Michael Löwy –
Bu yazının amacı, ulusal sorun üzerine klasik Marksist tartışmanın anahtar nitelikteki birtakım teorik ve yöntemsel yönlerini biraraya getirmektir. Çıkış noktasını Marx ile Engels’in yazılarında tam anlamıyla netleşmemiş tavırlarından alan bu tartışma, 1. Dünya Savaşı öncesinde, İkinci Enternasyonal’de hızlanarak Lenin’in ulusların kaderlerini belirleme hakkına ilişkin formülü ile gerçekçi ve devrimci bir teori durumuna yükselmiştir.
Marx «ulus» kavramının somut bir tanımını yaparak ulusal sorun konusunda sistemli bir teori getirmediği gibi, proletarya için bu alanda genel bir politik strateji de çizmedi. Marx’ın bu konudaki yazılarının büyük bir bölümü özgül durumlara ilişkin somut politik önermelerdir. Bu konudaki «teorik» metinlerine bakacak olursak, en tanınmış ve en etkili olanları, hiç şüphesiz, Manifesto’daki, komünistler ve uluslarla ilgili, anlamı bir hayli kapalı bölümlerdir. Bu bölümlerde Marx, proletarya hareketinin enternasyonalist niteliğini cesur ve uzlaşmaz bir tavırla dile getirmekle birlikte, belirli bir ekonomizmden büsbütün arınmış değildir, serbest ticaret dönemini hatırlatan şaşırtıcı bir iyimserlik içindedir. Bu durum özelikle, «burjuvazinin gelişmesi, serbest ticaret, dünya pazarı» vb. ile başlayan ulusal düşmanlıkların yok edilmesi sürecinin, zafere ulaşan proletarya tarafından devam ettirileceği fikrinde görülebilir. Ne var ki, bu görüş, Marx’ın aynı dönemde yazdığı, her ulusun henüz ayrı ulusal çıkarları temsil ederken, büyük sanayinin bir sınıf yarattığını, bunun da bütün ulusları aynı çıkar çevresinde topladığını ve ulusallığın artık yok olduğunu belirttiği [1] öteki metinleriyle çelişiyor. Daha sonraki yazılarındaysa (özelikle İrlanda sorununa ilişkin yazılarında), burjuvazinin ulusal düşmanlıkları yalnız yaşatmakla yetinmediğini, aslında bu düşmanlıkları artırmaya çalıştığını da ortaya koyuyordu. Çünkü: 1. pazarları denetim altına alma mücadelesi kapitalist güçler arasında çatışmalar yaratıyordu; 2. bir ulusun bir başka ulusu sömürmesi ulusal düşmanlık yaratıyordu; 3. şovenizm, burjuvazinin proletarya üzerindeki egemenliğini sürdürmesini sağlayan ideolojik araçlardan biriydi. Marx kapitalist üretim tarzıyla ekonominin uluslararası nitelik kazandığını belirtirken sağlam bir temele dayanıyordu: Dünya pazarının ortaya çıkışı «uluslar arasında evrensel karşılıklı-bağımlılık» yaratmış, «sanayinin ulusal temelini yıkmış»tı. Ne var ki, «sanayide üretimin standartlaşması ile buna uygun yaşama koşuları»nın, ulusal sınırların (Absonderungen) ve düşmanlıkların yok olmasına yardım ettiği fikri, ulusal farklılıklar yalnızca üretim sürecindeki farklılıkların sonucuymuş gibi, bir ekonomizm eğilimi taşıyordu.
Marx’ın ironik ve kışkırtıcı ünlü «proletaryanın yurdu yoktur» önermesine gelince, bu söz, her şeyden önce, bütün uluslardaki proletaryaların çıkarlarının aynı olduğu anlamında yorumlanmalıdır. Ulusları ortadan kaldırmaya yönelik bir olgu olarak görüyordu bunu Marx (aşağıda Alman İdeolojisi’nden. aldığımız bölüme bkz.): proletarya için ulus, sadece iktidarı ele geçirmek için karşısında hazır bulduğu politik alandı. Ancak, Marx’ın yurtseverliğe karşı takındığı bu tavrın daha derin bir anlamı vardı: 1. proletarya hümanizmi için ancak tüm insanlık, anlamlı bir bütünlük, yüce bir değer ve ulaşılacak asıl amaç olabilirdi; 2. tarihî maddeciliğe göre komünizm, üretici güçlerin gösterdiği, ulusal devletlerin dar sınırlarını aşan büyük gelişme yüzünden, ancak dünya çapında kurulabilirdi.
Komünist Manifesto proletarya enternasyonalizminin temelini kurarken, ulusal sorunla ilgili somut bir politik strateji konusunda hemen hemen hiçbir şey söylemiyordu. Böyle bir strateji ancak daha sonraları, özellikle Marx’ın Polonya ve İrlanda üzerine yazdığı yazılarda geliştirilebilmiştir (Enternasyonal’de Mazzini’nin liberal-demokrat milliyetçiliğiyle Proudhoncuların ulusal nihilizmine karşı verdiği mücadelede de bu özeliği görebiliriz). Polonya’nın ulusal kurtuluş mücadelesinin desteklenmesi, on dokuzuncu yüzyıl demokratik işçi hareketinin bir geleneğiydi. Marx ve Engels, bu geleneğin içinde olmalarına karşın, Polonya’yı, ulusların kaderlerini belirlemesi yönündeki genel demokratik ilke adına olmaktan çok, Avrupa’da gericiliğin kalesi olan, bilimsel sosyalizmin kurucularının nefret ettikleri Çarlık Rusya’sına karşı mücadele ettiği için desteklemişlerdi. Bu yaklaşımın anlamı biraz belirsiz kalıyor: Polonya sırf ulusal mücadele verirken Çarlığa karşı da bir mücadele verdiği için desteklendiyse, bu, Ruslardan yana olan Slavların (Çekler gibi) kaderlerini belirleme hakkı olmayacak anlamına mı geliyordu? Engels’in 1848-49’da çözmeye çalıştığı sorun buydu.
Öte yandan, İrlanda konusundaki yazıları çok daha geniş bir alanda uygulanabilir, savunduğu görüşlerden ezilen uluslar sorunu üzerinde birtakım genel ilkeler çıkarılabilir. Daha erken bir dönemde Marx, İrlanda’nın Britanya içinde özerk olmasından yanaydı, İrlandalıların (İngiltere’nin büyük toprak sahiplerince) ezilmekten kurtulmasının, işçi sınıfının (Chartist’lerin) İngiltere’de zafere ulaşmasına bağlı olduğuna inanıyordu. Öte yandan, ‘60’larda ise, İrlanda’nın kurtuluşunu İngiliz proletaryasının kurtuluş koşulu olarak gördü. Bu dönemde İrlanda konusundaki yazılarında, proletarya enternasyonalizmiyle diyalektik ilişkisi içinde, ulusların kaderlerini belirlemesi sorunuyla ilgili olarak Marksist teorinin gelecekteki gelişiminde önemli olan üç tema işliyordu: 1. ancak ezilmiş bir ulusun ulusal kurtuluşu uluslar arasındaki ayrılık ve düşmanlıkların yok olmasını sağlar ve her iki ulusun işçi sınıflarının ortak düşmanlarına, kapitalistlere karşı birleşmelerine imkân verir; 2. bir ulusun ezilmesi, onu ezen ulustaki burjuvazinin işçiler üzerinde ideolojik hegemonyasını pekiştirmesine yardım eder: «Başka bir ulusu ezen bir ulus kendi tutsaklık zincirini kendisi hazırlar»; 3. ezilen ulusun özgürlüğüne kavuşması ezen ulus içindeki hâkim sınıfların ekonomik, politik, askerî ve ideolojik temellerini zayıflatır, bu da o ulusun işçi sınıfının devrimci mücadelesine yardım eder.
ENGELS
Engels’in Polonya ve İrlanda konusundaki tutumu büyük ölçüde Marx’a benzer. Ne var ki onun yazılarında -benim görüşüme göre Marksizm’e temelden yabancı olmakla birlikte [2]- devrimci sosyalist, demokratik bir tutuma dayansa bile ulusal sorun konusunda yapılabilecek yanlışların çarpıcı bir örneği olduğu için incelenmeye değer olan ilginç bir teorik kavrama, «tarihsiz uluslar» öğretisine raslıyoruz.
Orta Avrupa’da demokratik devrimin 1848-49’da uğradığı başarısızlığı analiz ederken, Engels, bu başarısızlığı yığınlar halinde Avusturya ve Rus ordularına yazılan, Macaristan, Polonya, Avusturya ve İtalya’daki liberal devrimi ezmek için gerici güçlerce kullanılan Güney Slav uluslarının (Çekler, Slovaklar, Hırvatlar, Sırplar, Romenler, Slovenler, Dalmaçyalılar, Moravyalılar, Ruthenyalılar v.b.) oynadıkları karşı devrimci role bağlar.
Avusturya İmparatorluğunun ordusu aslında hem Slav, hem Alman-Avusturya köylülerinden meydana geliyordu. Karşı devrimin zaferinde önemli bir etken rol oynamıştı: devrimin liberal-burjuva önderleri ulusal bir köylü devrimine ön ayak olamayacak kadar kararsız, «ılımlı» ve korkak kimselerdi. Sonuç olarak, köylü yığınları ile ulusal azınlıkları kazanması ve onları devrime karşı tepkinin bilinçsiz bir âleti olmaktan kurtarması mümkün değildi. 1848 devrimi toprak sorununa ve ulusal soruna köklü bir çözüm getiremediği için (ki 1917 Ekim Devrimi’ni başarılı kılan etken de bu sorunlara köklü bir çözüm getirmesiydi!) başarısızlığa uğrayan bir devrimin klasik örneğidir. Bu başarısızlık, hareketin önderlerinin dar bir toplumsal tabanı temsil etmelerinin sonucuydu: orta Avrupa liberal burjuvazisi 19. yüzyılda artık önemli bir devrimci sınıf olmaktan çıkmıştı.
Engels 1848-49 yenilgisinin gerçek sınıfsal nedenlerini kavramayı başaramadığı için bu olayı metafizik bir ideolojiyle, özü gereği karşı devrimci olan «tarihsiz uluslar» -içinde Güney Slavlar, Bretonlar, İskoçlar, ve Baskların bulunduğu karmakarışık bir kategoriydi bu- teorisiyle açıklamaya çalıştı. Engels’e göre, «Hegel’in dediği gibi, bu ulus kalıntıları tarihin akışı tarafından insafsızca ezilmişlerdir; bu ulusal safra, yalnız varlığıyla bile büyük bir tarihî devrim karşısında bir tehlike olduğu için, her zaman karşı devrimin bağnaz temsilcisi olacak, büsbütün yok oluncaya ya da ulusal özelliklerini iyice yitirinceye kadar da öyle kalacaktır.» [3] Bu teorinin kaynağı olan Hegel, bir devlet kurmayı başaramayan, ya da kurdukları devlet çoktan yıkılan ulusların «tarihsiz», yok olmaya mahkûm uluslar olduğunu ileri sürer. Örnek olarak Hegel de gene Güney Slavları -Bulgarları, Sırpları v.b.- gösterir. Engels bu düzmece-tarihî metafizik tezi 1855’de yazdığı bir yazıda geliştirir ve şöyle der: «Pan-Slavizm tarihin bin yılda yarattığı şeyi silip süpürmeye çalışan, Türkiye’yi, Macaristan’ı ve Almanya’nın yarısını haritadan silmeden amacına ulaşamayacak bir harekettir…» [4] Böyle bir görüşün tarihî maddeciliğin devrimci fikirlerinden çok, tarihî hukuk okulunun (Savigny v.b.) tutucu ilkelerinden kaynaklandığını eklemeye bile gerek yoktur! Aynı Engels’in aynı dönemde yazdığı bir yazıda (1853) Osmanlı İmparatorluğunun, Balkan uluslarının bağımsızlıklarını kazanmaları sonucu, parçalanmaya mahkûm olduğunu belirtmesi bir çelişki gibi görünebilir. Oysa, iyi bir diyalektikçi olarak «değişkenlikten başka hiçbir şeyin sabit, hareketten başka hiçbir şeyin değişmez kalmadığı insan kaderinin tarihte geçirdiği sonsuz değişmeler»e [5] hayran olan Engels için bu hiç de şaşırtıcı olmayan bir gerçekti.
1866’da Polonya üzerine yazdığı bir dizi yazı [6], ulusal birlik ve bağımsızlık haklarını kabul ettiren «büyük tarihî Avrupa ulusları» (İtalya, Polonya, Macaristan, Almanya) ile Çar’ın ve III. Napolyon’un ellerinde oyuncak haline gelen, «Avrupalılık önemi olmayan» ve «ulus olarak yaşama gücünden yoksun» ulus kalıntılarını (Romenler, Sırplar, Hırvatlar, Çekler, Slovaklar) karşılaştırmakta direnen Engels’in ideolojik tutarlılığını ortaya koydu. Engels’i savunmak için, bu yazıların, bilimsel bir eserdeki titizlikten yoksun, dolayısıyla asıl teorik yazılarından farklı gazete yazıları olduğunu söyleyebiliriz. Üstelik, Çarlığın, Avusturya İmparatorluğunun nasıl yenileceği noktasındaki tavrı da temelinde demokratik ve devrimcidir. Engels bir Slav düşmanlığıyla hareket etmekten de çok uzaktı. 1848 devriminden önce yazdığı bir yazıda «İtalyanlarla Slavların kurtuluşu yolundaki engellerin ortadan kalkması için» [7] Avusturya imparatorluğunun yenilmesi gerektiğini söylüyordu. Macaristan’daki Alman azınlığına (Siebenburger Sachsen) saldırdığı yazılarında da görüldüğü gibi, «yabancı bir ülkenin göbeğinde saçma bir azınlığı ayakta tutmakta direnen» [8] Alman şovenizminden de kaynaklanmıyordu Engels.
ULUSAL AYRILIKÇILIĞA KARŞI RADİKAL SOL
Luxemburg, Pannekoek, Troçki (1917’den önce) ve Strasser’in temsil ettikleri «radikal sol» akım (Linksradikale) çeşitli derece farklarıyla, ama bazen de çok ayrı kalıplara girerek, proletarya enternasyonalizmi ilkesi adına ulusal ayrılıkçılığa karşı muhalefetiyle tanımlanıyordu. Ulusal sorun konusundaki tutumu, ayrıca, bu akımı devrimci ve Marksist yaklaşımında en yakın olduğu Lenin’den ayıran bellibaşlı sorunlardan da biriydi.
ROSA LUXEMBURG
1893’te Rosa Luxemburg Polonya’nın bağımsızlığı için savaşmayı amaç edinen Polonya Sosyalist Partisi’ne (PPS) karşı, Marksist ve enternasyonalist bir programla Polonya ‘Krallığı Sosyal Demokrat Partisi’ni (SDKP) kurdu. PPS’yi (bir ölçüde haklı olarak) sosyal-yurtsever bir parti olarak suçlayan SDKP’li Rosa ve arkadaşları Polonya’nın bağımsızlığı sloganına kararlı bir şekilde karşı çıkıyorlar, PPS’nin tersine, Rus ve Polonya proletaryaları arasındaki yakın ilişkiyi ve onların ortak kaderlerini vurguluyorlardı. «Polonya Krallığı» (Polonya’nın Çarlık Rusya’sıyla birleştirilen kısmı) diyorlardı, «bağımsızlığı değil, gelecekteki Rus demokratik cumhuriyetinin sınırları içinde toprak özerkliği’ni amaç edinmelidir.»
1896’da Luxemburg İkinci Enternasyonal Kongresinde SDKP’yi temsil etti. Kongrede savunduğu görüşler daha sonra bir makale halinde yayımlandı: [9] Polonya’nın kurtuluşu Çekoslovakya’nın, İrlanda’nın ve Alsas-Loren’in kurtuluşu kadar ütopiktir… Proletaryanın birleştirici politik mücadelesi yerini «bir dizi kısır ulusal mücadele»ye bırakmamalıdır. Bu tutumun teorik temelleri «Polonya’da Sanayinin Gelişmesi» [10] konulu doktora tezi için yaptığı araştırmalarla sağlanmış olacaktı. Bu çalışmanın ana tema’sı, Polonya’nın ekonomik yönden Rusya’yla zaten bütünleştiğiydi. Polonya’da sanayinin büyümesi Rus pazarları sayesinde sağlanmış, sonuç olarak Polonya ekonomisi artık Rus ekonomisinden ayrı yaşayamaz olmuştu. Polonya’nın bağımsızlığı feodal Polonya soylularının özlemiydi; sanayinin gelişmesi bu özlemi şimdi temelden baltalamıştı. Ne ekonomik geleceği Rus ekonomisine bağlı olan Polonya burjuvazisi, ne de tarihî çıkarları Rus proletaryasıyla devrimci bir ittifakta yatan Polonya proletaryası milliyetçiydi. Yalnız küçük burjuvaziyle kapita-lizm-öncesi tabakalar hâlâ ütopik bir birleşik, bağımsız Polonya düşü içindeydiler. Bu açıdan Luxemburg, kitabının, Lenin’in Rus popülistlerinin geriye dönük, ütopik özlemlerini eleştirdiği Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi [11] adlı eserinin Polonya’daki karşılığı olacağını düşünüyordu.
Ulusal sorun üzerinde en çok tartışma yaratan görüşü (ki özellikle Lenin karşı çıkmıştı), Litvanya’lı bir Marksist grubun katılmasıyla SDKPİL adını alan Polonya Sosyal Demokrat Partisinin gazetesinde «Ulusal Sorun ve Özerklik» başlığı altında, 1908’de yayımlanan makale dizisindeydi. Bu makalelerde en çok tartışılabilecek ana fikirler şunlardı: 1. ulusların kaderlerini belirleme hakkı, 19. yüzyıl ütopyacılarınca savunulan «çalışma hakkı», ya da yazar Çernişevski’nin bağışladığı «her insanın altın tabaklarda yemek yeme hakkı» kadar gülünç, soyut ve metafizik bir haktır; 2. her ulusa ayrı devlet kurma hakkı vermek, gerçekte burjuva miliyetçiliğini savunmak demektir. Aynı özellikleri göstererek homojen bir bütün meydana getiren bir ulus yoktur, çünkü ulus içinde her sınıfın çatışan çıkarları ve «hakları» vardır; 3. genel olarak küçük ulusların, özel olarak da Polonya’nın bağımsızlığı ekonomik açıdan ütopiktir ve tarihin yasalarıyla mahkûm olmuştur. Luxemburg’a göre bu kuralın dışında kalan bir tek örnek vardı: Osmanlı İmparatorluğu’na bağlı Balkan ulusları (Yunanlar, Sırplar, Bulgarlar, Ermeniler). Bu uluslar, cansız ağırlığı altında ezildikleri bu çökmüş imparatorluktan daha üstün bir ekonomik, toplumsal ve kültürel gelişme düzeyine ulaşmışlardı. Luxemburg 1896’dan sonra (Yunanların Girit adasında başlattıkları ayaklanmanın ardından) -Marx’ın Kırım savaşı sırasında savunduğu tutuma karşıt olarak-, Osmanlı İmparatorluğunun ayakta duracak gücü kalmadığını ve tarihî ilerleme açısından imparatorluğun ulusal devletler halinde parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu düşünüyordu.
Luxemburg küçük ulusların geleceği olmadığı görüşüne destek kazandırmak için Engels’in «tarihsiz uluslar» üzerine yazdığı (oysa o bu yazıları Marx’a dayandırıyordu) yazılardan yararlanmıştı. Bu yazıların gerçek yazarı ancak 1913’de Marx ile Engels’in henüz yayımlanmamış olan mektuplarının bulunmasıyla saptanabilmiştir. Luxemburg özellikle az önce sözünü ettiğimiz «tarih boyunca insafsızca ezilen ulus kalıntıları»na ilişkin bölümünü alıntıladığı, Macarların mücadelesi üzerine 1849 Ocak’ında yazılan yazıdan yararlandı. Rosa Luxemburg Engels’in Güney Slavlarıyla ilgili görüşlerinde yanıldığını anlıyordu; ama Engels’in yönteminin doğru olduğuna inanıyor, onun ulusların haklarına ilişkin metafizik ideolojiye beslediği nefretten de, «bilinçli gerçekçiliği»nden ve «duygusallıktan uzak» oluşundan da övgüyle söz ediyordu. [12]
Bilindiği gibi Luxemburg 1914’de savaşın başlamasıyla Avrupa’yı saran büyük sosyal yurtseverlik akıntısına kapılmayan birkaç İkinci Enternasyonal liderinden biriydi. Enternasyonalist ve anti-militarist propagandaya giriştiği için 1915’de Alman makamlarınca hapsedildiğinde ünlü Junius Broşürü’nü yazdı ve bunu hapishane dışına çıkardı. Luxemburg bu metinde ulusların kaderlerini belirlemesi ilkesini bir ölçüde benimsiyordu: «sosyalizm bütün halklara bağımsızlık hakkı, kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olma özgürlüğü verir.» [13] Ne var ki, ona göre bu hak varolan kapitalist devletler, özellikle de sömürgeci (kolonyalist) devletler içinde kullanılamazdı. Fransa, Türkiye ya da Çarlık Rusya’sı gibi emperyalist devletlerde «özgür bir seçim» den söz edilebilir miydi? Emperyalizm çağında «ulusal çıkarlar» adına verilecek bir mücadele yalnız büyük sömürgeci güçler bakımından değil, «büyük güçlerin emperyalist satranç tahtası üzerindeki piyonları» ndan [14] başka bir şey olmayan küçük uluslar için de bir aldatmacaydı.
Luxemburg’un ulusal sorun üzerinde 1893 ile 1917 arasında geliştirdiği teorileri dört temel teorik, yöntemsel ve politik yanılgıya dayanır.
1-Özellikle 1914’den önce soruna bakarken ekonomist bir yaklaşımı benimsemiştir: Polonya ekonomik olarak Rusya’ya bağlıdır, dolayısıyla politik olarak bağımsız olamaz. Her politik konumun özgüllüğünü ve görece tekilliğini savsaklama eğiliminde bir görüştür bu. Bu determinist-ekonomist yöntem özellikle doktora tezinde ve Polonya’nın sorunlarıyla ilgili ilk yazılarında göze çarpar. Rus pazarına bağlı olan Polonya’da sanayinin gelişmesi, «tarihî zorunluluğun demirden gücüyle» (Luxemburg’un bu sıralarda «doğa yasalarının kaçınılmazlığıyla» deyimi ile birlikte en sık kullandığı deyim) bir yandan Polonya’nın bağımsızlığının ütopik niteliğini, bir yandan da Rus ve Polonya proletaryaları arasındaki birliği belirliyordu. Politikanın ekonomi içinde bu dolaysız eriyişinin tipik bir örneğini 1902’de sosyal yurtseverlik üzerine yazdığı bir yazıda görürüz. Bu yazısında Polonya’da ekonomik eğilimin -«bunun sonucu olarak da» politik eğilimin- Rusya’yla birleşmek yönünde olduğunu söyler; «bunun sonucu olarak da» sözleri kanıtlanmayan, sadece var olduğu kabul edilen bu dolaysızlığı dile getirir. [15] Bununla birlikte, Luxemburg, ekonomizm tuzağından gittikçe uzaklaşmayı başardıkça, özellikle, kaderci, Kautsky tipi ekonomizmden yöntemsel olarak temelden koptuğunu gösteren «ya sosyalizm, ya barbarlık» (Junius Broşürü) biçiminde özetlenebilecek görüşünü ortaya attığı 1914 yılından sonra, bu mantık kaybolmaya başladı. Junius Broşürü’nde ulusal sorun üzerine yürüttüğü görüşler mekanik önyargılarara dayanmayan, özünde politik görüşlerdir.
2- Luxemburg’a göre ulus, temelde kültürel bir olgudur. Bu görüş de ekonomiyle ya da ideolojiyle doğrudan doğruya özdeşleştirilemeyecek, ve somut biçimi uluslaşmış bağımsız devlet (ya da onu kurma mücadelesi) olan ulusun politik boyutunu küçümsemek eğilimindedir. Luxemburg’un ulusların birbirleri üzerinde kurdukları baskının ortadan kaldırılmasından ve ulusların «özgür kültürel gelişmeleri» ne karışılmamasından yana olmasının, ama ayrılıkçılığı ya da politik bağımsızlık hakkını da onaylamamasının nedeni budur. Bağımsız bir ulus-devlet kurma hakkını tanımamanın düpedüz bir ulusal baskı biçimi olduğunu anlamamıştır Rosa Luxemburg.
3- Luxemburg ulusal kurtuluş hareketlerinin tarihe ters düşen tepkici, küçük burjuva yönlerini görürken, Çarlığa karşı (daha sonraları, bir başka bağlamda emperyalizme ve sömürgeciliğe karşı) taşıdıkları devrimci gücü kavrayamadı. Bir başka deyimle, ulusal hareketlerin ikili özelliğinin karmaşık ve çelişik diyalektiğini anlamadı. Rusya’da işçi sınıfının proleterleşmemiş müttefiklerinin (köylüler, ezilen uluslar) devrimci rolünü genellike küçümsedi. Rus devrimini Lenin gibi proletaryanın önderlik ettiği bir devrim olarak değil, işçi sınıfının katıksız devrimi olarak gördü. [16]
4- Luxemburg ezilen ulusların ulusal kurtuluşunun yalnız küçük burjuvazinin «ütopyacı», «tepkici» ve «kapitalizm-öncesi» bir isteği olmayıp proletarya ile birlikte bütün olarak yığınların da bir isteği olduğunu anlayamadı; bu yüzden, Rus proletaryasının ulusların kaderlerini belirleme hakkını tanımasının, ezilen ulusların proletaryalarıyla kurduğu dayanışmanın vazgeçilmez koşulu olduğunu da gözden kaçırdı.
Bu yanılgıların, tutarsızlıkların ve eksikliklerin kaynağı neydi? Bütün bunları Luxemburg’un yönteminin (1914 öncesi ekonomizmi bir yana bırakıldığında) ya da bütün olarak politik tavırlarının (sözgelimi Parti, demokrasi v.b. konularında) mantıkî sonucu saymak yanlış olur. Aslında ulusal soruna ilişkin bu teoriler Luxemburg’a özgü değildi; SDKPİL’in Dzerzhinski gibi Bolşevizmi destekleyen öteki liderleri de bu görüşteydiler. Luxemburg’un tek-yanlı tutumunun, son analizde, SDKPİL’in PPS’ye karşı yürüttüğü sürekli, yoğun ve keskin ideolojik mücadelenin bir ideolojik yan-ürünü olduğunu düşünmek en akla yakın açıklama olur. [17]
Bu yüzden, Lenin ile Luxemburg arasındaki fark, bir bakıma (en azından Polonya konusunda), (büyük Rus şovenizmini yenmeye çalışan) Rus enternasyonalistleri ile (Polonya’daki sosyal yurtseverlikle savaşan) Polonya enternasyonalistlerinin farklı tavırlar takınmalarının bir sonucuydu. Bir dönemde Lenin, Rus ve Polonya Marksistlerinin bu sorun üzerinde belli bir «iş bölümü» yaptıklarını anlar gibiydi. Bunu düşünürken Luxemburg’a karşı en önemli eleştirisi, onun, belli bir özgül durumu (tarihin özel bir noktasındaki Polonya) genelleştirmeye çalışması, dolayısıyla yalnız Polonya’ya değil, ezilen öteki küçük uluslara da bağımsızlık hakkı tanımamasıydı.
Gelgelelim, Luxemburg bir yazısında sorunu Lenin’e çok yakın terimlerle ortaya koydu. Polonya Sorunu ve Sosyalist Hareket [18] adlı derleme kitabına 1905’de yazdığı giriş yazısıydı bu. Luxemburg bu yazısında («sosyalizmin en temel ilkelerinden doğan») her ulusun inkâr edilmez bağımsızlık hakkı ile -Polonya için inkâr ettiği- bu bağımsızlığın istenirliğini dikkatli bir şekilde ayırıyordu. Sözkonusu yazı aynı zamanda onun (yalnızca «kültürel» bir olgu olarak ele almakla birlikte), ulusal duyguların önemini, derinliğini, hattâ haklılığını kabul ettiği; ulusal baskının «barbarlığıyla en dayanılmaz baskı» olduğunu, ancak «düşmanlık ve ayaklanma» duyguları yaratabileceğini söylediği birkaç metinden biridir. Junius Broşürü’nün. bazı bölümleriyle birlikte bu eser, Luxemburg’un düşüncesinin metafizik ve katı nitelikte çizgisel bir tutarlılık gösteremeyecek kadar kelimenin devrimci anlamıyla gerçekçi olduğunu gösterir.
TROÇKİ
Luxemburg ile Lenin arasında orta yol bir tavır takınan Troçki’nin ulusal sorun üzerine 1917’den önce yazdığı yazılar «eklektik» olarak nitelendirilebilir (Troçki’nin sözkonusu yazılarını eleştiren Lenin bu kelimeyi kullanmıştı). Troçki’nin ulusal soruna ilgi duymaya başlaması özellilke 1914’den sonradır. Savaş ve Enternasyonal (1914) adlı broşüründe -sosyal yurtseverliğe karşı çıkan bir polemik yazısıdır bu- ulusal sorunu, çelişik olmasa bile iki ayrı açıdan ele alıyordu.
1- Tarih / ekonomik bir yaklaşım. Dünya savaşı, dünya ekonomisine açılan üretici güçlerle ulus-devletin kısıtlayıcı alanı arasındaki çelişkinin ürünüydü. Troçki böylece «ulus-devletin bağımsız bir ekonomik bütün olarak yıkılışı» nı haber veriyordu ki, bu, sadece ekonomik açıdan bakılınca bütünüyle haklı bir değerlendirmeydi. Ne var ki, o, bu öncülden ulus-devletin bütünüyle hem çöktüğü (Zusammenbruch), hem de yok olduğu (Zertrummerung) sonucunu çıkarıyordu; ulus-devlet olarak ulus, yani gerçek anlamda bir ulus, gelecekte ancak «kültürel, ideolojik ve psikolojik bir olgu» olarak yaşayabilecekti. Şüphesiz, bu sonuç, bu durumdan mantıken çıkarsanamaz. Bir ulus-devletin ekonomik bağımsızlığının sona ermesi hiçbir zaman onun politik bir bütünlük olarak ortadan kalktığı anlamına gelmez. Luxemburg gibi Troçki de ulusu ya ekonomiye, ya da kültüre indirgemek eğilimindeydi, bu yüzden de sorunun özgül politik yönünü, yani ulus-devletin, şüphesiz ekonomi ya da ideoloji alanlarıyla dolaylı ilişkileri olmakla birlikte, onlardan ayrı, politik bir olgu olduğunu gözden kaçırdı.
2- Somut bir politik yaklaşım. Troçki, Luxemburg’dan farklı olarak, ulusların kaderlerini belirleme hakkını “diplomatlar barışı»nın tam tersi olan «uluslar arasında barış» ın koşullarından biri olduğunu kabul ediyordu. Ayrıca Macaristan’ın, Romanya’nın, Bulgaristan’ın, Sırbistan’ın, Bohemya’nın v.b. bağımsızlıklarını desteklediği kadar, bağımsızlığını ve birliğini sağlamış bir Polonya (yani Çarlığın, Avusturya ve Almanya’nın egemenliğinden kurtulmuş) görüşünü de destekliyordu. Avrupa’da Çarlığa karşı en iyi engelin, bu ulusların bağımsızlıklarını kazanarak bir Balkan federasyonu içinde birleşmeleri olduğunu düşünüyordu. Ayrıca, Troçki, proletarya enternasyonalizmiyle ulusal haklar arasındaki diyalektik ilişkiyi dikkate değer bir kavrayışla ortaya koyuyordu. Enternasyonal’in sosyal yurtseverlerce yıkılması yalnız sosyalizme karşı değil, “en geniş ve en doğru anlamıyla ulusal çıkarlar”a karşı da işlenmiş bir suçtu. Çünkü Avrupa’yı demokratik ilkeler ve ulusların kaderlerini belirleme hakkı temeli üzerinde yeniden kurabilecek güçteki bu tek organı dağıtmışlardı. [19]
Troçki 1915’de yazdığı bir dizi makalede («Ulus ve Ekonomi» [20]) ulusal sorunu daha somut bir şekilde, ancak belirli bir bulanıklıktan kurtulamadan tanımlamaya çalıştı. Savunduğu görüşlerin çelişen noktaları, düşüncesinin henüz billurlaşmadığının belirtisiydi. Politik tutumlarını pazarları ve üretici güçleri genişletmek gerekçesiyle haklı çıkarmaya çalışan sosyal emperyalistlere karşı bir polemikle başlıyordu bu yazılar. Bu polemik, yöntemsel açıdan, ekonomizmi reddeder gibiydi: evet, Marksistler ekonomik alanın genişleyebileceği kadar genişlemesinden yanaydılar, ama işçi hareketini bölmek, dağıtmak ve zayıflatmak pahasına değil. İşçi hareketinin «çağdaş toplumun en önemli üretici gücü» olduğunu söylerken Troçki’nin ne demek istediği biraz karışıktı; ama yaptığı şey, politik ölçütün ezici önemini doğrulamaktı. Gelgelelim, her iki yazısının sonunda da üretici güçlerin genişlemesine engel olan ulus-devleti yıkmak için, «ekonomik gelişmeyi merkezîleştirme gerekleri» ne döner. Bu «gerekler» Troçki’nin aynı ölçüde tanıdığı «ulusların kaderlerini belirleme hakkı» ile nasıl bağdaşacaktı? Troçki bu ikilemden onu gerisin geri ekonomizme götüren bir teorik perende ile kurtulmuştur: «devlet temelde ekonomik bir örgüttür ve ekonomik gelişmenin gereklerine uymak zorundadır.» Böylece ekonomiyle ilişkisini kesen ve devletin eski sınırlarından kurtulan ulus, «kültürel gelişme» alanında kaderini belirleme hakkını elde ederken, ulus-devlet «Avrupa Birleşik Devletler Cumhuriyetleri» içinde eriyecektir.
Troçki 1917’de ulusal sorun üzerindeki bu «eklektik» tutumu bırakır ve Brest-Litovsk’da Dış İşleri Halk Komiseri olarak parlak bir şekilde savunduğu Leninist görüşü benimser. [21]
PANNEKOEK İLE STRASSER
Otto Bauer’in tezlerine enternasyonalist bir tepki olan Pannekoek’un Sınıf Mücadelesi ve Ulus ve Strasser’in İşçi ve Ulus adlı kitapları 1912’de Reichenberg’de (Bohemya) yayımlanırlar. [22] Her iki yazarın da ortak ana fikri, sınıfsal çıkarın ulusal çıkardan üstün olduğudur; bu fikrin uygulamadaki sonucu ise, Avusturya sosyal demokrat partisinin birliğini sağlamak ve onun ayrı ya da özerk ulusal kesimlere bölunmesine karşı çıkmaktır. Her iki yazar da, ulusu, sosyalizmin doğuşuyla birlikte silinmeye mahkûm bir ideoloji olan din ile karşılaştırıyorlar, idealist, ulusal-oportünist Bauer’in ulusal sorun üzerine tarih-dışı öğretisine karşı çıkıyorlardı.
Pannekoek’a göre, «ulusal olgu burjuva ideolojisine ilişkin bir olgudur». Bauer’in bu ideolojinin bağımsız bir güç olduğu yolundaki inancı maddeci bir yönteme değil, Kantçı bir yönteme özgüydü. Ne var ki ilginç olan, Pannekoek’un da, Strasser’in de temel noktalarda Bauer’in programını ve Avusturya sosyal demokrasisini, yani çok-uluslu Avusturya-Macaristan devletinin sınırları içinde ulusal özerkliği kabul etmeleriydi. Pannekoek daha sonra doğrudan doğruya ideolojik ve kültürel nitelikteki ulusallık anlayışına uygun olarak, bu özerkliğin toprak ilkesine değil, kişi ilkesine dayandığını belirtmiştir. Pannekoek ile Strasser, Bauer gibi bu programın kapitalist düzen içinde gerçekleşebileceğini düşünmediler, ona yalnız propaganda ve eğitim yönünden değer verdiler.
Ekonomizm her iki yazarın da ortak temel öncül’ünde dolaylı olarak vardır: sınıf çıkarının ulusal çıkardan önce gelmesi, ekonomik bir kökeni olmasındandır. Strasser söz konusu broşürünün çok eğlendirici bir bölümünde, iyi bir Alman-Avusturya yurtseverinin hâlâ Çeklerin dükkânları kendi yurttaşlarınınkinden ucuzsa, alışverişini oradan yaptığını söyler. Ama bu, ulusal çıkarla ekonomik çıkar çatıştığında ekonomik çıkar üstün gelir demek için, gerçekten yeterli midir? Pannekoek ile Strasser’in Bauer’e karşı yürüttükleri polemik devrimci bir görüş çerçevesi içindeydi; ama ulusal soruna, özellikle ezilen ulusların mücadelesine uygulama düzeyinde, somut bir politik yaklaşım alternatifi getirmeden, kendini Avusturya Marksizminin ulusal reformizmi ile enternasyonalizmi kutuplaştırmakla sınırlandırınca eksik bir görüş olarak kalıyordu.
AVUSTURYA MARKSİZMİNİN MERKEZİ VE KÜLTÜREL ÖZERKLİĞİ
Avusturya Marksistlerinin ana fikri, ulusların bütün kültürel, yönetimsel ve hukukî organlarıyla yasal halk korporasyonları biçiminde örgütlendikleri çok-uluslu bir devletin sınırları içinde kültürel özerklikti. Bütün politik sorunlarda olduğu gibi, ulusal sorun konusundaki öğretileri de reformla devrim, milliyetçilikle enternasyonalizm arasında kalan bir «merkeziyetçilik»le tanımlanıyordu. Avusturya Marksistleri hem ulusal azınlıkların haklarını tanımak, hem de Avusturya-Macaristan devletinin birliğini korumak istiyorlardı. Radikal sol gibi, ulusal sorunun bir çözüm yolu olarak ayrılıkçılığa karşı olmakla birlikte, bu tavrı benimsemelerinin nedeni farklı ve tutumları da radikal solun tam karşıtıydı.
KARL RENNER
1917 öncesinde, Avusturya’nın gelecekteki başbakanı (1918-20) ulusal sorun üzerine çeşitli incelemeler yayımladı. Bu incelemelerin ilki ve en tanınmış olanı Devlet ve Ulus (1889) adlı incelemedir. Karl Renner’in yöntemi temelde yasal ve anayasal nitelikteydi; devlet anlayışı ise, (Mehring, Kautsky ve burjuva hukukçusu Hans Kelsen’in doğru bir şekilde gösterdikleri gibi), Marx’dan çok Lasalle ile ortak yönler taşıyordu. Lasalle’ın devletçiliğinin etkileri onun ilk yazılarında bile vardı, ama 1914’den sonra, örneğin Marksizm, Savaş ve Enternasyonal (1917) adlı eseriyle bu etki çok daha belirginleşir. Bu kitapta ileri sürülen görüşler şunlardır (görüşlerinin Marksizmle ilişkisi biraz sorunsal niteliktedir): 1. «Ekonomi gün geçtikçe yalnız kapitalist sınıfa hizmet etmektedir; devlet ise gittikçe proletaryaya hizmet etmektedir.» 2. «Sosyalizmin tohumları bugün kapitalist devletin bütün kurumlarında bulunabilir.» [23]
Renner’in ulusal sorun karşısındaki tutumu bu “sosyal devletçilik”in ışığı altında anlaşılmalıdır; asıl amacı «İmparatorluğun bütünlüğünü yitirmesi»ni ve «Avusturya’nın dağılması»nı önlemek, yani «tarihî Avusturya devleti»ni kurtarmaktır. Böylece Renner’in politik düşüncesinin temel çerçevesinin Avusturya-Macaristan İmparatorluğu olduğu ortaya çıkar; belirli birtakım demokratik reform ve ulusal azınlıklara verilecek tavizlerle korunması gereken bir çerçevedir bu. Renner’in ulusal sorunu politika dışına çıkarmasının ve onu bir yönetim ve anayasa sorununa [24] indirgeyip yasal bir sorun haline getirmesinin nedeni bu devletçiliktir. Karl Renner ince ve karmaşık bir hukukî ve kurumsal mekanizma ile politik ayrılıkçılığı ve çok-uluslu devletin parçalanma tehlikesini etkisiz kılma yolarını aradı: kişi ilkesine dayanan ulusal korporasyonlar, bir ulusu seçen bütün insanların adlarının yazıldığı bir «nüfus kütüğü», her ulusal azınlık için ayrı seçmen kütükleri, yönetim özerkliği olan bölgesel ya da ulusal organlar -ya da her ikisi birden- v.b. sınıfsal bakıştan da, devrimci doğrultudan da bütünüyle uzak olan Renner’in tutumu, gerçekte, sandığının tersine, büyük ölçüde Marksizmin politik ve teorik dünyası dışında kalır.
OTTO BAUER
Bauer’in Ulusal Sorun ve Sosyal Demokrasi (1907) adlı eseri, teorik ağırlığı ve etkisi yönünden Renner’in yazılarından çok daha önemlidir. Bununla birlikte, Avusturya Marksizminin temel öncülü olan çok-uluslu devletin yaşatılması noktasında Bauer de Renner’le aynı görüştedir. Bauer ulusal sorunun çözüm yolunu, Avusturya-Macaristan devletinde kurumların ileriye dönük bir yönde işletilmesi amacıyla sınırlanan reformist bir çerçeve içinde görüyordu (stratejisini tanımlarken «ulusal evrim» deyimini kullanıyordu): «Ulusal özerkliğin anlık bir kararla ya da gözüpek bir eylemle gerçekleşmesi hiç de akla yatkın değil. Avusturya uzun bir evrim süreci içinde çetin mücadelelerden geçerek, ulusal özerkliğe doğru adım adım yol alacaktır. Yeni anayasa parlamentonun çıkaracağı büyük bir yasa ile değil, bir dizi bölgesel ve yöresel yasalarla gerçekleşecektir.» [25]
Bauer’in yaptığı analizin kendine özgü yanı, psikoloji terimleriyle tanımlanan bulanık ve gizemli «ulusal özellikler» kavramına dayandırdığı ulusal sorun teorisinin psikolojik ve kültürel bir nitelik göstermesiydi: «amaç farklılığı, aynı uyarıcının ayrı hareketlere yol açabileceği, aynı dış ortamın da ayrı kararlar doğurabileceği gerçeği…» Neo-Kantçı bir kökeni olan, bütünüyle metafizik bir kavramdı bu aslında. Bauer’in bu görüşünün, Marksist muhaliflerince (Kautsky, Pannekoek, Strasser v.b.) sert bir şekilde eleştirilmesi hiç de şaşırtıcı değildi.
Bauer’in kurduğu teorik yapının ikinci anahtar kavramı, ulusal özerkliğin bütün stratejik temeli saydığı ulusal kültürdü şüphesiz. Yapılan analizin kültür düzeyine oturtulması politik sorunun, yani çeşitli devletler kurarak ulusların kaderlerini belirlemesi sorunun doğal olarak bir kenara itilmesine yol açar. Bauer’in «kültürcülüğü», bu anlamıyla Renner’in «hukukçuluğu»yla aynı yöntemsel rolü oynuyordu: her ikisi de ulusal sorunu politik alanın dışına çıkarıyorlardı.
Bauer, üstelik, sınıfları ve sınıf mücadelesini ulusal kültürden neredeyse bütünüyle soyutluyordu. Programı, işçi sınıfını «kültürel imkânlar»a kavuşturmayı ve onu kapitalizm içinde erişemediği «ulusal kültür toplumu» na kazandırmayı amaçlıyordu. Bu yüzden, Bauer, «kültür değerleri»ni sınıf içeriğinden yoksun, mutlak tarafsız değerler gibi görüyordu. Böylece kültür dünyasının görece özerkliğini dikkate almadan, onu doğrudan doğruya toplumsal temeline indirgemek isteyen «Proletkult» («burjuva kültürü»ne karşı «proleter kültürü») yandaşlarının yaptığı yanlışlığın tam tersini yapıyordu. Bu bakımdan, Pannekoek’un Bauer’le giriştiği polemikte, proletaryanın Goethe ile Schiller’de (ya da Freiligrath ile Heine’de) burjuvaziden çok başka şeyler bulduğunu göstermesi hiç de zor olmamıştı. Proletaryanın burjuva kültür mirasıyla diyalektik bir Aufhebung (koruma/yadsıma/aşma) olan karmaşık ilişkisini Bauer, işçi sınıfının burjuva kültürünü olduğu gibi kendine maletmesine, daha doğrusu edilgin bir biçimde kabulenmesine indirgiyordu. Ulusal sorunu açıklarken kültürün belirleyici önemini vurgulamakta şüphesiz haklıydı Bauer, ancak, teorisi, en çarpıcı anlamını sosyalizmin uluslar arasında kültürel farklılaşmaların artmasına yol açtığı fikrinde bulan «ulusal kültür» kavramını gerçek bir fetiş haline getirmekle sonuçlandı. [26]
Sosyalizmi ve işçi hareketini «ulusallaştırma» eğilimi, çocukluk dönemindeki proletaryanın «saf kozmopolitizm»i diye nitelediği enternasyonalizme karşı çıkması ve sosyalist kültürün uluslararası olduğunu kavrayamaması yüzünden, Bauer’in teorisi, yenmeye çalıştığı milliyetçi ideolojiden kendini kurtaramamıştır. Nitekim bu teorinin yalnız Avusturya-Macaristan’da değil, Rus İmparatorluğunda (Bund, Kafkas sosyal-demokratları v.b.) ve daha başka ülkelerde işçi hareketleri içindeki milliyetçi/kültürel akımların da öğretisi durumuna gelmesi hiç şaşırtıcı değildir. Ne var ki, bu zayıf noktalarına karşın, Bauer’in eserinin, özellikle kullandığı yöntemin historisist niteliği yönünden, inkâr edilmez bir teorik değeri vardı. Ulusu, ortak bir tarihî kaderin eseri (bunun maddî temeli de insanın doğaya karşı verdiği savaştı), «durmayan bir sürecin hiç bitmeyen ürünü», geçmiş olayların billurlaşması sonucu «donmuş bir tarih parçası» olarak tanımlarken sıkı sıkıya tarihî maddeciliğe dayanıyor, burjuva ulusal muhafazkârlığına, gerici «ölümsüz ulus» efsanelerine ve ırkçı ideolojiye karşı çıkıyordu. Bu tarihî yaklaşım, Bauer’in eserine, yalnız Renner’i değil, o dönemde ulusal sorun konusunda çoğunlukla soyut ve katı yazılar yazan birçok Marksist yazarı da geride bırakan gerçek bir yöntemsel üstünlük kazandırdı. Bauer’in yöntemi varolan ulusal yapılar için tarihî bir açıklama getirmekle kalmadı, ulus’un sürekli bir dönüşüm içindeki bir hareket, bir süreç olarak anlaşılmasını da sağladı. Otto Bauer, 1848-9’da Engels’in düştüğü yanılgıya düşmekten kaçınmayı başardı: bir ulusun «tarihi olmaması» (Çekler gibi) mutlaka o ulusun geleceği olmayacak demek değildi. Orta Avrupa’da ve Balkanlarda kapitalizmin gelişmesi, «tarihsiz uluslarsın başka uluslar içinde erimesine değil, uyanmasına yol açıyordu. [27]
LENİN VE ULUSLARIN KADERLERİNİ BELİRLEME HAKKI
Ulusal sorun, Lenin’in işçi hareketine ulusların kaderlerini belirlemesi temel sloganına dayanan tutarlı, devrimci bir strateji kazandırarak (Marx’ın yazılarına dayanarak, ama onu bir hayli aşarak) Marksist teoriyi büyük ölçüde geliştirdiği alanlardan birisidir. Leninist öğreti, tutarlılığı ve gerçekçiliğiyle bu dönemin öteki Marksistlerinin, hattâ bu konuda ona en yakın görünen Kautsky ile Stalin’in tavırlarından bile çok ilerdedir.
Kautsky’nin 1914’e kadarki tutumu Lenin’e benziyor, ancak ulusun temeli olarak, tek yanlı bir görüşle yalnız dil üzerinde durması ve ulusların sınırları içinde yaşadıkları devletten ayrılma hakkının formüllendirilmesinde açıklık ve cesaretten yoksun olmasıyla ondan ayrılıyordu. 1914’den sonra ise, Lenin Kautsky’nin ulusların hakları konusunda savaş boyunca takındığı kaypak ve çelişik tavırlarını sert bir dille eleştirmiş, onu «ikiyüzlü» ve «oportünist» olmakla suçlamıştır.
STALİN
Stalin’in «Marksizm ve Ulusal Sorun» [28] başlıklı ünlü makalesine gelince, Stalin’i, bu makaleyi yazması için Viyana’ya Lenin’in gönderdiği bir gerçektir. Nitekim 1913 Şubat’ında Gorki’ye yazdığı bir mektupta Lenin, “büyük bir makale üzerinde çalışan harika bir Gürcü”den söz eder. [29] Ancak, yazı bittiğinde, 28 Aralık 1913 tarihli bir yazısında gördüğümüz kısa bir parantez içi değinme dışında, ulusal sorun üzerine yazdığı sayısız yazıların hiçbirinde sözkonusu etmediği için, Lenin’in bu makaleden (yaygın söylentilerin tersine) özel bir heyecan duyduğunu gösteren bir belirtiye raslamıyoruz. Stalin’in eserindeki temel fikirlerin Bolşevik partisinin ve Lenin’in fikirleri olduğu açıktır. Ama, Stalin’e bu makaleyi Lenin’in yazdırtmış, yazılan makaleyi de gene Lenin’in «satır satır» [30] okuyup düzeltmiş olması gerektiğini söyleyen Troçki’nin tahminî açıklaması tartışma götürür. Stalin’in eseri, tersine, oldukça önemli birtakım noktalarda, Lenin’in yazılarından açık ya da dolaylı bir şekilde ayrılır, hattâ onlarla çelişir.
1- «Ulusal kişilik», «ortak psikolojik bileşim» ya da ulusların «psikolojik özelliği» kavramları hiç de Leninist değildir. Bu sorunsal, Lenin’in «psikolojik teori»sini [31] açıkça eleştirdiği Bauer’in bir mirasıdır. Ulusal psikoloji fikri, aslında, ulusal sorunun Marksist bir analizinden çok, yüzeysel, bilim-öncesi bir folklora uygun düşer.
2- Stalin kuru bir dille, «ancak bütün bu nitelikler (ortak dil, toprak, ekonomik hayat ve ‘ruh yapısı’) bir araya geldiği zaman bir ulusun varlığından söz edilebileceğini» ileri sürerken teorisine, Lenin’de hiçbir zaman bulamayacağımız dogmatik, kısıtlı ve katı bir özellik verir. Stalin’ci ulus anlayışı gerçek bir ideolojik Prokrust yatağıdır. Stalin’e göre Gürcistan, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına gelinceye kadar uluslaşmamıştı, çünkü ekonomik olarak bağımsız prensliklere bölündüğü için, «ortak bir ekonomik hayat»a kavuşamamıştı. Bu ölçüte göre, Gümrük Birliği sağlanmadan önce Almanya’nın da ulus olmadığını eklemeye gerek yoktur. Bu kadar kesin, katı ve keyfî bir ulus “tanımı”na Lenin’in hiçbir yazısında raslamayız.
3- Stalin çok-uluslu bir devlet içinde dağınık halde yaşayan ulusal gruplara birleşme ya da dayanışma kurma imkânı verilmesine açıkça karşı çıkmıştır: «sorumuz şudur: çok ayrı yönlerde gelişen topluluklar tek bir ulusal birlik halinde birleştirilebilir mi?… Örneğin Baltık Eyaletlerindeki Almanlarla Yukarı Kafkasyada yaşayan Almanların ‘bir ulus içinde birleşmeleri’ düşünülebilir mi?» Bu soruya verilen cevap tabiî «birleştirilemez» ve «düşünülemez» dir, “ütopyacılık”tır. [32] Lenin ise, tam tersine, düpedüz Kafkaslardaki Almanlarla Baltık ve Petrograd bölgelerindeki Almanları örnek göstererek, «herhangi bir devlet içinde, hangi ulustan olurlarsa olsunlar, bütün toplulukların birleşme kurmasını da içine alan bir birleşme özgürlüğü» nü savunuyordu bütün gücüyle. Bir ulusun, bir ülke, hattâ dünyanın çeşitli bölgelerine dağılmış üyelerinin her türlü dayanışma özgürlüğünün «tartışılmaz» nitelikte olduğunu söylüyor ve bu özgürlüğe «ancak dar kafalı, bürokrat bir anlayışın karşı çıkabileceği»ni [33] de sözlerine ekliyordu.
4- Stalin Büyük Çarlık Rusya’sının ezici milliyetçiliğiyle ezilen ulusların milliyetçiliği arasında hiç fark gözetmemiştir. Makalesinin bunu su yüzüne çıkaran bir paragrafında Çar’ların «savaşçı ve baskıcı», «yukarıdan» milliyetçiliğiyle «Polonyalıların, Yahudilerin, Tatarların, Gürcülerin, Ukraynalıların v.b. kimi zaman koyu bir şovenizme dönüşen aşağıdan gelen milliyetçilik dalgası» na bir solukta karşı çıkar. Stalin «yukardan» milliyetçilikle «aşağıdan» milliyetçilik arasında fark gözetmemekle kalmamış, ezilen ülkelerin milliyetçi hareketler karşısında «sağlam bir tavır almayan» Sosyal-Demokratlarına da en sert eleştirilerini yöneltmiştir. Öte yandan Lenin ise, ezenin milliyetçiliğiyle ezilen ulusun milliyetçiliği arasındaki farkı dikkate almakla da yetinmeyerek, büyük Rus ulusal şovenizmine bilerek ya da bilmeyerek boyun eğenlere keskin bir dille saldırmıştır. Giriştiği polemiğin hedeflerinden birisinin, Polonya milliyetçiliği karşısındaki «sağlam» tavırları Polonya’ya Rus İmparatorluğundan ayrılma hakkı tanımamakla sonuçlanan ezilmiş bir ulusun Marksist Sosyal-Demokratları olması bir raslantı değildir. Lenin’le Stalin arasındaki bu fark oldukça önemlidir ve gerçekte, Gürcistan’ın ulusal sorunu üzerinde aralarında çıkan sert tartışmaların (Aralık, 1922) tohumunu taşır. Lenin’in ünlü «son kavga»sıdır bu.
LENİN
Ulusal sorun üzerine bir strateji hazırlarken Lenin’in çıkış noktası, Luxemburg, Troçki ve Pannekoek ile aynıydı; proletarya enternasyonalizmi. Ne var ki Lenin, ulusların kaderlerini belirleme hakkı ile enternasyonalizm arasındaki diyalektik ilişkiyi devrimci soldaki arkadaşlarından daha iyi anlamıştı. İlkin, ancak ayrı devlet kurmakta özgür olan ulusların bir başka ulusla kendi iradeleriyle, özgür olarak birleşip dayanışma kurabileceklerini, işbirliği yapabileceklerini, uzun dönemde de kaynaşabileceklerini kavramıştı. İkincisi, ancak ezen ulus içindeki işçi hareketinin ezilen ulusa kaderini belirleme hakkı tanımasıyla ezilendeki düşmanlık ve kuşkuların silinerek, her iki ulus proletaryalarının burjuvaziye karşı uluslararası mücadelede birleşmelerinin sağlanabileceğini anlamıştı.
Lenin ulusal-demokratik mücadelelerle sosyalist devrim arasındaki diyalektik ilişkiyi de aynı şekilde kavramış, ezilen ulus içindeki halk yığınlarının (yalnız proletarya değil, köylülerle küçük burjuvazinin de) bilinçli proletaryanın müttefiki olduğunu göstermişti. Görevi, burjuva devleti ve kapitalizm karşısındaki «önyargıları, tepkici kuruntuları, zayıflıkları ve yanılgıları»yla «tutarsız, uyumsuz ve karışık» öğelerden meydana gelen bu kitlenin mücadelesine önderlik etmek olan bir proletaryaydı bu. [34] Bununla birlikte, Lenin’in Rus İmparatorluğu içindeki ezilen ulusların ulusal kurtuluş mücadelesini yalnız demokratik bir hareket olarak değil, aynı zamanda proletaryanın Sovyet sosyalist devrimindeki müttefiki olarak da görmeye başlayıp sürekli devrim teorisini benimsemesi, gerçekte ancak 1917 Nisan’ından sonradır.
Yöntemsel açıdan Lenin’in çağdaşlarına göre en büyük üstünlüğü komutayı politikanın emrine vermekteki yeteneği, yani her sorunun ve her çelişkinin politik yönünü kavramak ve aydınlatmak yolundaki inatçı, kararlı, değişmez ve şaşmaz eğilimiydi. 1902-3’de Parti sorununda Ekonomistlerle yaptığı polemikte, 1905’de demokratik devrim konusunda Menşeviklerle giriştiği tartışmalarda, 1916’da Emperyalizm üzerine yazdığı özgün yazılarda, 1917’de Nisan Tezleri’yle yaptığı yaratıcı dönüşümde, en önemli eseri olan Devlet ve Devrim’in her sayfasında ve tabiî, ulusal sorun konusundaki yazılarında bu eğilim kolaylıkla göze çarpar. Son analizde, doğal olarak, ekonomik düzey belirleyici olsa bile, politik düzeyin gittikçe hâkim olduğu bir emperyalizm çağı olan 20. yüzyılda Lenin’in fikirlerindeki çarpıcı tazeliği ve daha birçok özeliği ve yöntemsel yanıyla açıklayabiliriz.
Ulusal sorun konusunda pek çok Marksist yazar sorunun yalnız ekonomik, kültürel ve «psikolojik» boyutunu görürlerken Lenin, ulusların kederlerini belirlemesi sorununun «bütünüyle doğrudan doğruya politik demokrasi ile ilgili olduğunu» [35], yani ulusların politik olarak ayrılıp bağımsız bir devlet kurma hakkı ile ilgili olduğunu açıkça belirtiyordu. Üstelik Lenin bu iki şey arasındaki farkların yöntemsel bir temeli olduğunu çok iyi biliyordu: «’özerk’ bir ulus ile ‘egemen’ (hükümran) bir ulusun yararlandıkları haklar eşit değildir; Polonyalı arkadaşlarımız politik kavramları ve kategorileri irdelemekten ısrarla kaçınmasalardı (tıpkı bizim eski Ekonomistler gibi), bunu görürlerdi.» [36] Lenin, politik sürecin görece özerkliğini anladığı için, ulusal sorunu irdelerken öznelcilikten de, ekonomizmden de kurtulmayı başarmıştı. [37]
Lenin’e göre ulusal sorunun politik yönüyle başbakanları, diplomatları ve orduları ilgilendiren konuların hiçbir ilişkisi olmadığını söylemek bile gereksizdir. Hangi ulusun bağımsız devlet olacağı ya da iki devlet arasındaki sınırın nasıl çizileceği gibi konular onu hiç ilgilendirmiyordu. Lenin’in amacı demokrasi ve proletaryanın enternasyonalist birliği’ydi ve her ikisi için de ulusların kaderlerini belirleme hakkının tanınması gerekiyordu. Ayrıca, Lenin’in ulusların kaderlerini belirlemesi teorisi tam anlamıyla politik yön üzerinde yoğunlaştığından, milliyetçiliğe de hiçbir şekilde ödün vermiyordu. Sadece demokratik mücadele ve proletarya devrimiyle belirlenen bir amaca yöneliyordu.
Lenin’in gözünde bu iki amacın eşit değerde olmadığı bir gerçektir; demokratik isteklerin her zaman için dünya proletaryasının devrimci sınıf mücadelesinin yüksek çıkarlarına bağlı olması gerekir. Örneğin Lenin’e göre cumhuriyetçi hareket özel bir durumda bir gericilik aracı olursa (Kamboçya 1971!) Marksistler bu hareketi desteklemezler. Bu, işçi sınıfı hareketinin cumhuriyetçiliği programından çıkarması gerektiği anlamına gelmez. Birtakım özel durumlar dışında, aynı şey ulusların kaderlerini belirleme hakkı için de geçerlidir. Bazı kural dışı örnekler olsa bile genel kural, her ulusun ayrı devlet kurma hakkı olmasıdır. Gerçekte, Lenin’in işçiler arasında enternasyonalist birliğin sağlanması için gereken koşulların yaratılmasında büyük önem taşıyan uluslara kaderlerini belirleme hakkı tanıyan analizi özünde «kural dışı örnekler »in de olamayacağı, yani proletaryanın çıkarlarıyla ulusların demokratik hakları arasında bir çelişki olamayacağı yönündedir.
VARDIĞIMIZ SONUÇ: TARİHİN DERSİ
Ulusal sorunun çeşitli yönleri üzerinde Marksistler arasındaki bazı özgül tartışmaları tarih çözmüştür. Çok-uluslu Avusturya-Macaristan devleti Birinci Dünya Savaşından sonra çeşitli ulus-devletlere bölünmüştür. Engels’e göre «özünde gerici bir ulus» olan Basklar bugün İspanya’da devrimci mücadelenin doruğuna ulaşmışlardır. Luxemburg’un küçük burjuva ütopyacılığı olarak nitelediği Polonya’nın yeniden birleşmesi düşüncesi 1918’de gerçekleşmiştir. «Ulusal yaşama gücü»nden yoksun olduğu için (Engels) silinmeye mahkûm «tarihsiz» Çek ulusu, Slovak ulusuyla kendi iradesiyle bir federasyonda birleşerek devlet kurmuştur.
1917 sonrası dönemin deneyleri ulusun sadece soyut bir dış ölçütler toplamı olmadığını gösterir. Öznel öğe, yani ulusal kimlik bilinci, ulusal politik hareket v.b. de çok önemlidir. Bu «öznel etmenler» elbette gökten zembille inmezler; çekilen acılar, karşı karşıya kalınan baskılar gibi belirli tarihî koşulların sonucudurlar. Ama bu, ulusların kaderlerini çok daha geniş bir alanda belirlemesi gerektiği anlamına gelir; yalnız ayrı devlet kurmakla değil, «ulusal bütünlük» ün kendisiyle de ilgisi olması gerekir. Bir topluluğun ulus olup olamayacağını belirleyecek güç, görüşlerini elindeki «nesnel ölçütler» listesiyle savunan bir öğreti «uzmanı» değil (Stalin gibi), topluluğun kendisidir. [38]
Öte yandan Woodrow Wilson’dan beri büyük devlet milliyetçiliği demokrasi, ulusların eşitliği ve ulusların kaderlerini belirleme hakkı sloganlarına sahip çıkarak ideolojik savaş deposunu yeniden donatmıştır. Bu ilkeler burjuva devlet adamlarınca bugün her yerde tekrarlanmaktadır. Lyndon Johnson Amerika Birleşik Devletleri Cumhurbaşkanı olduğu zaman, 1966’da ciddî ciddî şunları söyledi: «Güney Vietnam halkının kendi geleceğini özgürce seçebilmesi için, ulusların kaderlerini belirlemesi ilkesini savunmak üzere savaşıyoruz.» [39] Afrika’daki bir ayaklanma üzerine Treitschke’nin, «Uygarlaşmamış insanlarla yapılan savaşlarda normal savaş ilkeleri uygulamak sadece gülünçtür. Bir zenci kabilesi, köyleri ateşe verilerek yola getirilmelidir, çünkü etkili tek çare budur,» [40] diye yazdığı on dokuzuncu yüzyıldan beri, büyük devletlerin küçük uluslarla ilgili politikası nereden nereye gelmiştir!
Bugün işçi hareketinin politik sağlığı için gerçek tehlike, Luxemburg’un soylu yanılgılarında dile gelen çocukluk hastalığı değil, Rus ve Çin bürokratları ve onların çıraklarınca uluslararası alana yayılan büyük devlet şovenizmi ve burjuva milliyetçiliğine oportünist teslimiyetçilik hastalıkları gibi çok daha büyük tehlike gösteren patolojik olgulardır. Gerçekte, ulusal sorun konusunda «ültra-solculuk» silinmiş gibidir. Ancak devrimci solun bazı kesimlerinde, «işçi sınıfının birliği» ve enternasyonalizm adına ulusal bağımsızlık hareketlerine soyut bir biçimde karşı çıkmakla kendini gösteren Luxemburg’un tezlerinin uzak yankılarını bulabiliyoruz. Aynı şey Engels’in «gerici uluslar» la ilgili görüşü için de geçerlidir. Nitekim bugün ulusal, sömürgesel, dinî ve etnik yönlerin birleşip içice geçtiği birtakım karmaşık ulusal sorunlara baktığımızda -Arap-İsrail çatışması ya da Kuzey İrlanda’daki Katolik-Protestan mücadelesi gibi- devrimci sola musallat olan iki saptırıcı karşıt etmen görüyoruz. Birinci etmen Filistinlilerin ya da Kuzey İrlanda’daki Katoliklerin ulusal hareketinin meşruluğunu tanımamak; bu hareketleri işçi sınıfını bölücü, «küçük burjuva» hareketleri olarak mahkûm etmek ve onları, bütün ulusların, dinlerin ve ırkların proletaryaları arasında kurulması gereken birlik ilkesine karşı çıkmakla soyut bir şekilde suçlamaktır. İkinci etmen bu hareketlerin milliyetçi ideolojisini eleştirisiz desteklemek ve hâkim ulusları (İsrail Yahudileri ya da Kuzey İrlanda Protestanları gibi) sınıf farkı gözetmeden, kitle halinde «gerici uluslar» olarak, kendi kaderlerini belirleme hakkı olmayan uluslar olarak mahkûm etmektir.
Devrimci Marksistlerin yapmaları gereken şey, bu uçlardan kaçınmak ve -her somut durumun somut bir analizini yaparak- gerçekten enternasyonalist bir yol bulmaktır. Bu enternasyonalizm, Lenin ile Troçki’nin önderlik ettikleri (1919-23) Komintern’in uluslar politikasından ve, hem Lenin’in hem de Luxemburg’un onaylamasıyla ender bir ayrıcalık kazanan İkinci Enternasyonal’in 1896 Kongresinden esinlenecektir: “Kongre, bütün ulusların kaderlerini belirleme hakkını tartışmasız kabul eder; askerî, ulusal ya da başka bir mutlakiyetçiliğin boyunduruğu altında ezilen bütün ülkelerdeki işçilerin duygularını paylaşır; Kongre, uluslararası kapitalizmi yenmek ve uluslararası Sosyal-Demokrasinin amaçlarını gerçekleştirmek için, bu ülkelerin işçilerini bütün dünyadaki bilinçli işçilerin saflarına katılmaya çağırır.”
1 – Karl Marx, Alman İdeolojisi, Moskova 1964, s. 76. Krşl, Friedrich Engels, «Das Fest der Nationen in London» (1846); Marx, Engels, Lasalle, Aus dem literarischen Nachlass, Stuttgart 1902, C. 2, s. 408: «Bir Avrupa Cumhuriyeti kurmak ve politik olarak örgütlü bir düzen içinde uzun bir barış dönemine geçmek düşü, evrensel ticaret özgürlüğü etiketi altında ulusların birliğini savunmak kadar gariptir. (…) Burjuvazinin her ülkede kendi özel çıkarları vardır ve ulusallığı aşamaz (…) Oysa proleteryanın her ülkede tek ve ortak bir çıkarı, tek ve ortak bir düşmanı ve mücadelesi vardır. Ancak proleterya ulusları ortadan kaldırabilir, ancak proleterya ulusların kardeşliğini gerçekleştirebilir…»
2 – Bu konuda Polonyalı Marksist Roman Rosdolski’nin dikkate değer yazısına bkz., «Friedrich Engels und das Problem der ‘geschichtlosen Völker’», Archiv für Sozialgeschichte IV, 1964.
3 – Engels, «The Magyar Struggle», Marx’ın , The Revolutions of 1848 adlı kitabı, Londra, 1973, s. 221-2.
4 – Engels, «Deutschland und der Panslawismus», (Neue Öder Zeitung 1855), MEW XI, Rosdolski’den alıntı, y.g.e., s. 174.
5 – Engels, «What is to become of Turkey in Europe?» (New York Daily Tribune 1853), MEW IX, Rosdolski’den alıntı, y.g.e., s. 174.
6 – Engels, The First International and After, Londra, 1974, s. 378 – 88.
7 – Engels, «Anfang des Endes in Österreich» (1874), MEW IV, s. 510.
8 – Engels, «The Magyar Struggle», y.g.e., s. 219.
9 – «La questione polacca al dongresso internazionale di Londra», Critica Sociale, 16 Temmuz 1896, No. 14, s. 217-20.
10 – Die industrielle Entuticklung Polens, Leipzig 1898.
11 – V. I. Lenin, Collected Works, C. 3.
12 – Luxemburg, «Nationalitat und Autonomie» (1908), Internationalismus und Klassenkampf, Neuwied 1971, s. 236-239.
13 – Luxemburg, «Junius Broşürü», Rosa Luxemburg konuşuyor, Mary – Alice Watera edisyonu, New York 1970, s. 304.
14 – Luxemburg, «Theses on the Tasks of International Social Demokracy», a.g.e., s. 329.
15 – Ludemburg, «Sozial-patriotische Programakrobatik», Internationalismus und Klassenkampf, y.g.e.
16 – Krş. György Lukacs, «Critical Observations on Rosa Lusemburg’s ‘Critique of the Russian Revolution’», Tarih ve Sınıf Bilinci, Londra 1971, s. 272 – 95.
17 – Krş. Lenin, «Ulusların Kaderlerini Belirleme Hakkı Üzerine», Collected Works, C. 20, s. 430: «Milliyetçilikle gözü kararmış Polonya küçük burjuvazisine karşı yürüttüğü mücadelenin hızıyla (belki bunda bazan aşırı gidilmiştir), Polonya Sosyal Demokratlarının ölçüyü kaçırmaları anlayışla karşılanabilir.»
18 – Luxemburg, «Vorwort zu dem Sammelband ‘Die polnische Fırage und die sozialistische Bewegung’», Internationalismus und Klassenkampf, y.g.e.
19 – Leon Troçki, The Bolsheviki and World Peace, New York 1918, s. 21, 230-1, vs.
20 – Nashe Slovo 130, 135 (3 ve 9 Temmuz 1915), Troçki’nin 1927’de yeni baskısı yapılan Bütün Eserleri’nde 9. cilt, Rusça.
21 – Krş. Troçki, Rus Devriminin Tarihi, Londra, 1967, C. 3, s. 62: «Sovyetler Birliğinin gelecekte kaderi ne olursa olsun, Lenin’in ulusal politikası insanlığın ölmez zenginlikleri arasındaki yerini alacaktır.»
22 – Anton Pannekoek, Klassenkampf und Nation, Reichenberg 1912; Jozef Strasser, Der Arbeiter und die Nation, Reichenberg, 1912.
23 – Kari Renner, Marksizm, Savaş ve Enternasyonal, Stuttgart 1917, s. 26.
24 – Krş. Arduino Agnelli, Questione nazionale e socialismo: K. Renner ve O. Bauer, Bologna 1969, s. 109.
25 – Otto Bauer, Die Nationalitötenfrage und die Sozialdemokratie, Viyana 1924, s. 404.
26 – a.g.e., s. 105 – 8.
27 – a.g.e., s. 239 – 72. Bauer’in kültürel özerklik programının, ulusların, ulusların kaderlerini belirleme hakkını tanıyan bir politika için, bir alternatif değil, bir tamamlayıcı olarak değer taşıdığını söylememiz gerekir. Gerçekte, ilk Sovyet anayasası bir anlamda ulusal azınlıkların kültürel özerkliği ilkesini getirmiştir.
28 – Joseph Stalin, «Marksizm ve Ulusal Sorun», Eserler, Moskova 1953, C. 2, s. 308 – 381.
29 – Lenin, Collected Works, C. 35, s. 84.
30 – Krş. Troçki, Stalin, Londra 1969, C. l, s. 233.
31 – Lenin, «Ulusların Kaderlerini Belirleme Hakkı», Collected Works, C. 20, s. 398.
32 – Stalin, y.g.e., s. 3061 – 7, 309, 305 ve 339.
33 – Lenin, «The National Programme of the RSDLP», Collected Works, C. 19, s. 543. ve «Critical Remarks on the National Question», Collectes Works, C. 20, s. 39, 50.
34 – Bu konuda Lenin’in 1916 İrlanda ayaklanmasını ele alışı devrimci gerçekçiliğin bir örneğidir: bkz. «The Discussion of Self-Determination Summed Up», Collected Works, C. 22, s. 353-8.
35 – Lenin, «The Socialist Revolution and the Right of Nations and the Right of Nations to Self-Determination», Collected Works, C. 22, s. 145.
36 – Lenin, «The Discussion on Self-Determination Summed Up», y.g.e., s. 344. (Başka çeviri.)
37 – A.S. Nair ile C. Scalabrino’nun makalesi bunu çok iyi ortaya koyar: «La question nationale dans la theorie marxiste revolutionnaire», Partisans 59-60, Mayıs – Ağustos 1971.
38 – Krş. Amerika Birleşik Devletlerindeki zenciler için Troçki şöyle der: «Bu durumda soyut bir Ölçüt belirleyici olamaz: çok daha belirleyici olan etmenler tarihî bilin’çlilik, duygular ve heyecanlardır.» Trotsky on Black Nationdlism and Self-Determination., New York, 1967, s. 16.
39 – A. Schlesinger Jnr’dan alıntı, The Bitter Heritage, Boston 1967, s. 108.
40 – Hednrîch von Treitschke, Politics, Londra 1916, C. 2, s. 614.