Emre Tansu Keten

Son dönemin kullanışlı kavramlarının başında popülizm geliyor. 2008 ekonomik krizinin ardından, birçok ülkede –sebepleri, dinamikleri ve talepleri farklı olsa da- başlayan isyanlar ve bu isyanlarla birlikte, popülist üslubu bir yerde paylaşan, SYRIZA ve Podemos gibi hareketlerin büyük bir yükseliş kazanması, sonrasında sönümlenmesi; bütün bunların ardından ise birçok ülkede sağcı adayların ya iktidara gelmesi ya da iktidarlarını sağlamlaştırması bu kavramı yaygınlaştıran etmenler oldu. Bu sağcı liderlerin, yalana ve toplumu kışkırtmaya yönelik propagandaları ise post-truth gibi bir kavramı ortaya çıkarttı. Bu kavramın arkasında yatan akla göre, sosyal medya çağı, söz ile hakikat arasındaki ilişkiyi sonlandırmış (ki bu uzun ve eski bir post-modernizm tartışması içerisinde yer alır aslında), gerçeklerden çok inançların öne çıkması, yalanı siyaset arenasında çok daha güçlü kılmıştır. Bununla popülizm arasında sıkı bir ilişki vardır.

Faşizm bir doğal afet değildir

Büyük anlatıların sona erdiğini, Sovyetlerin çöküşünden bugüne artık farklı bir dünyada yaşadığımızı iddia eden (neo)-liberal zihniyet için, popülizm şemsiyesi ile Trump, Bolsonaro, Orban gibi isimleri, tarihsel köklerinden kopartmak; onları şimdinin reel-politiği içerisine hapsetmek, aynı zamanda çeşitli coğrafyalarda ortaya çıkan sol güçleri itibarsızlaştırmak ve bu süreçte sosyal medya gibi yeni medya teknolojilerini failleştirmek işe yarar ideolojik bir hamledir. Oysa ki, hem bu liderlerin, hem de onların üzerinde yükseldikleri tarihin mitleştirilmesi, sınırları kendileri tarafından belirlenmiş bir elit sınıfa olan hınç, halkın liderin şahsında cisimleşmesi söylemi, azınlıklara, kadınlara, eşcinsellere yönelik nefret, siyasetin kültür söylemine dayanması ve milli bir kültürün inşa edilmesi ve iktidara karşı olan herkesin hain ilan edilmesi gibi zeminlerin tarihte kökü vardır, bu da faşizmdir.

Faşizm, Troçki’nin kavramsallaştırmasıyla, sınıf mücadelesinin kritik olduğu bir dönemde, küçük burjuva kitlelere dayanarak, siyaset sahnesini zor yoluyla şekillendirme amacıyla ortaya çıkmış bir rejimdir. Ancak burjuva tarihçilerinin iddia ettiği gibi, bir doğal afet anlatısı hâline getirilen “faşizm kabusu” İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle yeryüzünden silinmemiş; politik içeriği, siyaset yapma tarzı ve içerisinde taşıdığı tehlikeler var olmaya devam etmiştir/etmektedir. Çünkü, kapitalizmin ortaya çıkardığı sorunlara yine kapitalizmin ürettiği bir çözüm yolu olarak faşizm, kapitalizm ortadan kalkmadığı sürece (bir potansiyel olarak bile) var olmaya devam edecektir. Türkiye başta olmak üzere, solun güçlendiği birçok ülkede, 60’lar ve 70’ler boyunca faşist hareketlerin nasıl etkili olduğu ve kimler tarafından kullanıldığı ortadadır. Enzo Traverso’nun söylediği gibi:

“[Nazizmin] ideolojisi ve şiddeti 19. yüzyıldan beri Avrupa’da işlemekte olan birçok eğilimin yoğunlaşmış ifadesiydi: sömürgecilik, ırkçılık ve modern anti-semitizm. Nazizm Batı’nın tarihinin bir evladıydı. 19. yüzyılın liberal Avrupa’sı Nazizmin kuluçkası olmuştu”.

Bu anlamda Traverso’nun post-faşizm kavramı da, Marksistlerin sağ popülizm ile faşizm arasındaki sürekliliği ve farklılaşmayı açıklama gayretleri de bugünü anlama noktasında oldukça önemlidir. Evet, bugünün Brezilya’sı ile Türkiye’si, Rusya’sı ile Macaristan’ı arasında çok fark vardır. Örneğin, göçmen karşıtlığı birçok ülkede revaçtayken, Erdoğan, aksine göçmenleri sahiplenen bir söylem üretmektedir (bunda ümmet kavramının siyasetinde önemli bir yer kaplaması da etkilidir). Ya da Slovak neo-Nazi Marian Kotleba nefret siyasetinin temeline Roman karşıtlığını koymaktadır. Bu, post-faşist siyaset tarzının, doğası gereği yerlileştirilmesinin bir sonucudur. Sağ otoriterizm, düşman olarak kodladıklarıyla benzer taktik ve stratejilere sahip olsa da, etkili olabilmek için kendini yerli ve milli olarak var etmek zorundadır. Bu faşizm için de geçerlidir. 1930’ların Müslüman faşisti İnayetullah Han El Meşriki faşizmi “Kur’an’ın ışıklı yolu”na en uygun siyaset olarak görürken, aynı dönem Arjantin faşizmi koyu Hıristiyan bir söylem geliştirmiştir.

Şiddetin Siyaseti, Siyasetin Estetiği

Günümüzün neo-liberal otoriter yönetimleri, seçimlere yaklaşım açısından klasik faşizmden ayrılmaktadır. Günümüzün otoriter liderleri, demokrasiye karşı bir taarruz içerisinde olsalar da, meşruiyetlerini temel olarak seçimlerden alırlar. Kendi dar siyasi çıkarları için demokratik teamüllerin, olabildiğince, dışına çıkmak için eyleme geçerler, ancak demokratik teamüllerin dışına çıkmalarını sağlayan şey bizzat seçimlerdir ve demokrasinin bir ögesi olan seçimler, demokrasi karşıtı eylemleri (yargının bağımlılaşması, basının susturulması, her alanda tek adamlık) mümkün kılan olgudur. Ancak bu hep böyle devam edecek değildir. Şu an için sahnede pek görünmeyen işçi sınıfı, aynı zamanda sömürünün ağırlaştırılması, krizin faturasının emekçilerin sırtına yüklenmesi anlamına da gelen neo-liberal otoriter rejimlere karşı sahneye çıktığında, post-faşizmin doğasının da değişeceği öngörülebilir.

Sağ popülist olarak tanımlanan liderlerin yöntemi, kuşkusuz, kendi açılarından verimlidir. Toplumsal hareketlerin politik gücünün ellerinden alınması anlamına da gelen kimlik siyaseti, bu liderlerin elinde kullanışlı bir araca dönüşmekte, eşcinselleri göçmenlere, kadınları eşcinsellere, işçi sınıfını kültürel elit olarak kodlanan gruplara karşı bileyebilir, öfke ve önyargıyı oya çevirebilir. Kurgulanan en büyük kimlik ise, sürekli yabancılar tarafından tehdit altında olduğundan, gündelik siyaset bir beka sorunu olarak var olur.

Küreselleşmenin ve bunun sonucu olan kültürel homojenleşme baskısının yarattığı kimlik paniği, post-faşistlerin elinde bir retorik olarak büyütülürken, IŞİD’in saldırıları ile Yeni Zelanda’da gerçekleşen katliam bunlardan tamamen bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Walter Benjamin’in, “faşizm estetiği siyasal hayata sokmuştur” tespiti ve bunun en kristalleşmiş halini savaşta bulması bugün için de önemlidir. Faşizm için şiddet, siyasi amaçlar için kullanılan bir araç değil, başlı başına bir amaçtır. Bugün karşılaştığımız, yeni medya teknolojileriyle sarmalanmış şiddet eylemleri, Anders Breivik’ten Yeni Zelanda’ya kadar neo-Nazi saldırıları, bunların manifestolarla temellendirilmesi, üzerine mesajlar yazılmış silahlarla simgeleşmesi, siyasetin estetikleştirilmesin ve bunun şiddetle bütünleştirilmesinin yeniden karşımıza çıkmasıdır. Medyatikleştirilmiş (mediatization) siyaset ve kültür çağında, şiddetin estetize edilmesi çok daha yakıcı bir sorun olma potansiyeli taşımaktadır.

Post-faşist siyaset, kimlik üzerinden kurduğu saflaşmaları sabitleme amacındadır. Bugün Türkiye’de gördüğümüz, muhafazakâr/seküler ayrımı, tarafların sabitlendiği ve siyasetin donup kaldığı bir manzaradır. Bütün sermayesini kimlikler arasındaki ayrımlara yatıran, “Haçlılar”dan, dış mihraklardan, zillet ve terör ittifakından ibaret bir söyleme sıkışıp kalan AKP için bu durum şu an için bir avantajken, kültürel çatışmayı sınıf mücadelesiyle bozguna uğratacak bir gücün ortaya çıkması ile birlikte bu yıkıcı bir nitelik kazanabilir. Bu nedenle, popülizm kavramının egemen okumasının dışına çıkmak, bugünkü otoriter sağcı rejimler ile faşizm arasındaki süreklilikleri vurgulamak ve buna göre bir mücadele programı oluşturmak devrimci Marksistler için acil bir görevdir.