1905 deneyimi Rosa Luxemburg’un sınıflar arası kutuplaşmanın çizgisel olmadığını, orta sınıfların kendini yeniden oluşturduğunu, krizlerin ve çöküşün mekanik biçimde gelişmediğini algılamasını sağlamış, belirli bir devrimci iradeciliğe ihtiyaç duyan bir tarih anlayışını öne sürmesini sağlamıştır.

Mayıs 2010

Bu mülakat David Muhlmann tarafından Rosa Luxemburg hakkındaki kitabı için gerçekleştirilmiştir. Bu aynı zamanda Daniel Bensaïd ile ölümünden önce yapılmış son söyleşidir.

David Muhlmann: Daniel, Fransız radikal solunun ve dünya Troçkist hareketinin en etkili düşünür ve örgütçülerinden birisiniz. Önce Devrimci Komünist Birliğin (LCR- IV. Enternasyonal Fransa Seksiyonu) ardından da Yeni Antikapitalist Parti (NPA)’nın yönetiminde yer aldınız. Sizinle konuşmak istediğim ilk konu Rosa Luxemburg ile olan siyasal ve entelektüel ilişkiniz. Sizin için ismi, uluslararası sosyalizm tarihinde bir Lenin veya Troçki’ye eşdeğer bir referans oluşturuyor mu? Kendi siyasal güzergahınız içinde özel bir yeri var mıdır? 1969’da Partisans dergisinin “Rosa Luxemburg yaşıyor” başlıklı bir sayısında Rosa Luxemburg’da Parti ve örgüt meselesi hakkında bir yazınızı hatırlıyorum…. Bugün gerek Marksist teori gerekse inşa edilmesi gereken devrimci pratik konusunda onun mirası olarak benimsememiz gereken nedir sizce? Özellikle de, her tür öncü güç için kritik bir mesele olarak ortaya koyduğu -her ne kadar bu kavramı sevmesem de- işçi “kendiliğindenliği” ihtiyacı aklıma geliyor…

Daniel Bensaïd: Her şeyden önce Rosa Luxemburg’un tekrar gündeme gelmiş olmasından dolayı sevinç duyabiliriz. Tabii ki dini bir tatmin duygusuyla değil. Daha çok siyasal bir momentumu ifade ettiği için: Bunun şu anda meydana geliyor olması bir tesadüf değil. Bunun yanı sıra benim için, ve hatta bizim için (bu “biz “biraz muğlak olmakla birlikte, altmışlı yıllarda Komünist Parti’nin gençliğiyle ayrışma yaşayanlar üzerinden şekillenen bir militan kuşağı kapsıyor) her daim mirasımızın bir parçasıydı. Şöyle, o dönemler teorik bir besin arayışındayken bizlere aktarılan Ortodoks komünizmin ön saflarında değildi, fakat Troçki’den farklı olarak “cehennemde” de değildi. Dolayısıyla her zaman Rosa Luxemburg’a bir “erişme imkânı” mevcuttu. Öte yandan siyasal akımımız kısmen onun fikriyatından etkilenmiştir. Başka akımlarla farklılığımızı ortaya koymak ve biraz da meydan okumayla etiketimiz “Troçkist” idi. Ama Rosa Luxemburg’un büyük bir hayranı olan, hatta belki de Troçki’ye olduğundan da fazla hayranlık duyan Ernest Mandel gibi bir Troçkisti düşünüyorum. Kendi yaşam öyküsü açısından bile neredeyse daha yakındı ona: Brüksel’deki küçük evinde, kendisine babası tarafından aktarılmış olan ciltli Neue Zeit koleksiyonu vardı. Neredeyse dolaysız bir Tarih söz konusuydu ve Spartakizmin hafızası böyle aktırılmıştı. Ayrıca, ve bunu kendimizi pohpohlamak için söylemiyorum, LCR’in eğitimlerinde derdimiz çoğunlukla Marksist ortodoksiyi aktarmaktan ziyade işçi hareketi tarihindeki tartışmaları yerli yerine oturtmaktı. Kautsky okutuyorduk, Bernstein okutuyorduk… Rosa Luxemburg’un birincil rollerden birini oynadığı bir tartışmanın sahnesini yeniden oluşturmaktı söz konusu olan.

Dolayısıyla çok önemli bir yere sahipti fakat bir mit de değildi bizim açımızdan, tıpkı Troçki gibi. Troçki’nin korkunç kitapları vardır, özellikle de Terörizm ve Komünizm (1920): Rus iç savaşının bağlamını anlayabiliriz fakat istisna halini istisnanın ötesine de geçerek teorileştirmek başka bir şeydir. Rosa konusunda ise, onun Lenin ve parti hakkındaki eleştirel yazılarını daha sonradan meydana gelecek olan bürokrasi ve Stalinizm olgusunun prizmasından yeniden okumakta bir kolaylık ve anakronizm söz konusudur. Ancak Rusya bağlamının ötesinde Rosa’nın kendi döneminde işçi hareketinin yönetim aygıtlarında bürokrasinin yükselişi meselesinde özellikle hassas davrandığı doğrudur. Almanya’da bürokrasi olgusunun laboratuvarıyla karşı karşıyadır -ve Robert Michels’in siyasal partiler hakkındaki kitabının aynı dönemde çıkması bir tesadüf değildir (Michels, 1914).

Burada göreli bir yasallık döneminden istifade eden ve büyük bir aygıtın oluşumuna yol açan, kitle sendikalarına dayalı ilk kitle partisi olgusu söz konusudur. Yeraltındaki Bolşevik Partisinin durumu bu değildi. Bolşevik Parti sonradan mitleştirilmiştir ama esasında her daim devasa bir kargaşa vardır burada, hatta kimi zaman da küçücük bir kargaşa, mücadele koşullarının kırılganlığını göz önünde bulundurursak. Sonuçta Rosa’da böyle bir hassasiyet olduğu tartışmasızdır. “Kendiliğindenlik” kelimesi konusunda tereddüt ettiniz. Bu konuda iki şey söyleyeceğim. Benim açımdan 1905-1906 yıllarının kitle grevi tartışması kurucu bir niteliğe sahiptir çünkü hadisenin [événement] önemini vurgular. Bu da -her ne kadar açık seçik değilse de bu çerçevede çalışmayı sağlar- bir başka siyasal zamansallık fikrini ortaya koyar: Tarihi yapan seçimlerle elde edilmiş konumların tedrici birikimi değildir; beklenmedik olanın, apansız gelişenin payı vardır. Buna “kendiliğindenlik” deriz ya da demeyiz fakat her halükârda bir hadise mevcuttur, tartışmasız biçimde kendine has genel örgütlenme biçimleriyle birlikte aşağıdan bir patlama teşkil eden bir hadise.

Öte yandan 1905 deneyiminin Rosa Luxemburg’un, Bernstein’la olan tartışma çerçevesinde sınıflar arası kutuplaşmanın çizgisel olmadığını, orta sınıfların kendini yeniden oluşturduğunu, krizlerin ve çöküşün mekanik biçimde gelişmediğini algılamasını sağlamış olması söz konusudur. Kısacası belirli bir devrimci iradeciliğe ihtiyaç duyan bir tarih anlayışını öne sürmesini sağlamıştır. Ve Rosa, belki de tam da Almanya bu konuda ayrıcalıklı bir laboratuvar teşkil ettiğinden, bunu sezinleyen ilki kişilerden biri, hatta belki de ilk kişidir. Lenin’den hayli önce. Bu anlamda, esasen işçi hareketindeki bürokrasiye karşı yöneltildiğinden, “kendiliğindenliğin” neden yeni ve radikal siyasal stratejik yönelimler anlamına gelmesi gerektiğini açıklığa kavuşturan ilk kişidir.

Oysa bu gücünün bir şekilde bir zayıflık haline geldiğini düşünüyorum. İlk kurbanlarından olduğu 1918 Alman devriminin trajedilerinden biri, sosyal-demokrasinin iki çoğunluk kanadından ayrışmanın gecikmiş oluşu ve bunun aslında hayli el yordamıyla gerçekleştirilmiş olmasıdır. Rusya’yla karşılaştırdığımızda Lenin’in parti hakkında geliştirdiği anlayışın “Nisan Tezleri” olarak anılan dönemeci almasını ve hiç taviz vermeden partinin çoğunluğuyla çarpışmasını sağladığını kabul etmek gerekir. Rosa ve Liebknecht’in Almanya’da kitle örgütleriyle kopuşu tasarlamasının ve bunun sorumluluğunu almasının zorluklarını anlıyorum, elbette ki bu hiç kolay değildi fakat böyle bir durumda sosyal-demokrasi içinde nasıl kavgalar yürütülebileceğini tahayyül edebiliyoruz.

D.M.: Rosa ve Liebknecht her şeyden önce bir ‘komünist sekt” oluşturmaktan çekiniyordu. Kitlelere “yapışmak” gerekiyordu. Rosa Luxemburg’un “kendi aramızda haklı olmaktansa haksız bir işçi partisi içinde mücadele etmek yeğdir” gibi bir şey söylediğini hatırlıyorum….

D.B.: Anlıyorum. Fakat ben, bugün Tarihin yaramaz çocuğu haline gelen ve dolayısıyla artık okunmayan Lenin’in bir şekilde siyaset kavrayışında devrim yapan, siyasette stratejik düşüncenin yolunu açan kişi olduğunu düşünme eğilimindeyim. Marx’ta tam olarak bulamayız bunu ve Rosa Luxemburg’un çevresinde bulunduğu Alman sosyal-demokrasinin tüm bu kadroları nihayetinde “kültürel” olarak Marx’a hayli yakındı.

D.M.: Devrimci “olgunlaşma”ya, sosyalizmin “ilerlemesi”ne vb. inanıyorlardı.

D.B.: Evet, sosyolojik olgunlaşma: Yoğunlaşacak, gelişecek bir sınıf var ve bu gelişimin sonucunda da siyasal bilinç ile örgütlenme arasında organik bir bağ oluşacaktı. Marx’ta parti meselesi ancak geçici biçimde gündeme gelir, konjonktürel bir araçtır. Lenin ise onu, geri çekilmeleri ve atılımları örgütleyen, inisiyatif alan hakiki bir stratejik operatör haline getirir. Burada farklı bir kavrayış söz konusudur. Bu nedenle Rosa’da doğmakta olan bürokratik tehdit hakkındaki eleştirisinin tüm keskinliğini gözlemleyebiliriz ama aynı zamanda neredeyse tümüyle doğal bir sürecin “olgunlaşmasına” olan güvenin bir problem yarattığını da…

D.M.: Tümüyle hareketsiz kalma pahasına kitlelere “yapışma” ile partizan bir sekterlik pahasına Leninist kopuş arasındaki ikilem bugün için bir güncellik taşıyor mu yoksa sadece bir tarihsel mesele mi?

D.B.: Bugün için beni ilgilendiriyor ama bambaşka koşullarda. İşçi hareketinin yüzyıllık deneyiminin ardından toplumsal veya siyasal bir araya geliş biçimlerinin çok daha akışkan, karmaşık ve parçalı halde olduğunun gayet farkındayız. Rosa’nın döneminde sosyalistlerde yine de bir homojenlik önkabulü vardı, işçi sınıfının tekliği. Bu fazlasıyla yalanlanmıştır. Kapitalizmin paradokslarından biridir bu, bir yandan örgütlenme eğilimi, ama aynı zamanda rekabeti dolayısıyla daimî bölünmeler ve farklılaşmalar doğuran bir emek piyasası.

Günümüzde bu artık anlaşılmıştır. Tıpkı çağdaş toplumların karmaşıklığı gibi. Daha farklılaşmış unsurların bileşiminden oluşuyorlar. Bireyselleşme olguları çelişik yönlere sahip, bir yandan daha demokratik bir kültür fakat öte yandan olumsuz anlamdaki bir bireyciliğe kayma. “Parti” biçimine ilişkin problemleri, bugün kolektif olanı, dayanışmayı, eşgüdümü vs. nasıl örgütleriz meselesini buradan yola çıkarak düşünmek lazım. Ancak bugün bir sorun da şu ki, solda biçim hakkındaki tartışma içerik hakkındaki tartışmanın önünde bir çeşit engel teşkil ediyor. Ve de özellikle bürokratikleşme olgusunun parti formunun bir salgısı olduğuna inanma eğilimi var, halbuki çok sayıda toplumsal örgütlenmede, devlet aygıtında, sendikalarda, STK’larda vs. kendini gösteren büyük çaplı bir sosyolojik fenomendir. Parti konusunu fazlasıyla aşan bir mesele bu.

D.M.: Komünist ve devrimci sol için, bürokratikleşmiş bir kitle örgütünde kalmak veya daha saf ilkeler üzerinden örgütü tekrar kurmak üzere oradan ayrılmak sabit bir sorun olagelmiştir. Bu konuda Rosa’nın çok doğru ve takdire şayan bir pozisyona sahip olduğunu düşünüyorum: Hem Leninizme eleştirel yaklaşmış, hiç şüphesiz, sosyal-demokrasinin çoğunluğuyla kopuş halinde olmuş, ama öte yandan parti biçimini ilkesel olarak reddetmeye dayanan kolay goşizme de sapmamıştır, kendi döneminin Linksradikale’sinin yaptığı gibi, Rühle’lerin veya Gorter’lerin… İşçi örgütlenmesi konusunda Rosa’yı Lenin’in karşısına koyduğumuzda, Rosa Luxemburg’un nihayetinde Alman Komünist Partisi’ni kurduğunu sıklıkla unutuyoruz!

D.B.: Katılıyorum. Bu bizlere musallat olan bir tartışmaydı ve bana da özellikle. Tartışmanın içerimlerinin tamamen bilincinde olmak için kendi adıma fazla gençtim, fakat Komünist Parti’den veya Komünist Öğrenciler’den resmi olarak 1965-1966’da ihraç edildik; esasında bunun yarısının ihraç yarı sının da bir çeşit gönüllü bir gidiş olduğunu düşünüyorum. Ancak gençliğimize verilecek bir tasasızlık veya bilinçsizlikle, bu konu hakkında düşünmedik. “Kurşuna dizilmişlerin büyük partisi”nden 200 veya 300 kişi ayrılmak kesinlikle çılgınlıktı; bugün artık pek bir şey ifade etmiyor ama o dönemler… Ayrılmak beni çok sarsmıştı, komünist bir çevreden geliyordum, İspanya iç savaşını yaşamış, FTP-MOI direnişçisi olmuş kişilerden oluşan.

Bizlere bütün o “partiden ayrılıp da tarihin çöplüğünde bitenler” nakaratını tekrarladılar. Gençtik, kendimizi fazla sorgulamadık ama eğer bunu yapmış olsaydık kalmak için mutlaka nedenler bulurduk. Daha hoşgörülü ve diğer akımlara karşı daha geçirgen bir partide bulunan İtalyan alter ego yoldaşlarımızın ayrılması gerekmedi mesela ve saplanıp kaldılar…. Ayrılmak için doğru zaman nedir? Bundan ne kazanılır ve ne kaybedilir? Barındırdığı tehlikeler nelerdir? Bu sorular gayet güncel. Mesela Mélenchon’un Sol Cephe’yi kurmak üzere Sosyalist Parti’den ayrıldığında kendini uzun uzun sorgulamadığını zannetmiyorum. Ve bölünme riskinden kimsenin kaçınabileceğini sanmıyorum. Rosa’nın kaygısı tam da bundan dolayı meşrudur: İnsanları delirtebilecek azınlık patolojileri gözlemledik. Ve kimileri gerçekten delirdi: Var böyleleri ve son derece parlak insanlar, Bordiga ve Posadas gibi – ki sonunda anti-atomik sığınaklar inşa etti… Burada çok uç örnekler söz konusu ama IV. Enternasyonal tarihinin de muaf olmadığı bir mesele bu: Pablo’nun dünya proletaryasına, Başkan Mao’ya, Tito’ya vs. açık mektuplar yazdığı zaman mesela…

D.M.: Paranoyak bir mantık da işliyor burada…

D.B.: Tabii ki paranoyak bir mantık da işliyor. Haklı olduğunuz, gereken karşılığı görmediğiniz, duyulmadığınız, kitlelere gerçekliğin ötesinden konuştuğunuz intibaını ediniyorsunuz. Tüm bunlar pusuda bekliyor elbette. Bugün de çözülmüş sorunlar değil bunlar. Bununla birlikte günümüzde daha az sancıyla yaşanıyor çünkü artık Avrupa’da kolektif örgütleyici niteliğindeki solcu kitle partileriyle neredeyse hiç karşı karşıya bulunmuyoruz. Bugün daha açık bir siyasal alan olduğunu söyleyebiliriz, başka yerlerde de hayat var, kafayı yemeye mahkûm değiliz. Kimi hezeyan nöbetlerinin kurbanı olabiliriz ama bu büyük partilerin veya onlardan geriye kalanların dışında olmak gerçeklikle ilişkimizi kesmiyor! [Gülüyor]
Söyleşinin diğer yarısı yeniyol.org sitesinde yayınlanacaktır.

Çeviri: Uraz Aydın