Mutlucan Şahan –

 

Yeni Türkiye’nin en uzun bir yılı

Bundan bir yıl önce iktidar bloğunun iki kanadı arasındaki soğuk savaş yerini sıcak çatışmaya bırakınca inşa edilmekte olan bir rejimin bir anda sahne ışıkları altında çırılçıplak kalışına tanık olmuştuk. İlk günlerin tozu dumanı içinde konuya ilişkin olarak bu dergide yer alan yazı “radyoloji ve strateji” şeklinde ifade edilen iki seçeneği kabaca ortaya koyarak şu soruyu soruyordu: “…karşımıza çıkan şey iktidar ilişkilerinin röntgenidir. Bu röntgen filmini biraz bakıp sandığa mı kaldıracağız yoksa teşhis ve tedavi için mi kullanacağız?”[1] Aradan geçen süre içinde gündem çok hızlı aktı. Pek çok başka ülkede onyıllara sığabilecek ve ciddi sarsıntılara yol açacak hadiseleri birbiri ardına yaşadık. Fakat maalesef toplumsal muhalefetin ve sosyalist hareketin bir strateji oluşturma konusunda pek yol aldığı söylenemez. Bugün Birleşik Haziran Hareketi bu bakımdan bir olanak olarak karşımızda, fakat bir yıl sonra aynı değerlendirmeyi tekrar yapmamak için bu olanağı iyi değerlendirmek gerekiyor. O halde hafıza tazeleyip röntgen filmini güncellemek iyi bir başlangıç olabilir.

 
Değişen dengeler

Yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla başlayan kavganın 30 Mart Yerel Seçimleri’ne kadar devam eden ilk etabının baskın aktörü kuşkuya yer bırakmayacak şekilde Cemaat oldu. Fakat Cemaat arka arkaya gelen etkili hamlelerine karşın bir türlü öldürücü darbeyi vuramazken, esas olarak savunmada kalan AKP ise bu darbeleri bir biçimde savuşturmanın yanısıra bir sonraki etabın anahatlarını oluşturmayı da başardı. Aynı dönemde yolsuzluklar dışında gündem yaratan bir mesele de MİT tırları ve İran bağlantılı casusluk iddialarıydı. Bu iddialar AKP’yi içeride olduğu kadar dışarıda da zor duruma düşürmek amacı taşıyor ve kavganın hükümet kanadındaki önemli kurumlarından biri olan MİT’i hedef alıyordu.
 
Hükümetin iddialar karşısındaki ilk refleksi yargı ve emniyet içinde yer yer seferberliğe dönüşen atamalar ve görev değişiklikleriyle bir yandan mevcut soruşturmaları akamete uğratmak bir yandan da açılabilecek yeni soruşturmaların önüne geçmek oldu. Cemaat ise dosya içeriklerini hukuki süreçten medyatik sürece taşıyarak tape savaşlarını başlattı. AKP önce buna Fethullah Gülen ile kimi Cemaat mensuplarının gizli ses kayıtlarıyla cevap vermeyi denese de bu girişim bir hayli cılız kaldı. Bu arada yolsuzluk iddialarına muhatap olan bakanlar sanki olağan bir kabine değişikliğiymişçesine görevden alındılar ama hükümet söz konusu iddiaların araştırılması konusunda bir adım atmayarak konuyu zamana yayma yoluna gitti.
 
Cemaatin taktiği, kendi habitusuna uygun bir biçimde, AKP karşısında doğrudan bir muhalefet odağı olarak ortaya çıkmak veya mevcut muhalefet odaklarından birine açıktan destek vermek yerine seçimlere kadar AKP’yi dolaylı yollardan zayıflatıp bir daha ayağa kalkamayacak biçimde tökezletmek üzerine kuruluydu. CHP ve MHP de bağımsız bir yol izlemek yerine büyük ölçüde bu plan içinde kendilerine uygun görülen rolü aldı. AKP ise tam olarak bunun karşısında konumlanarak, yani kendini gizli, tekinsiz ve dış bağlantılı odaklar karşısındaki açık, meşru ve milli iktidar olarak sunarak blöfü görüp el artırdı. Sandığı kendisi için bir güven oylaması, dolayısıyla rakipleri açısından bir güvensizlik oyu haline getiren bizzat Erdoğan’dı. “Darbe”, “paralel yapı”, “inlerine girmek” gibi kavganın anahtar unsurları da bu taktik savaş içinde şekillendi ve tuhaf bir şekilde 12 yıllık bir iktidarın üstelik yerel seçimler için temel vaadi her nasılsa devlet içinde çöreklenmiş bir yapıyı kazımak oldu.
 
Seçimlerden AKP’nin galip çıkması, özellikle de İstanbul ve Ankara’yı elinde tutmasıyla, güçler dengesi açık bir biçimde değişmiş, bir bakıma hükümet hakikaten bu kavgayı vargücüyle sürdürmek için kitlesel bir onay almış oldu. Fakat Erdoğan Cemaat karşısında söylemini giderek keskinleştirse de, “inlerine girme” konusunda uzunca bir süre girişimde bulunmadı. Bu arada kavganın hukuki boyutunu yürütmek için sulh ceza mahkemeleri kuruldu. Bir yandan da ilerideki davalar için malzeme toplandığı bizzat Erdoğan ve çeşitli hükümet yetkilileri tarafından ifade edildi. Fakat bu uzun ve belli ki dikkatli hazırlık sürecinin ardından nihayet operasyonlar başladığında görüldü ki, bunların hem içeriği hem çapı meydanlarda dile getirilenlerle ve iddialarla kıyaslandığında bir hayli zayıf. Geçtiğimiz Aralık ayında Zaman gazetesi ve Samanyolu televizyonuna ayrıca eski TÜBİTAK başkan yardımcısına dönük olanlar dışındaki soruşturma veya tutuklamaların muhatapları sınırlı sayıda polis oldu.

 
Muharebe ve Muhabere

Cemaate yönelik operasyonlar şu ana dek temelde yasadışı gizli dinleme iddiaları olarak ortaya çıktı ve hedefi de buna bağlı olarak polisler, bilhassa emniyet istihbarat şubesinde görev yapanlar oldu. Soruşturmaya uğrayan diğer kişiler için ortaya konan iddiaların da bir biçimde istihbarat bağlantılı olduğunu söylemek mümkün. Bu durum, konunun suç isnat etmeye elverişli bir alan olmasıyla bağlantılı olabilir. Fakat iki eski ortağın evvelce birlikte yürüttükleri hukuki süreçlerin, aralarındaki anlaşmazlıkların patlak verdiği noktanın ve kavga sırasında destek almak veya saldırmak için ağırlık verdikleri kurumların hep aynı meselede düğümlenmesi bize bu mücadelenin öncelikle istihbari bir savaş olduğunu gösteriyor.
 
İstihbarat da eninde sonunda siyasi bir mevzu, hatta kimi zaman siyaset yapmanın belli bir biçimidir, fakat hangi biçimi? Bu, ezilenden, sömürülenden yana ve özgürleştirici olmadığı gibi bildiğimiz burjuva demokrasisi açısından bile pek makbul kabul edilmeyen bir siyaset biçimi olsa gerek. Nitekim yıllarca derin devlet filan gibi kavramlarla mistifiye ettiğimiz, nihayetinde JİTEM’den MİT’e, Emniyet İstihbaratı’ndan Özel Harp Dairesi’ne çeşitli istihbarat yapıları eliyle icra edilen bir tür olağanüstü siyaset biçiminden başka bir şey değildir. Güya derin devleti ve statükoyu tasfiye edip ülkeyi nurlu demokratik ufuklara taşımak adına yeni bir rejim inşa etmeye girişen ortakların kavgaya tutuşunca marazi bir şekilde ilk sarıldıkları şeyin aynı tip araçlar olması ne hoş bir tesadüf. Bugün MİT’in sadece güvenlik açısından değil örneğin öncelikli iç politika meselesi olan çözüm sürecinde veya genel olarak dış politikada oynadığı hayati rol de tasavvur edilen rejimin niteliği hakkında bir fikir vermekte.
 
Malum, istihbarat haber alma demek; dolayısıyla işin bir de bu alınan haberi verme boyutu var. Cemaat ve AKP arasındaki kavga aynı zamanda bir medya savaşı olarak cereyan etti ve kavgada yumruk sayılmayacağı gibi bu savaşta da en temel gazetecilik ilkelerinin ihlali sayılamaz hale geldi. Şüphesiz pek çok başka etkinlik gibi gazetecilik de tarihsel ve toplumsal olandan arındırılmış bir vakumda gerçekleştirilmez dolayısıyla aşkın ideallere dayalı objektif gazetecilik hiç varolmamıştır. Hele sermayenin her alana sirayet ettiği günümüzde, üstelik gazeteciliğin geleneksel olarak “kanun ve nizam dairesinde” yapıldığı Türkiye’de bu tür naif beklentiler gerçekliğin bir hayli uzağına düşer. Her şeye rağmen doğası gereği ideolojik olan bu alanın bazı değerlerden, kendine has bir racondan büsbütün bağımsız olduğunu söylemek de doğru olmaz, üstelik tam da bu ideolojik niteliğinden dolayı. Zira mesele haber verip insanların buna inanmasını beklemek olunca, asgari bir inandırıcılık sorunu ortaya çıkar. Bu sorunu görmezden gelerek yürütülecek apaçık bir manipülasyon faaliyeti kendi varlık nedenini ortadan kaldırır.
 
AKP ve Cemaat tarafından gerçekleştirilen gazetecilik, bu kavga ortaya çıkmadan önce de istihbari bir siyaset anlayışının apaçık manipülasyon faaliyetiydi. Balyoz, Ergenekon, Devrimci Karargah ve Oda TV gibi davalar esnasında yapılanlar bir yana, daha dün Haziran Direnişi’nde beraberce atılan başlıklar herhalde belleklerde tazedir. Taraflar arasındaki çatışmanın işaret fişeği Taraf gazetesinde yaşanan bölünmeydi. İki tarafın da gerek çatışma öncesinde gerek çatışma sırasında en çok yatırım yapıp tahkim ettiği alanlardan biri medya oldu. AKP’nin doğrudan kendisine bağlı bir medya yaratmak için sermayeyle ve medya içindeki bazı “hükümet komiserleri”yle nasıl ilişkiler içine girdiğini yine bu kavga içindekiş medya savaşları sayesinde açıkça gördük. Hısımlık yerini hasımlığa bırakınca kınına girmemiş kılıçlar birbirine yöneldi ve antrenmanlı bir eskrimci ustalığıyla da kullanıldı. Üstelik sadece konvansiyonel medya sahaya sürülmedi, kaynağı belirsiz internet siteleri, sanal karakterler, twitter trolleri adeta ev halkının bir parçası oldu. Kamu kaynaklarıyla finanse edilen anlı şanlı kurumlar, birtakım “düşünce” kuruluşları bu manipülasyon seferberliğine dahil edildi. “Gazete, kitap yerine göre bombadır” veya artık baygınlık veren “algı operasyonu” gibi sözler haberi basit bir harp unsuru olarak gören anlayışın bir ifadesi aslında. “Yeni Türkiye”nin yeni medyasının nasıl bir şey olabileceğine de buradan pay biçebiliriz.

 
Meşruiyet arayışı

Burjuva demokrasisi ve onun kurumları, egemenliğin kaynağı olarak ulus, siyasal haklara ve hukuk önünde eşitliğe sahip yurttaş gibi birtakım varsayımlar üzerine kurulmuştur. Bunlar esas olarak rıza üretimini amaçlayan soyutlamalardır, fakat bu hiçbir somutluk içermedikleri anlamına da gelmez. Çünkü bu varsayımları olanaklı kılan mekanizmalar aynı zamanda somut mücadelelerin ve kazanımların konusu haline gelebilir. Bir bakıma bunların meşruiyet kapasiteleri mücadeleye ve müzakereye ne ölçüde açık olduklarıyla belirlenir.
 
İktidar kavgası içinde başta hükümet olmak üzere her iki taraf rakibini zayıflatmak uğruna bu kurumların altını oydu. Bilhassa hukuki süreçlerin keyfi kullanımı, yargının göreli bağımsızlığının neredeyse tamamen ortadan kaldırılması, soyut bile olsa eşitlik ilkesinin kulak arkası edilmesi, dönüşmekte olan rejimin meşruiyet kapasitesini ciddi anlamda daralttı. Sadece yargı değil, AKP’nin milli irade adı altında amorf bir şekilde kendisine temel meşruiyet kaynağı olarak sunduğu yasama da yürütmeyi hep daha fazla güçlendirme hırsıyla giderek koflaştırıldı.
 
Evvelden de güçlü bir eğilim olarak varolan dinselliğe hatta mezhepçiliğe son dönemde AKP tarafından daha fazla teveccüh edilmesinin önemli bir nedeni de bu durumun sonucunda ihtiyaç duyulan yeni meşruiyet kanalları arayışıydı. “İslam Medeniyeti”ni ihya etme temelli stratejik derinlik anlayışı bunun en belli başlı örneği. Önceleri, özellikle Davutoğlu’nun bakanlığıyla nüfuz alanları yaratmaya dönük bir dış politika yönelimi olarak ortaya çıkan bu yaklaşım Cemaat ile yürütülen mücadelede kullanışlı bir argüman olduğu ölçüde giderek genişletilip adeta müstakbel rejimin resmi ideolojisi haline getirildi. Erdoğan’ın başbakanlığı devretmek için Davutoğlu’nu seçmesi, Davutoğlu’nun ise görevi alır almaz yaptığı ilk konuşmada AKP iktidarını restorasyon dönemi, kendi hükümetini ise bunun sürdürücüsü olarak sunması bunun en önemli göstergesiydi.
 
Bu görece bütünlüklü perspektif bir yana, artık AKP yolsuzluklar konusunda başı sıkıştıkça fetvaya, iş cinayetleri, sosyal politikalar, nüfus politikaları veya kadın hakları gündeme geldikçe fıtrata başvurur, bu noktada bazı islami kesimler tarafından bile eleştirilir hale geldi. Fakat ilginç bir durumu tespit etmekte yarar var. Türkiye’deki iki önemli temsilcisi ölümüne bir kavga içinde birbirini ve dolayısıyla temsil ettikleri ideolojiyi alabildiğine hırpalarken, yurt içinde ve özellikle Ortadoğu’daki pek çok gelişme “itibarına” gölge düşürürken, Siyasal İslam pek de tartışma konusu edilmedi. Dahası kavganın iki tarafı ortaya çıkanlardan dolayı birbirininin “müslümanlığını” sorgularken, sözde laik kesimlerin ve muhalefetin çoğunluğu da bu koroya katıldı. Hırsızlığın, yolsuzluğun, zulmün, iftiranın, arkadan iş çevrimenin, kumpas kurmanın İslam’la bir ilgisi olmadığı konusunda bir tür “milli mutabakat” sağlandı ama konu demokrasiye ve yurttaşlığa kadar pek uzanamadı.
 
AKP ile Cemaat arasındaki kavgayı ve bu kavganın açığa çıkardıklarını değerlendirirken -hepsine bu yazıda da değinilemeyen- birçok boyutu ele almak gerekiyor şüphesiz. Asla gözden kaçırılmaması gereken nokta ise bu kavganın sermaye boyutu ve bu vesileyle rejimin apaçık görünür hale gelen sınıf karakteridir. Bir yanıyla bu kavga aynı zamanda sermayenin iki kesimi arasında, örneğin TUSKON ile MÜSİAD arasında cereyan etmekte. AKP’nin Cemaat karşısında en ciddi biçimde hedef aldığı kuruluşlardan birinin Bank Asya olması ve genel olarak Cemaat yanlısı sermaye kesimlerinin tehdit edilmesi anlamlı. Fakat esas önemlisi Cemaat’in AKP’yi esas olarak vurmaya çalıştığı yolsuzluk iddialarının işaret ettikleriydi. Birden ortaya saçılan dosyalar, iktidar ile bazı sermaye kesimlerinin nasıl iç içe geçmiş bir ilişki ağı içinde olduğunu gözler önüne sermişti. Özellikle inşaat, enerji ve maden sektörleri etrafında geliştirilen bir tür sermaye birikim rejimi, Mecidiyeköy’de, Soma’da ve Ermenek’te yaşanan işçi katliamlarıyla, Yırca’dan Karadeniz’in hemen her vadisine memleketin sayılamayacak kadar çok noktasında gerçekleştirilen ekolojik yıkımla, İstanbul başta olmak üzere irili ufaklı pek çok kentte girişilen kent yağmasıyla bütünlüklü bir manzara arzediyor. İnşa edilmeye çalışılan rejimin temeli ve zayıf noktası burasıdır. Zira AKP’nin halen bir biçimde seferber etmeyi başardığı geniş kesimlerle çelişkisi ve esas meşruiyet krizi potansiyeli burada yatmakta.
 
[1] Altın Nesil Milli İradeye Karşı – Yeniyol, Sayı: 7, Ocak-Şubat 2014 – https://yeniyol1.org/altin-nesil-milli-iradeye-karsi-mutlucan-sahan/
 
(Bu yazı “Yeni Türkiye’nin en uzun bir yılı” adıyla Yeniyol’un Ocak-Şubat 2015 tarihli 12. sayısında yayınlanmıştır)