Stefo Benlisoy
Geride bıraktığımız yaz ayları kuzey yarımkürede iklim krizinin ulaştığı trajik boyutu tüm çıplaklığıyla ortaya serdi. Sıradan bir gazete okurunun muhtemelen sabah rehaveti içerisinde bir arka sayfa haberi olarak göz atıp, kutup ayılarının kaderine hayıflansa da önemsenmeye pek değmeyecek bir haber olarak değerlendireceği kuzey kutup deniz buzulundaki çözülme, 2007 yaz aylarının ardından yeni bir rekor seviyeye erişti. Artık okyanus fizikçisi Prof. Peter Wadhams gibi önde gelen bilim insanları, Arktik deniz buzulunun yazları tamamen çöküşünün daha önce tahmin edildiği gibi 2030 dolaylarında değil, önümüzdeki dört yıl içerisinde gerçekleşeceğini öngörmekte.1
Aslında bu dramatik gelişme sadece Arktik deniz buzulu için söz konusu değil. İklim değişimi üzerine yapılan gözlem ve çalışmalar arttıkça küresel ısınmanın, bu lineer olmayan sürece ilişkin yapılan en karamsar modellemelerin ötesinde biz hızla ilerlediği sonucunu vermekte. Üstelik kuzey kutbundaki okyanus alanının birkaç sene içerisinde yaz aylarında tamamen buzdan azade kalacağı ihtimalinin iklim değişimini daha da hızlandıracak pozitif bir geri besleme mekanizması olarak işlemesi çok muhtemel. Buzulun çözülmesi sadece bölgedeki canlı yaşamı açısından çok olumsuz sonuçlar doğurmayacak, aynı zamanda güneş enerjisini doğrudan geriye yansıtan beyaz renkli buz kütlelerin yerini karanlık okyanus sularının almasıyla daha fazla emilecek güneş ışınları artık bu bölgeyi çok daha fazla ısıtacak ve bu durum yeni bir ısınma artışını tetikleyecek. Herkesi korkutan muhtemel bir gelişmeyse okyanus diplerinde donmuş halde tutulan ve karbondioksitten çok daha etkili bir sera gazı olan metan gazının ısınmayla birlikte atmosfere karışmaya başlaması ihtimali. İklim krizi üzerine yazan bilim insanları uzun müddetten beri belli bir eşiğin aşılmasıyla devreye pozitif besleme mekanizmalarının gireceği ve artık insan müdahalesine gerek kalmadan yeryüzü ortalama sıcaklığının hızla yeni bir değere tırmanacağını öngörmekteydi. İşte Arktik deniz buzulunun nihai çöküşü ya da okyanusta tutulan metan gazının atmosfere karışma ihtimali böylesi pozitif geri besleme mekanizmalarını devreye sokmaya aday. Böyle bir durumun küresel ısınmaya yeni, öngörülemeyen ve sonuçları kestirilemeyen bir ivme katması kaçınılmaz.
Geçtiğimiz Haziran ABD’de yaşanan rekor kuraklığın dünya gıda fiyatlarında yarattığı yükselme iklim krizinin özellikle yeryüzünün kırılgan nüfus grupları açısından yarattığı tehlikeyi açık biçimde göstermekte. Yeryüzünün egemenleri iklim değişimi hususunda etkili adımlar atma noktasında ayak diredikçe bilim camiasının iklim krizinin olumsuz etkilerinin belli bir sınırda kalması için hedeflenen 2 dereceyi aşmaması hedefinin (ki bu hedefin birçok bilim insanı tarafından 1,5 derece olarak ifade edildiğini eklemek gerek) geçilmesi ihtimali artmakta. Yüzyıl ortasında yeryüzü ortalama sıcaklığının dört derece kadar artabileceği ihtimali giderek daha sık dillendiriliyor. Bu ölçekte bir sıcaklık artışına adapte olunma çabasına girişilmesi gerektiği şeklindeki çağrılar belki de bu çaresizliğin ifadesi. Oysa sıcaklığın bu ölçüde artması olasılığı yeryüzündeki canlı yaşamını ve yeryüzü yoksullarının yaşam koşullarını tarifi mümkün olmayan biçimde zorlaştıracak.
Gelişmelerin tüm bu ürkütücülüğüne karşın herkesin aynı oranda kaygılandığını düşünmemek gerek. Yukarıda zikredilen Arktik deniz buz kütlesinin çözülmesinin bölgede muazzam yeni taşımacılık olanakları yaratacağı ve efsanevi kuzey kutbu geçidini ticarete açacağı ihtimali bir süredir önemli deniz taşımacılık şirketlerinin iştahını kabarttığı bir sır değil. Üstelik ticari faaliyete açılacak bu devasa alandaki petrol ve doğal gaz kaynakları bölgeye kıyısı olan ülkeler açısından muazzam bir potansiyel olarak değerlendiriliyor ve bu olasılıktan azami getiri sağlamak için de aralarında giderek artan kıyasıya bir rekabeti kızıştırmış durumda. Önümüzdeki dönem aralarında ABD, Kanada, Rusya, Britanya ve Norveç gibi ülkelerin bulunduğu aktörlerin bölge kaynaklarından daha büyük bir pay kapmak için giderek daha etkin (hatta neden olmasın, bölgenin askerileşmesinin de önünü açacak) bir rol arayışına gireceklerinden kuşku duymaya neden yok.
Egemen siyasi ve iktisadi sistemin iklim krizini çözmekte bırakın yetersiz kalması, sera gazı emisyonlarının hızla artmaya devam etmesinin gösterdiği gibi tam anlamıyla iflası ve krizin emarelerinin giderek daha hızlı bir tempoda açığa çıkması, yukarıda adı anılan Prof. Wadhams gibi bilim insanlarını, çözüm olarak fütüristik jeomühendislik projelerini ya da bir nükleer “rönesansı” savunmaya itiyor.2 Güneş ışınlarını atmosfere yerleştirilecek aynalar vasıtasıyla tekrar uzaya yansıtmak, bulutları daha beyaz kılmak ya da okyanusların daha fazla karbondiyoksit tutmaları için bunlara bazı mineraller salmak gibi, doğuracağı sonuçlar son derece belirsiz ve riskli projeler iklim krizinin kontrolden çıkma ihtimalinin artmasıyla daha fazla dillendirilir oldu. Wadhams ya da küresel ısınmanın olası sonuçlarını tartıştığı Altı Derece kitabının yazarı Mark Lynas gibi, nükleer enerjinin “düşük karbon salan” bir enerji kaynağı olarak iklim krizine karşı yürütülen mücadelede temel öneme sahip olması gerektiğini savunan sesler de giderek ağırlık kazanmakta.3
Bu tip tartışmalardan ısrarla uzak tutulansa, iklim krizinin ve küresel ekolojik krizin mevcut sürdürülemez üretim ve tüketim biçiminin radikal bir sorgulamaya tutulmaksızın aşılamayacağı. İklim krizini mevcut toplumsal örgütleniş biçimimizin doğayla kurduğu sürdürülemez ilişkiyi eleştiriye tabi tutmadan, bu sürdürülemez ilişkiyi aşacak ve ekosistemleri onarmaya yönelik pratikler geliştirmeden yeni teknolojilerin sorunu çözeceğine bel bağlamak rahatlatıcı olabilir ama gerçekçilikten oldukça uzak bir yaklaşımdır. Giderek daha açık biçimde ortaya çıkan kapitalizmin sınırlı bir dünyada sınırsız büyüme arzusunun yarattığı küresel ekolojik krizden çıkışın daha fazla kapitalizmle ya da daha fazla “teknolojiyle” mümkün olamayacağı. Geçtiğimiz aylarda gerçekleşen Rio+20 zirvesi, doğanın metalaşmasının nihai noktasını temsil eden “yeşil ekonomi” kavramını ortaya koyarak küresel egemenlerin doğayı tamamen metalaştırarak ekolojik krizin maliyetini alt sınıflara ve canlı yaşamına yansıtacaklarını açık biçimde gösterdiler. Ekolojik kriz sermaye açısından insan toplumları dahil canlı yaşamın “mülksüzleştirilerek” doğadan, müştereklerden ve doğanın sağladığı yaşamı destekleyici “hizmetlerden” dışlanmasının, doğanın tümünün sermaye tarafından mülk edinilmesinin gerekçesini sağlıyor.
Küresel ekolojik kriz içerisinde bulunduğumuz yüzyılın siyasal ve toplumsal gelişmelerinin üzerinde cereyan ettiği zemini oluşturacak. İnsanlığın önündeyse neticede tercih edebileceği iki seçenek bulunmakta. Şimdiye kadar izlenen sınırsız büyümeye, emeğin ve doğanın sermaye tarafından tahakküm altına alınması ve sömürülmesine dayanan birinci seçeneğin canlı yaşamı ve insanlığın büyük çoğunluğu için bir çıkmaz sokak oluşturduğu giderek daha açık biçimde ortaya çıkıyor. Bu seçeneği izlemeye devam etmenin bilinçli olarak uçuruma yuvarlanmayı tercih etmekten farkı yok. İkinci seçenekse insani ihtiyaçların tatminini ağır tahribat altında olan ekosistemlerin onarılmasıyla birlikte düşünebilen, sermayenin emek ve doğa üzerindeki tahakkümünün ilga edildiği, ezilenlerin nihayet ekonomiyi denetim altına aldığı ve küresel eşitlik ve adalet ilkeleri temelinde insan ile doğa arasında yeni bir uyumun yollarının arandığı bir seçenek. İkinci seçeneğin yörüngesine ancak sermaye iktidarının zihinlerimizde yarattığı esareti bir ölçüde geride bırakmaya başladığımızda girebilmemiz mümkün olacak. Nihayet zaman kaybetmeye son vererek ekolojik krizin yarattığı sonuçlarla gerçek anlamda mücadeleyse ancak böylesi bir rotada gelişebilir.
1 http://www.guardian.co.uk/environment/2012/sep/17/arctic-collapse-sea-ice
2 http://www.guardian.co.uk/environment/2012/sep/09/climate-change-expert-calls-for-nuclear-power-boost
3 http://www.guardian.co.uk/environment/2012/sep/14/nuclear-global-warming