmin Ernest Mandel ve Daniel Bensaïd gibi en aklı başında temsicileri Bolşevizmin demokratik özgürlükler sorununa ilişkin bu 1918 tarihli eleştirisinin son tahlilde haklı olduğunu kabul etmişlerdir. Rosa Luxemburg’un atıfta bulunduğu demokrasi elbette, en önemli kararların bankacılar, müteahhitler, askerler ve teknokratlar tarafından her türlü halk denetiminden azade alındığı burjuva parlamentarizminin “düşük yoğunluklu demokrasi”si değil, devrimci bir süreçte işçiler tarafından icra edilen demokrasidir. Zündende Funke, Rosa Luxemburg’un yangın çıkaran kıvılcımı son bir kez Aralık 1918’de KPD’nin (Spartaküs Birliği) Kurucu Kongresine seslenişinde kızıllaşmıştır.

Kabul etmek gerekir ki, bu metinde hâlâ “sosyalist devrimin zorunlu nesnel gelişme yasası”na atıflara raslıyoruz. Bununla birlikte, bu metin aslında işçi hareketinin çeşitli güçlerinin devrimci yolu bulmadan önce yaşamak zorunda oldukları “acı deneyim”e dairdir. Bu unutulmaz konuşmanın son sözleri doğrudan ezilenlerin özözgürleştirici praksisi perspektifinden esinlenmiştir: “Kitleler iktidarı kullanmayı iktidarı kullnarak öğrenmelidirler. Bunu onlara öğretmenin başka yolu yoktur. Çok şükür, proletaryayı sosyalistçe ‘eğitme’nin önerildiği günleri gerimizde bıraktık. Kautsky okulundan Marksistler hâlâ bu tarihe karışmış günlerin var olduğuna inanıyorlar. Proleter kitleleri sosyalistçe eğitmek onlara konferanslar vermek, aralarında bildiri, broşür dağıtmak anlamına geliyordu. Hayır, sosyalist proletaryanın okulunun bütün bunlara ihtiyacı yoktur. İşçiler eylemin okulunda öğreneceklerdir (zur Tat greifen)”. Rosa Luxemburg burada Goethe’nin meşhur bir formülüne göndermede bulunur: Am Anfang war die Tat! Başlangıçta Kelam değil Eylem vardı! Devrimci Marksistin sözcükleriyle: “Şiarımız şudur: Başlangıçta eylem vardı. Eyleme gelince o da işçi ve asker şuralarının misyonlarını idrak edip, tüm ulusun tek kamu iktidarı olmayı öğrenmeleri olmalıdır.” 20 Rosa Luxemburg birkaç gün sonra Bakan Gustav Noske’nin yetkisi dâhilinde Berlin işçilerinin ayaklanmasına karşı sosyal demokrat hükümet tarafından harekete geçirilen Freikorps tarafından katledilecekti.

Rosa Luxemburg yanılmaz değildi, her insan her aktivist gibi hatalar yaptı. Onun fikirleri kapalı bir teorik sistem, her yerde ve her zaman uygulanabilecek dogmatik bir doktrin oluşturmaz. Ancak hiç kuşku yok onun düşüncesi kapitalist makinayı parçalamaya ve radikal alternatifler düşünmeye çalışmak açısından paha biçilmez bir kaynaktır. Bu düşüncenin son yıllarda özellikle Latin Amerika’da bir önceki yüzyılda sosyalizm adına yapılan deneylerin – hem sosyal demokrasinin, hem de Stalinizmin – çıkmazlarını aşma kapasitesine sahip bir yirmi birinci yüzyıl sosyalizmi üzerine tartışmada en önemli referanslardan biri haline gelmiş olması tesadüf değildir. Onun işçilerin özözgürleştirici praksisine, deneyim yoluyla özeğitime ve geniş halk kitlelerinin eylemine dayanan – kapitalizme ve emperyalizme uzlaşmaz muhalif – hem devrimci hem de demokratik sosyalizm kavrayışı böylece çarpıcı biçimde güncel hale gelir. Geleceğin sosyalizmi bu kızıllaşan kıvılcımın ışığı olmadan yapamayacaktır.

 

(Bu yazı Osman S. Binatlı tarafından çevrilmiş ve Yeniyol dergisinin 42. sayısında yayımlanmıştır.)

 

 

DİPNOTLAR

1. Karl Marx, Early Writings, p 422, Penguin Books, Harmondsworth, 1975

2. http://www.marxists.org/archive/marx/works/1845/german-ideology/index.htm

3. Isabel Loureiro, Rosa Luxemburg. Os dilemmas da acao revolucionario Unesp, Sao Paulo, 1995, p 23

4. http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1900/reform-revolution/index.htm

5. Organisational Questions of the Russian Social Democracy, http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1904/questions-rsd/index.htm

6. Ibid.

7. The Mass Strike, the Political Party and the Trade Unions, http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1906/mass-strike/index.htm

8. Ibid.

9. Ibid.

10. Ibid.

11. Karl Liebknecht, To Rosa Luxemburg: Remarks concerning her draft these for the ´International´ group, published in French in Partisans no. 45, January 1969

12. http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1915/junius/index.htm

13. http://www.marxists.org/archive/marx/works/1877/anti-duhring/index.htm

14. Luxemburg, op. cit.

15. Loureiro, op. cit., p 123

16. Luxemburg, The Russian Revolution, http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1918/russian-revolution/index.htm

17. Lukács, History and Class Consciousness, Merlin Press, London, 1971, pp 39, 43

18. Ibid. p 284

19. Loureiro, op. cit. P 321

20. Our Programme and the Political Situation, http://www.marxists.org/archive/luxemburg/1918/12/31.htm