China Mieville[1]
Kostüm giymiş tek bir kişi bile yok. Daha baştan ofsayt sayıyorum bunu. Neyse, hepimiz Bolşevik kılığında geldik. Yoldaşlar, bu yıl 5 Mart’ta Venezuela başkanı Hugo Chavez öldü ve hepimizin bildiği üzere uluslararası sermayenin planına öncelik vermeyi reddederek yoksulluk rakamları, okur yazarlık oranı ve sağlık sorunlarını iyileştirmek gibi günahları sebebiyle burjuva medyası tarafından durmaksızın canavar ilan edildi ve özellikle Amerikan medyası ve küresel medyanın ahmak bürokratları tarafından “şeytan palyaço” ve “sinsi iblis” gibi yansıtıldı.
Canavarları Savunmak
Yıllar içinde pek çok toplantıda dile getirdiğim önerilerden biri de canavarların sosyalist bir savunusunu oluşturmaktı. Bu zeminde canavarlarla dayanışma halindeki bir sosyalist olarak, günün tayin edilmiş canavarlarına karşı durmak bir onur olacaktı ancak belli ki bu, eleştirileri önleyemedi ve bizler gibi enternasyonal sosyalist gelenekten kişiler ve başka pek çokları bu rejimin bazı noktalarına karşı eleştirilerimizi yönelttik.
Endişelenmeyin, konuyu Cadılar Bayramı’na getiriyorum, dayanın birazcık. Güvenin bana. Yükselmekte olan bürokratik tabaka, pazarlıklar ve dünyaca tanınmış türlü sayıda sevimsiz kişiyle yan yana gelinmesi gibi noktalarda endişelerimizi dile getirdik.
Ancak ben Chavez’le başka bir konudaki fikir ayrılığıma odaklanacağım. 29 Ekim 2005’te Hugo Chavez, anne babalara çocuklarını cadılar bayramında cadı ya da hortlak giysileri giydirmemeleri konusunda uyarıda bulundu. Bunun bir terör oyunu olduğunu, ailelerin çocuklarına cadı giysisi giydirdiğini ve bunun kültürlerine aykırı olduğunu, Amerika’nın ülkelerine aslında bir Gringo geleneğini yerleştirdiğini ve bunun terörizm olduğunu söyledi.
Tarihsel anlamda atılan yanlış adımları düşününce bunun Esad’ı desteklemek kadar fena olmadığına sizi temin edebilirim. Ancak yine de, bu hatanın tamamen önemsiz olmadığını da belirtmek istiyorum, bence Cadılar Bayramı iflah olmaz bir sosyalist için savunulmaya değer. İşte soru da bu: Cadılar Bayramı’nı solda yer alan biri olarak, solda yer alan diğer kişilerden nasıl korursunuz? Kesinlikle bunun sadece birazcık eğlence olduğunu söyleyip geçiştirmeyeceğiz, çünkü fenalıklar geçiren apolitik dostlarımızın sık sık belirttiği üzere biz sosyalistler, her zaman eğlencenin içine etmekte uzmanlaşmış kişileriz.
“Ne demek Avatar ırkçı bir film ya? Lütfen bir kez olsun her şeyi mahvetmez misin?” …ve yapamayız, yoldaşlarım, mahvetmeden duramayız. Şayet Cadılar Bayramı’nın mahvolması gerekiyorsa, mahvola. Şanslıyız ki mahvolmayı hak etmiyor. Peki nasıl savunacağız? Hayatın ritmindeki sorunlara yönelerek. Takvimlerin Marksist teorisi hakkında konuşabiliriz mesela. Tarihi çok tartışmalı ve belirsiz olsa da Cadılar Bayramı’nın kökeninde bir veçhesiyle hasat festivallerinin olduğunu net bir biçimde biliyoruz.
Bazıları pek de hoş olmayan birçok şeyin yanında, Hasat Festivallerinin, çoğunlukla kırsal elitin rızası dışında gerçekleştirilen, tarımsal hayatın angaryasında bir tür mola, toplumsal rahatlama ve oyun için kutsanmış bir alan olduğunu söyleyebiliriz.
Dolayısıyla eğlence de içeren bir tür sosyal destek ağı ve sosyal devletin bir çeşit yetersiz, dolayımlı, üzerinde mücadele edilen bir tarihsel öncüsü olduğunu; bu yüzden de bir düzeyde neredeyse savunulmaya değer olduklarını söyleyebiliriz. Bunu da yerim ama bence daya iyisini yapabiliriz.
Buraya pagan mirasımızı kutlamamız gerektiğini söylemeye gelmedim, istiyorsanız yapın tabii ama mevzu bu değil, daha iyisini yapabiliriz. Bence daha iyisi, en başında da Chavez’le ilgili belirttiğim üzere canavarlaştırılan kişilerden bahsetmek olur, elitlerin dışladığı ve canavar ilan ettiği, şeytan diye iftira ve çamur attığı kişilerden bahsetmek. Her zaman olmasa da canavar haline getirilmiş olanlarla dayanışma çağrısı en azından sıklıkla dikkatimizi çeken bir mevzudur, tarih boyunca görebilirsiniz bunu. Chavez’in cadı kılığına giren insanlarla ilgili endişeleri vardı. Yine çok dolayımlı bir şekilde düşünüp bunun yüzyıllardır cinsiyet düşmanlığıyla cadı mahkemelerinde yargılanıp iftiraya uğrayarak işkenceyle öldürülen kadınlarla bir yoldaşlık, bir değerlendirme olduğunu söyleyebilirsiniz. Bu tek bir örnek ve de yararımıza tabii. Ne yazık ki o kadınların değil, çünkü onlar için artık çok geç, fakat hiç yoktan iyidir. Tamam, bunu kabul ederim. Canavarlarla yan yana durunca edebiyat ve tarih boyunca canavarlaştırılmış figürlerle de yan yana duruyoruz. Çünkü Beowulf’da Hrothgar’ın salonundan kovulan Grendel’dan başlayarak tarih boyunca tüm dışlanmışlar, iktidardan şüphe duyanlarımızın sempatisini kazanmıştır. Kara Gölün Canavarı’nın tarafını tutmuş insanlarız biz.
Kapitalist bir Bayram mı?
Bu daha iyi. Ama bende daha da iyisi var. Çok tuhaf, çok ilginç: Cadılar Bayramı çok acayip biçimde sağın en sevdiği oyun alanı oldu. O yüzden size CNN’in iş dünyası muhabiri Christine Romans’ın 2009 Cadılar Bayramı’nda söylediği cümleleri okuyacağım. “Bu bayramların en kapitalisti. En az çabayla en fazla malı götürmeye dayalı. Bir web sitesi en iyi beş şehirdeki muhitleri sıralamış. Muhitin ne kadar zengin olduğu, araba kullanmaya müsaitliği, suç oranları var. Yani çocuklarınıza en az eforla en fazla şekeri toplamayı öğretebiliyorsunuz. Bayıldım buna! Çocuklarınıza Cadılar Bayramı üzerinden ekonomi dersi verebileceğinizi düşünmüş müydünüz hiç? Nasıl elde edeceklerini ilk kez böyle öğreniyorlar değil mi? Tam Amerikan tarzı.” Ama bu hikâyenin mutlu sonu yok. “Annem tüm şekerlerime el koydu, çocuklar için eşit olarak böldü ve bize geri verdi ve ben de ‘al sana sosyalizm’ dedim!”
Tek kelimesini uydurmadım, bilginiz olsun. İşin tuhafı Cadılar Bayramı’na olan bu sıradışı bakış açısı acayip yaygın. Google’da bu mesajı veren çizgi filmler, web siteleri var. Tiksinç cumhuriyetçi ergen şarlatanı Steven Crowder, bir gizli kamera şakası yaptı. Kendi deyimiyle çocukların şekerlerini alıp “yeniden pay ederek” sinirli suratlarını kameraya aldı ve şaşkın bir 10 yaşındaki çocuğun yaşadığı şeker kriziyle, insanlığın temelinde ahlaksız kabadayı bir eğlence girişimcisi olduğunu kanıtladı. Bu çok yaygın bir durum. Bu temelden hareketle… En sıradışı örneklerden biri de Venezuela’da yaşandı. Chavez sadece cadılardan endişe ettiği için demedi o lafı. Birkaç gün öncesinde Caracas civarına, üzerlerinde Chavez karşıtı sloganlar bulunan bir düzine balkabağı feneri ve kâğıt iskeletlerle bomba görünümlü küçük tüpler bırakılmıştı. Bu, sağ cenahın “Cadılar Bayramı bizim oyun alanımız” deme şeklinin daha güçlü bir örneği.
Ben sağ kanadın mümkün olan her alanda eğlenmesi ve zevk almasını reddeden bir kampanyanın taraftarı olarak ilerliyorum. Bu sebeple Cadılar Bayramı’nı onlardan almak istiyorum. Cadılar Bayramı’nı sol cenahtan savunmamın bir sebebi de sağa yönelik duyduğum sınıfsal tiksinti. Bu iyi, bu iyi bir şey. Ama bence hâlâ fazlası var. Buradaki bahis şu: Cadılar Bayramı festivalinin derindeki tematik yapısında, onun bizim olduğu konusunda ısrar edip kutlamamız gereken bir yönü var. Bunu idrak eder ve karşı çıkarak geri almak istersek, o zaman Cadılar Bayramı’nı kutlamanın politik olarak hem doğru hem de yanlış bir yolu olduğunu söylememiz gerekir. O yüzden de yetersiz sınıf politikalarınız sebebiyle Cadılar Bayramı’nı yanlış kutlayanlarınızı eğiteceğim.
Bu sebeple Chavez’in eleştirisinin tam olarak ne olduğuna üç yönden dikkatlice bakalım. 1. Örflerimize aykırı ve yerleştirilmiş bir Gringo (Amerikan) festivali. 2. Cadılarla ilgili ki bu cadılar, hortlaklar ve canavarlarla dolu gerçek dışı bir fantezi. 3. Ve de terörle ilintili ki kendisi terör oyunuyla başlayıp terörizmle devam ediyor.
Bunlardan ilki, yani Yanki kültürü emperyalizmi olduğu gayet mantıklı bir kaygı. Biliyorsunuz Amerikan kültür endüstrisi kültür emperyalizminde uzmanlaşmış durumda. Ancak bir enternasyonalist olarak kültürün sınır ötesinde yayılması konusunda benim başlangıç noktam, bunun kendi başına bir sorun olmadığıdır. Sorun, hangi kültürün nasıl, ne amaçla, kime ve kim tarafından hangi şartlarda yayıldığıdır. Bu sebeple ahlaksız oyuncak firmaları ve “Pez” şekerlemeleri yoluyla Cadılar Bayramı’na maruz kalmanın kültürel bir problem olduğunu meşru biçimde öne sürebilirsiniz. Ancak Cadılar Bayramı bu yüzden kendi başına suçlanamaz ve suçlanmamalıdır çünkü doğru yapıldığında Venezuelalı yoldaşlarımız da bizler gibi onu mutlulukla kucaklamalıdır. Sahte küçük bombalar şeklinde değil tabii, o, çizginin dışında.
Gotik Marksizm
İkinci eleştirisine, gerçek dışı, fantastik olanla ilgili soruya, çocukların cadı ve hortlaklar olarak giydirilmesi meselesine gelelim. Belli ki bunu lafın gelişi söylüyor ama bu aslında soldaki bir kaygı durumu ki bunun bir geçmişi var. Solda gerçek dışına olan düşkünlüğe yönelik kaygının bir geçmişi var. O yüzden Cadılar Bayramı’nı savunup sahiplenmek isteyen biri ilk olarak bariz biçimde hayal ürünü olan şeylerin Marksist savunusunu da yapmak mecburiyetindedir. İkinci mecbur olduğu şey de korkunç olanın Marksist savunusudur. Bariz hayal ürünü olana dönersek, bir yanım bunu cidden hâlâ yapmaya mecbur muyuz diye soruyor. Bunca zaman sonra bile. Bu, solun çok eski bir tartışmasıdır. En meşhuru büyük ihtimalle Lukacs’ın realist olmayan, mimetik olmayan sanat, kurgu vs. büyük saldırısıdır. Bu tartışmanın başka öncülleri de var. Lenin’in dul eşi ve Sovyetler Birliği’nin erken dönemi yayıncılık ile yayın kültüründe güçlü bir figür olan Nadezhda Krupskaya, 1928’de Korney Chukovsky’nin çok ünlü bir Rus çocuk kitabı olan Timsah’a saldırdı. Burjuva kurbağanın hayvan ve bitkilerle ilgili bilgileri çarpıttığını iddia etmiş ve bunu, timsahların iki ayak üstünde yürüyüp sigara içmedikleri gerçeğine dayandırmıştı. Ki bu doğru. Yani Krupskaya burada sadece bir örnek ve bu münferit bir vaka değil, o dönemde bu durum Rus kritiğinde bir akıma dönüşmüştü. Fantastik figürlerle ilgili büyük bir endişe vardı ve bence bugün de fantastik öğelere karşı bu züppe tavrı hâlâ görebiliyoruz. Aynı yıl yine bu seçkin eleştirmen zümresi tarafından “peri masallarına karşıyız” anlayışıyla bir başka kitap daha yerilmişti.
Bu yaklaşıma karşı çıkan çok fazla şey söylemeyeceğim, zaten buradaki çoğu kişinin bu anlayışta olduğunu tahmin ediyorum ki ben de kesinlikle öyleyim. Ben Marksizmin daha çok sürrealizm ve diğer fantastik akımlar etrafında alternatif geleneğiyle ilgileniyorum. Buna bazen Gotik Marksizm de deniyor ki burada diğer Marksist akımların sıkıcı gerçekçiliğine karşı pozisyon alan Gotik Marksizm’e hızlıca iki tanımlama getirmek istiyorum. Bir tanesi Margaret Cohen’in Walter Benjamin hakkındaki harikulade kitabı Küflü Aydınlanma’dan geliyor. Kitapta Gotik Marksizme yönelik uzunca bir tanımı var: İlkin bir kültürün hayalet ve fanteziler alemini, defedilmesi geren bir seraptan ziyade, önemli ve zengin bir toplumsal üretim alanı olarak değerlendirmesiyle başlıyor. İkinci olarak bir kültürün tuhaf ve marjinal uygulamaları kadar önemsiz detayları ve geride bıraktığı kalıntılarını da değerlendiriyor. Bundan daha tartışmalı başka bir sürü tanımlaması daha var. Ben çoğunu destekliyorum fakat bu konuşmanın amacına uygun olarak dibine vurmayıp yumuşak türden bir Gotik Marksist olacağım. Michael Löwy, sürrealizmin papası André Breton’dan bahsederken, “Onunkine Gotik Marksizm, olağanüstüye, isyanın karanlık anına, aydınlanmaya duyarlı, devrimci eylemin gökyüzünü yıldırım gibi aydınlatan tarihsel bir materyalizm denebilir” diyordu. Marksist teorinin Rimbaud, Lautréamont ve İngiliz gotik edebiyatından ilham alan ve burjuva düzeniyle savaşın hayati önemini bir an bile unutmayan bir okuması. Bunun sağduyunun aksine bir model olduğunu da kabul ederek savunuyordu ve ben de aynı fikirdeyim. Yani bu sadece klasik anlamıyla sömürüye değil, aynı zamanda soğuk, soyut bir mantıksallığa da karşı duran türden bir Marksizm. İşin sırrı bunu nostaljiye kapılmadan -William Morris- gerçekleştirmekte. Yahut gereksiz coşkulu bir irrasyonalizme de kapılıp şizofrenik analizleri laf olsun diye yüceltmemek gerek. Bu, rasyonaliteye bir karşı duruş değil, rasyonalitenin kapitalizm altında dayatılan versiyonuna karşı bir duruş. Bana göre yavan tarzdaki Marksizm, aslında rasyonalitenin olduğu şeyi değil; ne olduğuna dair bir propaganda modelini satın aldı o yüzden Gotik Marksizm’e kıyasla yeterince Marksist değil.
Korkuyu Savunabilir miyiz?
Bu, muhtemelen beni canavarlar hakkında konuşurken-ki çok konuşurum- duymuş olanlarınıza uyumlu gelecektir. Gotik Marksizm geleneğinden geldiğimi belirtmek dışında daha fazla bahsetmeyeceğim bundan. Ancak bu, Chavez’in diğer kategorisini dışarıda bırakıyor ki daha zor bir konudur, korku meselesi yani. İnsanlık ve korku. Korkuyu savunabilir miyiz? Korkuyla ilgili alıntıların en ünlülerinden biri çok kıymetli bir korku yazarı olan H.P. Lovecraft’tan geliyor. Korku yazarı, ırkçı ve çürük yumurta olan H.P. Lovecraft “İnsanlığın en eski ve en güçlü duygusu korkudur. En eski ve en güçlü korku ise bilinmeyene duyulan korkudur.” demiş. Kendisi bunu cömert bir şekilde bir tür nihilizmle, bir tür nihilist anti-hümanizmle bağdaştırmıştır ki bunun bir parçası olmak istemem. Ama bence bu, buna çok fazla ciddiye almak demek oluyor. Bence o sloganla asıl demeye çalıştığı şey “Woooooh!”. Kurgusallıktan uzak durmaya çalışıyor ama temelde yaptığı şey bir çeşit pandomim gösterisi ve amacı da tüylerinizi ürpertmek. Ancak paradoksal olarak ve dolayımlı biçimde bence insanlığın en eski ve en güçlü duygusunun korku olmasında kurtarılabilecek bir nokta var. En eski ve en güçlü duygu olduğunu düşünmek çok mantıklı değil ancak insan olmanın en temel duygularından birisi bence ve bunu anlayabilmek için sadece materyalizmin değil, aynı zamanda Gotik materyalist Marksizm’in de eşsiz kaynaklarına ihtiyacımız var.
Marksist gelenekte bilincin gelişmesinde alet kullanımının esas olduğuna yönelik çok geniş bir yazılı kaynak mevcuttur. Bilinçlilik haline, insanın bildiğimiz üzere farkında ve düşünen şekline dönüşümünde aletlerin çok temel bir önemi vardır. Marksist gelenekte muhtemelen en güçlü öğelerden biri Engels’in maymundan insana geçişte işgücünün oynadığı rolün anlatıldığı eseridir. Muazzam ve de nüanslı bir eserdir ve fiziksel vücut şekli, aletler, iletişim ve seziler arasında çok doğru bir etkileşim ve geribildirim içeren gerçekten hayranlık uyandırıcı bir model ortaya koyar. Sıradışı ve çok ilginç bir eserdir. Ancak işin temelinde “aletler bilincin anahtarıdır” anlayışı elbette ki birden çok sebep yüzünden yeterli değil ve biliyoruz ki doğada alet kullanan birçok hayvan var. En bilinenleri büyük goriller, bitki köklerini batırıp karıncaları yakalıyorlar. Kargalar ve zeki kuşların çoğu da alet kullanıyorlar.
Ahtapotlar Gramsci Okur mu?
Söylemek istediğim şey şu: “bilinçlilikte alet kullanımı esastır” anlayışında neyi ne amaçla yaptığımızın nüansını belirtmemiz gerekir, ki şaşırtıcı biçimde tartışmalarda hiç yer almıyor. Alet kullanımına yönelik tartışmaların çoğunda aletler bizzat soyut bir kategoriye dönüşüveriyor. Bunu izah etmek için tartışmalı bir mesele olan ahtapot bilinci konusuna dalacağım. 2009 yılında Current Biology dergisinde bir makale yayınlandı, internette okuyabilirsiniz. Finn, Norman ve Tregenza isimli üç biyoloğun “Hindistan Cevizi Taşıyan Ahtapotta Savunma Aracı Kullanımı” adlı yazısı. Ahtapot, sofistike alet kullanırken kayıt altına alınan ilk omurgasız ve sanıyorum şu ana dek tek örnek. Dalış yaptıklarında bu özel sığ su ahtapotlarının yarım hindistan cevizi kabuklarını taşıyarak etrafta salındıklarını ve balıkların saldırısına uğradıklarında onları kalkan gibi kullandıklarını görmüşler. Youtube’da var bu, google’da “ahtapot, hindistan cevizi” filan diye aratın. Önümüzdeki saat içinde Google istatistiklerinde bir sıçrama görmezsem hiç etki gücüm yok demektir.
Makaleden okuyorum: “Yumuşak tortu bölgelerde hindistan cevizi kabuğu taşıyarak dolaşan ahtapotlar, onları sadece ihtiyaç olduğunda kalkan gibi kullanmaktalar. Taşıma sırasında kabuklar herhangi bir koruma sağlamamakta ve taşıyıcının cambaz gibi tuhaf ve kambur biçimde hareket etmesini gerektirmektedir.” Açıp bakarsanız bu güzel bir tanımlama. Yani demek istedikleri eğer ahtapotsanız o kabukları taşımak tam bir işkence. Bu makaleyle ilgili en ilginç şeylerden biri de bence yazarların bunun ne kadar önemli ve radikal olduğunun farkında olmamaları. Onlara bir e-mail atıp “bu bomba yahu” dedim ve hiçbiri dönüş yapmadı. Deli filan sandılar beni herhalde. Makalede yaptıkları iki çelişkili açıklama var. Tam çelişkili değil ama kesin ifadeler: kabuğun gelecekte kullanma amaçlı taşındığını söylüyorlar, hayır öyle değil. Söyledikleri diğer şey ki bu daha doğru, gelecekteki muhtemel kullanımının kabuğun tek faydası olduğu. Bildiğim kadarıyla hayvanlar aleminde insanlar dışında -yanlışsam düzeltin beni- bir aleti hiç kullanmamayı umut ederek yanında taşıyan tek canlı bu ahtapotlar. Bomba [haber] bu. Karınca yakalamaktan çok farklı bu. Çünkü orada temel olarak, çeşitli hayvanların beklenen bir sonuç uğruna bir aleti ellerine almaları söz konusu. Geleceği biliyorlar ve eğer bir şey ters giderse sopayı atıp tekrar düşünmek zorunda kalıyorlar. Çok çizgisel bir tarih modeli. Ahtapotun yaptığı ise, Gramsci’den alıntılıyorum: “Olasılık gerçeklik değildir fakat kendi içinde bir gerçekliktir.” Çok belli ki ahtapotlar Gramsci okuyorlar. Bilinçlilik, aletler yardımıyla geleceğe adapte olmaktan değil, olasılığa, değişken, kesinleşmemiş geleceklere adapta olmaktan geçmektedir. Bu örnekte bunu çok çarpıcı biçimde ortaya koyan ise alettir; canlının kullanmak zorunda kalmamayı umduğu alet ve gelmeyeceği umut edilen gelecek. Fakat kendinizi psikolojide korkulan sonuç denilen şeye karşı hazırlarsınız. Obsesif-kompülsif davranış bozukluğu tedavisi ve tartışmalarında korkulan sonuç kavramı sıklıkla kullanılır ve bilinçlilik durumu için bana göre olmazsa olmazdır. Çünkü aletler, sofistike bir beyin ve alternatif geleceklere, olasılığa yönelik duyu arasında bir bağ görevi görür. Bilinçliliğin ortaya çıkışı, alet kullanımı ve kaygı aracılığıyla geleceğe adapte olmayla gerçekleşmektedir. Yani korku, duyguların en eski ve en güçlüsü değildir. Bence korku muhtemeldir ki bilinçlilik için olmazsa olmazdır, bu yüzden ona saygı duymalıyız.
Şimdiye kadar modernitenin lezzetli Marksist teorisinin merkezinde fantastik öğelerin yer aldığına yönelik bir argüman oluşturduk. Marksist kategorilerin de korku ve bilince yönelik teorilerin merkezinde olduğu argümanını savunduk. Böylece insan bilincinin tarihsel inşasının da haritasını çıkardık. Muhtemelen kafadanbacaklılardan öğrenilebilecek daha çok şey vardır.
İki sonuç çıkardık: Marsizme göre fantezi, moderniteyi anlamak için merkezi bir kategoridir. Marksizm de korkudan ziyade, dehşet\endişeyi anlamak için merkezidir, çünkü dehşet\endişe somutlaşmamış bir şeye, tanımsal olarak bilinmeyen bir şeye karşı hissedilir.
Zırhı Çatlamış bir Materyalist
Bu iki unsuru belirgin Marksist bir yaklaşımla modern rasyonalite ile politik ve kültürel ajansa bağlayan geniş ve birleşik kabul görmüş bir teorimiz olsa harika olurdu. Harika olmaz mıydı? Var böyle bir teorimiz ve çok da beklenmedik bir yerde var. 1936 yılında ünlü fakat gözardı edilmiş, oldukça zeki fakat yanlış tanıtılmış Marksist edebiyat eleştirmen, şair ve bilge Christopher Caudwell İspanya’ya gitti. Kendisi “Yanılsama ve Gerçeklik”, “Ölen Bir Kültür Üzerine İncelemeler” kitaplarının da yazarıdır. Cumhuriyetçilerle birlikte savaşmak üzere İspanya’ya gitti, canını ortaya koydu. Makineli tüfek başındayken trajik biçimde öldürüldüğünde henüz 30 yaşındaydı ve gelecek yıllarda Sosyalist Hareketi olağanüstü çalışmalarından mahrum bıraktı. 1936’da oldu bu. Aynı yıl Londra’da Thomas Nelson isimli tamamen anaakım bir yayıncı, Christopher St. John Sprigg isminde birinin yazdığı “Tekinsiz Öyküler” adlı hayalet hikayeleri derlemesini piyasaya sürdü. Bu ikisinin aynı anda olmuş olması önemli. Çünkü Christopher Caudwell, Christopher St. John Sprigg idi. Bu Marksist militan, şair, kuramcının hayatında yayınladığı son kitap hayalet hikayeleri derlemesi oldu. Hayalet hikayelerinden, “ürkünç öykülerden” hoşlanan genel okuyucu kitlesine yönelik tamamen anaakım bir koleksiyonu piyasaya sürdü. Öyküleri topladı, derledi ve herhangi bir kitapçının anaakım rafına gizlice bıraksanız kimsenin “Bolşevik propagandası bu!” demeyeceği kısacık bir de önsöz yazdı.
Kitabın başlangıcını ürkünç gözlemlerle yapıyor. Söylediği şeylerden biri tekinsiz öykülerin modern bir fenomen olduğu. Akılcı bir çağda tekinsiz öykülerin gelişiminin gerçek sebebini araştırıyor. Modası geçmiş tabirler kullanıyor, kusuruna bakmayın ama bence önemli olan demeye çalıştığı şey. Alıntılıyorum: “doğaüstü olaylar ve mucizevi müdahalelere tam da modern zamanlarda büyük şüpheyle yaklaşılırken tekinsiz öykülerin modern bir gelişme olması başta mantıksız gelebilir ama aslında biri diğerini sebep ve sonuç gibi takip etmektedir.” Araları atlıyorum: “ilkel toplumlar gibi vampirlere, hayaletlere ve kurt adamlara yürekten inandığınızda kapı komşunuz kadar gerçek olurlar. Hayalet öyküsü yazarı mantıklı biri olmalıdır.” Hayalet öykülerinin işleyişi sebebiyle kapı komşunuz olmamalarından ötürü önceki paragrafın aksine tabii. “Hayalet öyküsü yazarı mantıklı biri olmalıdır. Aksi halde imkansızın akınıyla dehşet verici biçimde parçalanan aslolanın iskeletini oluşturamaz. Fazla saflık, okurlarını en başından şüpheci kılar ve yazarın, ön madencilik yapıp okurların mantıklı olana duydukları güveni yok etmenin önemini azımsamasına yol açar ki yazarın elini göstermeden önce bunu yapmış olması gerekir. Adet gereği materyalist olması gerekse de zırhında çatlaklar bulunmalıdır. Basit inançtan ve dürüst şüpheden tamamen yoksun olmalıdır. Diğer bir deyişle tipik bir modern yazar olmalıdır.” Bence bu olağanüstü bir pasaj ve modern yazarın, insanın ve materyalistlerin modeli, bir materyalist ve hayalet hikayelerini seven bir Marksist militan tarafından yazılmış. Zırhında çatlaklar olan bir materyalist olmalısınız. Zırhtaki çatlaklar bu modelde tedavi edilmesi gereken bir hastalık, iyileştirilmesi gereken bir vaka değil, modern rasyonalitenin kurucu unsurlarındandır. Onların ötesindeyse haşmet\huşu ve dehşet vardır. Somut bir gerçekliğe duyulandan değil, bilinmeyenden duyulan dehşet vardır. Bu noktada ahtapotun ötesine geçiyoruz çünkü “mantıklı ve bilimsel” olanı anladıkça, kaçınılmaz olarak reddedilen dehşetengiz şey daha da soyut ve bilinmez, dolayısıyla doğaüstü bir hale geliyor. Ahtapotlar bilinç durumuna doğru son atılımlarını, hayal ürünü canavarlara karşı hindistan cevizi kabukları taşıdıkları zaman gerçekleştirecekler. İnsanlığın temel olarak dehşete bulanmış mantıksallığını sadece bu gotik Marksist kategoriler yardımıyla anlayabiliriz.
Marksist olmasa da Marksistler tarafından haklı olarak sıklıkla kullanılan diğer bir ünlü model de Goya’nın Caprichos’da yazdığı modeldir: “Aklın uykusu canavarlar üretir” der. Bu zekice gözlem öncekiyle çelişkili değil, bence onu güçlendirip keskinleştiriyor. Canavarları daha da yakına getiriyor. Artık canavarları doğuran aklın uykuya dalması değil, canavarla uyusak da uyumasak da zırhımızın dışında. Bizi tipik olarak modern insan yapan temel şeylerden olduklarından kovuşturulamazlar. Bu durumda hayaletlerin ve canavarların anahtar rolleri var. Bu gerçek, canavarlara adanmış ve oyun oynamaya yönelik olan Cadılar Bayramı festivaline dönüşmüştür. Onu yansıtıp oyun oynayabilmemiz, gerçekten korkup bunu oyuna dönüştürmemiz burada anahtardır bence. Burada bir çelişki yok. Çocuklar oyun oynarken kendilerini korkuturlar da. Bu yüzden çocuk kültüründen korkunç olanı çekip çıkarmaya çalışmak bir hatadır. Çocuklar korkutulmayı severler. En azından bazıları. Bu sebeple canavarlara adanmış Cadılar Bayramı ve korkunçluğun oyuna dönüştürülmesi dehşete bulanmış insanların bir kutlamasıdır ve biz Marksistlerin bunu anlaması gerekmektedir.
“O Frankenstein Kostümünü Giyeceksin!”
Fakat bu, Marksistler olarak, kültürel anlamda Cadılar Bayramı’nı doğru kutladığımız anlamına da gelmiyor. Pek çok yönden yanlış kutluyoruz. Yanlış yaptığımız en bariz nokta kostümler. Sosyal farkındalığı olan herkes, kadınların ve özellikle genç kızların Cadılar Bayramı kostümlerinin pornografikleşmesi skandalından haberdardır. Daha organize biri olsaydım size şimdi çeşitli slaytlar gösterirdim ama zaten gördünüz hepiniz. Seksi cadı, seksi vampir, seksi şu, seksi bu, biliyorsunuz hepiniz. Çok bariz ve açık biçimde cinsiyete dönük bir durum var, cinsiyetçilik ayan beyan ortada. Herkesin görebileceği kadar bariz. Kadın bedeni ve kadın cinselliğinin şirketlerin buyruğunda metalaştırılması amacıyla Cadılar Bayramı alıkonulmuş durumda. Bu çok yanlış ve toplumun Cadılar Bayramında yaptığı pek çok yanlıştan sadece biri. Bu çok önemli tabii, küçümsemiyorum ama çok da bariz. Bizi bırakın, liberallerin de çoğu bunun zaten farkında. Tartışması dönüp duruyor. Ben, Amerikalı değilseniz gelip de ilk kez Amerika’da Cadılar Bayramını kutlama deneyiminizden bahsetmek istiyorum. Çünkü Amerikan Cadılar Bayramı’nda kendine has yamukluklar var. Kostüm giyip “oyun ya da şeker” oynayan çocukları gördüğümü hatırlıyorum. Küçük bir oğlan kovboy olmuş, küçük bir kız hemşire kostümü giymiş ki cinsiyet ekseninden bahsetmiyorum şu an. Superman kostümü giyen var… Onlara baktım ve… Zombi kovboy hadi neyse. Vampir hemşire… “Kıyametin Süpermeni” olabilir belki. Cadılar Bayramı’nda doğaüstü kostümlerin olmamasının konudan ne kadar sapmak olduğunu anladığınızı sanmıyorum. Doğruca söyleyeceğim, hanginiz çocuklarınızın böyle giyinmesine müsaade ediyorsanız saydığım onca sebepten ötürü sınıf hainlerisiniz. Bu, çok banal bir şekilde Cadılar Bayramı’nın oyunvari doğasının tümden ve kaçınılmaz metalaşmasına bir teslimiyet anlamına gelmekte. Büyük, aptal kostümlerin esiri olmuşsunuz ve bu çok gücüme gidiyor. Çünkü bu korkunç olanın evcilleştirilmesi demek. İnsan bilincinin temelinde korkunun yer aldığını söyleyen model bunun tarif veya zaptedilemeyen bir şey olduğunu söylüyordu. Bu yüzden slasher filmlerinin doğaüstü ve hayalet öyküleri gibi korku türünde sayılmaları bir kategori hatası. Bu yüzden bu eğilim, pis sırıtışlı, boş, sadistik işkence pornosu filmleriyle telos’una ulaşıyor. İşte çocuklarınıza doğaüstü olmayan kostümler giydirdiğinizde bunu yapıyorsunuz. Bu suça ortak oluyorsunuz. Bu, insanlık ve canavarlıktaki korkunun, hegemonik evcilleştirilmesine yol açan kaygan bir zemin ve sosyalistler olarak buna bir son vermeye çağırıyorum. Eğer çocuğunuz Cadılar Bayramı’nda doğaüstü olmayan bir şeyler giymek istiyorsa da üzgünüm, bazen politik olarak doğru olanı yapmak mecburiyetindeyiz. ‘O Frankenstein kostümünü giyeceksin o kadar! Başka laf istemiyorum!’
Dehşet için Sosyalistler!
Artık sadede geliyorum, neredeyse bitiyor. Sürem de… harika. Bahsetmek istediğim birkaç şey daha var. Sorular ve tartışmalar için bolca vaktimiz olacak. Bu konuşma milyonlarca farklı şekilde gidebilirdi, çok farklı noktalara gittiği için memnunum. Kamuflaj ve kılık değiştirme tartışmasında konuşmacı ve dinleyici olmaktan ötürü memnunum. Mesela İngiltere’de bizler, tarihsel olumsallık sonucu hem Cadılar bayramı hem de Guy Fawkes günü kutluyoruz. Guy Fawkes politik olarak bir hayli karışık ve tartışmalı bir festival. Ülke çapında türlü türlü reaksiyoner tepkiye de yol açabiliyor ama şimdi Guy Fawkes maskeleri anonymous’ın ve kitlesel hareketlerin bir parçası oldu. Cadılar Bayramı’na bu açılardan da bakabiliriz. Cadılar Bayramı’nın tarihine kurban festivali olarak bakabiliriz. Kurban bazı tarihsel öykülerde yükselen bir öneme sahip. Nekro-politik üzerine konuşabiliriz. Ölülerle ilişkimiz üzerine çok ilginç birtakım felsefeler ve solda yansımaları var. Ölülere adanmış bir festival olarak Cadılar Bayramı’nın nekro-politiği üzerine konuşabiliriz. Seve seve konuşurum. En sevdiğim canavar filmlerini de sıralayabilirim, nereye isterseniz konuyu oraya çekeriz. Şimdi bahsetmeyeceğim anahtar bir konu var, umarım konuşmam bitince tartışırız. Hepsine müsaade etsek bile, peki ya sosyalizm altında Cadılar Bayramı? Komünizmin çöküşü altında Cadılar Bayramı’ndan ne haber? Devrimden sonra korkuya ne olur? Ki bu konuda düşüncelerim var. Sosyalistlerin konuşma sonunda bir çağrıda bulunması âdettendir. Sanıyorum benim çağrım canavar kostümleri. Demek istediğim, korku ve oyun arasındaki salınıma yönelik çok güzel bir model var ve ona ulaşmalıyız. Ünlü solcu şair Carl Sandburg’ün şiirinde yer alıyor. “Sarı Tema”nın son dizeleri:
Ekim’in son günü,
Gün batınca,
el ele tutuşur çocuklar,
Döner etrafımda.
Söyler hayalet şarkıları,
Aşk şarkıları hasat ayı’na.
Oyma-kabak-fenerim,
Dişlerim berbat,
Biliyor çocuklar,
Kandırmaktayım.
Şaka yapmıyor, soytarılık yapıyor. Soytarının tarihteki rolünü biliyoruz. Gerçekleri oyunlar aracılığıyla açığa çıkarır. Yani balkabağı feneri korkutsa da soytarılık yapar. Sonuç olarak sanıyorum çağrım şu: “dehşet için sosyalistler” akımında bana katılın. Pekâlâ, teşekkürler.
Çeviri: Can Güler
[1] Kendi tanımıyla “tuhaf kurgu” yazarı ve marksist bir araştırmacı olan China Mieville’in bu metni Socialism 2013 konferansında yaptığı bir konuşmanın Can Güler tarafından Türkçeleştirilmiş ve yazıya aktarılmış, Kıvanç Yiğit Mısırlı tarafından redaksiyonu yapılmış halidir. Mieville’in fantezi ve bilimkurgu alanındaki eserlerinin çoğu Yordam yayınları tarafından yayınlanmış, Ekim devrimine ilişkin kitabı ise Ayrıntı yayınlarından çıkmıştır. Ayrıca Mark Bould ile birlikte derlediği Kızıl Dünyalar. Marksizm ve Bilimkurgu isimli çalışması Doruk yayınlarından çıkmıştır (İstanbul, 2013). Konuşmanın aslına şuradan ulaşılabilir https://www.youtube.com/watch?v=paCqiY1jwqc Ara başlıklar bizim tarafımızdan eklenmiştir.