Osman Akınhay, Stefo Benlisoy –
Neydi dünyada ve Türkiye’de 68? İkisi aynı şey miydi? Ve bugünden baktığımızda, genel olarak algılandığı itibariyle ’68, esas olarak bir gençlik hareketi miydi?
Hemen şunu söylemek gerekir ki, 1968, 1848’den bu yana insanlığın görmüş olduğu en kapsamlı evrensel dalga olarak değerlendirilebilir. Ama bu dalganın her ülkenin kendi sınıf mücadelesine, kendi kültürüne göre çok farklı bileşimleri söz konusudur. Örneğin bir Japon 68’iyle bir Meksika 68’ini, veyahut bir Türkiye 68’ini, bir Fransız 68’ini, hatta çok yakın olan Alman, Fransız, İngiliz veya İtalyan 68’lerini farklılaştırabiliriz. Ama hepsi üç ana başlık altında toplanabilir.
Bunlardan birincisi, Vietnam savaşı vesilesiyle oluşan anti-emperyalist dalgadır. Tarık Ali’nin kitabını okuduğumuz zaman çok açıklıkla görürüz ki, Amerika’da, Avrupa’nın belli başlı ülkelerinde (ama tabi ki Che’nin “Bir, iki, üç, daha fazla Vietnam!” sloganını da hatırlarsak) dünyanın her yanında gençlikte ortak bir anti-emperyalist duyarlılık söz konusuydu. İkincisi, hareketin anti-kapitalist yönüdür. Bu bazılarına göre fazla öne çıkmamış gibi görünür. Ama birkaç hususu hatırlarsak, bunun gerçekten 68’de ikinci ayak olduğunu görebiliriz. Bunlardan biri, Fransa’daki fabrika işgalleri ve 10 milyon işçinin greve gitmesidir. Bugüne kadar Fransa’nın görmediği bir dalgaydı bu. Bunun yanında bir yıl sonra uzatmalı İtalyan 68’i, ki gençlikten ziyade işçi sınıfının 68’idir.
Bize sonra geleceğiz ama bir şeyi hatırlatmakta yarar var, 68’de bizim üniversite grevimizden birkaç hafta sonra fabrika işgalleri başladı. Üniversite işgalinden çok kısa bir süre sonra Derby ve daha sonra başka fabrikalarda değil grevler, işgaller başladı. Dolayısıyla, işin bir anti-kapitalist yanı söz konusudur. Anti-kapitalist yanı derken, bizde ve diğer yerlerde ille de işçilerin devrimci bir duruşu vardı anlamında söylemek istemiyorum bunu, ama kapitalizme karşı sınıf güdüsüyle de olsa bir hareketlilik vardı.
Bunun yanı sıra, tabii ki anti-bürokratik yönden bahsetmek gerekir. Bunu en açık biçimde Prag’da görüyoruz. Prag baharı, çapı ne olursa olsun, 68’in önemli bileşenlerindendir. Bu üç ana bileşenin ötesinde elbette sözü edilebilecek özgürlükçülük, hiyerarşiye karşı olma gibi unsurları sayabiliriz. Ancak başta söylediğim gibi, bizim 68’imiz de başkalarınınki de Japonlarınkinden farklıydı, öteki berikinden farklıydı, niye?
Çünkü herkesin devraldığı bir miras vardı. O ülkedeki sınıf mücadelesinin getirdiği sorunlar vardı. Buna göre bir kültür şekillenmişti. Böyle baktığımız takdirde, sanki birbirinden çok farklı kompartımanlarda cereyan etmiş bir dalga gibi gelebilir bize. Oysa böyle değil, bir dalganın farklı yerlerinde bulunuyorduk. Onun için de gücünü, etkisini farklı hissedebildik. Veyahut kalıcılığı, diyelim ki daha farklı oldu.
O dönemde de bugün de ’68 deyince hep Fransa öne çıktı. Sebebi nedir bunun?
Fransa’nın öne çıkmasının bazı sebepleri var. O da örneğin 1848’dan beri en önemli evrensel dalga diyoruz. 1848 dediğiniz zaman Almanya var, Orta Avrupa var, gecikmeli olarak İspanya var, ama esas olarak 1848 ihtilali Fransa’yla ortaya çıkmıştır. Fransa’da cumhuriyete sosyal bir muhteva kazandırmak üzere proletarya sahneye çıkmıştır. Eski tip devrimlerden yeni tip devrime geçiş Fransa’da yaşanmıştır.
Bir şeyi daha unutmamak lazım ki, Fransa ve İtalya 2. Dünya Savaşı’ndan ‘devrimci durum’larla çıktılar. Komünist partiler hükümete girdi, güç ilişkilerinde önemli değişiklikler gözlendi. Bunun yanı sıra, Fransa 1950’li yılların ortasında, kendilerine göre Dien Bien Phu felaketiyle Vietnam’da büyük yenilgiye uğradı, arkasından Cezayir Savaşı geldi. Fransa kaynayan bir toplumdu, burjuvazi zaten De Gaulle’ü iktidara çağırmıştı. Cezayir Savaşı Fransız solu, ya da daha doğrusu, yeni yeşerecek sol adına çok önemli bir moral kaynağı oldu.
58-62 önemli bir dönemdi, ondan sonra Fransa’da Marksistler arasında yeni tartışmalar, yeni siyasal akımlar ortaya çıktı, gençlik içinde 68’den önce başlayan bir kaynaşma sökün etti. Mesela, Fransız Komünist Partisi’nden bazı unsurlar atıldı, bu atılan unsurlar yeni bir teşkilat kurdular. Liberter ya da anarşist hareket diğer ülkelerle karşılaştırıldığında Fransa’da biraz daha güçlüydü, çünkü tarihsel olarak bakıldığında anarko-sendikalist gelenek özellikle 30’lu yıllarda önemliydi. Ve her daim bu akımın Fransa’da işçi sınıfı içerisinde bir ağırlığı olmuştu.
Şimdi garip gelebilir ama, ‘68 olmadan önce ‘68’i yaratacak olan bir dizi dönüşüm, sinemadan edebiyata, müziğe kadar Fransa’da neredeyse hazır bekliyordu ki, bu kısa dönemde, yani iki ay içerisinde o patlama gerçekleşti. Patlama gerçekleşince de Fransa’daki patlamanın diğerlerinden farkı şu oldu. Bir defa gençlik hareketi kendi içerisinde yeni liderlikler ortaya çıkardı, geleneksel liderlikler geriye çekildi. Hatta bu harekete katılmadılar.
Peki, Fransız Komünist Partisi (FKF) dalganın üzerine otursaydı ve daha sonra iddia edildiği gibi uzlaşmacı davranmasaydı devrim gerçekleşebilir miydi?
FKP’nin yapacak hiçbir şeyi yoktu. Aslında çok uzun zamandan beri kurumsal çerçeve içinde hareket eden bir partiydi. 2. Dünya Savaşı’ndan çıkışta devrimci durum varken başbakan yardımcılığı yapmayı seçmiş ve kurumsal çerçeve içerisinde kalacağını deklare etmişti. Dolayısıyla, böyle bir durum söz konusu değildi. Başka bir unsur olsaydı, daha önceki mücadelelerde bağımsız bir işçi hareketi oluşmuş olsaydı, durum farklı gelişirdi.
Zaten Fransız Komünist Partisi’nde bugüne kadar devam eden itibar kaybı aslında büyük miktarda 68’le başlamıştır. Öncelikle bu bir siyasal itibar kaybıdır. Çünkü hareket büyük gelişme gösterirken FKP buna uygun politikalar geliştirmek yerine, bir anlamda hareketliliği zapt-u rapt altına almaya çalışır. Bu, kurumsal çerçevede siyaset yapmanın problemlerinden biridir. Giderek zaten Sosyalist Parti vesaireyle kurdukları ittifaklarla da itibarını emekçiler ve kendi seçmeni nezdinde kaybetti ve bugün de artık yüzde 2’lik geri bir orana oturmuş durumda.
Öncünün 68’de zayıf ve çok genç olması belirleyici etkendi; mesela, bizim sonra LCR’i (Devrimci Komünist Birlik) oluşturacak hareket açısından bahsedersek (ki şu anda radikal solda Fransa’da en büyük hareket konumundadır) çok genç bir hareketti. Daniel Bensaid’in o dönem için söylediği gibi, “Bütün bu olaylar cereyan ederken yirmi bir yaşındaydık, bizim ihtiyar Alain Krivine de, şefimiz de yirmi beş yaşındaydı”. Ama bu gençlik hareketi, fabrikalarda grev ve işgaller başlayınca anında okulları bırakıp fabrika önlerine gitti. Tabii sendika bürokrasisi kesinlikle böyle bir ilişkinin kök salmasına izin vermedi.
Fransız 68’inin canlı kalmasının başka bir önemli sebebi var. Marksizmde arsa, tarla, bina bırakır gibi bir miras bırakma söz konusu değildir. Siz o tarihsel deneyimden ne kadar nasiplenirseniz, dönüp dönüp onunla ne kadar ilişki kurarsanız, ondan o kadar beslenirsiniz. Miras böyle bir şeydir. Yoksa vakt-i zamanında cereyan etmiş bir olay sizin cebinize bir devrimci patlayıcı madde ya da bilinç vermez. Siz onu sürekli kılmak zorundasınız. Bugün Fransa’da eğer Sarkozy iktidara gelip de, genel olarak sol ve Sosyalist Parti’nin solu büyük bir düşüş içerisindeyken, “68’in defterini dürmeye geldim,” diyorsa, oturup düşünmek gerek. ’68, sadece Fransa’da devrimciler için değil iktidar için de, Sarkozy örneğinde de tam tekmil gelen bir iktidar için bile hâlâ bir hayalet durumundadır. Buna karşın Fransa’da yeni bir parti kuruluyor şu anda, LCR’ın ön ayak olduğu ve burada ‘68’i yaşayan Daniel Bensaid gibi, Alain Krivine gibi yoldaşlarımız tekrar gençlerle 68’i tartışıyorlar. Benim bilebildiğim dünya ölçeğinde, Mayıs ayı içerisinde yapılacak en önemli tartışmalar Fransa’da olacak. Liberterler, sinemacılar ve feministler kendi tartışmalarını yapacaklar. Bir ay boyunca, hatta Haziran’ın başları dahil oldukça yoğun tartışmalar var.
Demek ki bugün radikalleşen gençliğin gözünde de ’68, olmuş bitmiş bir efsane ya da menkıbe değil; hâlâ ders alınabilecek bir deneyim. Elbette taklit etmeye kalkmadan, çünkü o kendi eksiklikleriyle var olan bir deneyim. Zaten her deneyim eksiktir, ‘68 de kendi açısından eksiktir. Ama geriye dönüp baktığımızda, bu insanların Fransız İhtilali’ne, 1830’a, 1848’e, Paris Komünü’ne veyahut Halk Cephesi’ne bakmaları oldukça zor. Onlar çok uzak deneyimler. En yakın ve en canlı deneyim ve bir başka açıdan ‘68 kültürel olarak da en kapsamlı deneyim olduğundan gençlerin gözünde çok diri.
1848’de proletarya sosyal bir cumhuriyet için ayaklandı ve ilk defa farklı bir devrim biçimi, bir burjuva devrimi söz konusuydu. Proletarya, sosyalist bir devrimin öznesi oldu. ‘68’le ilgili yaygın algıya baktığımızdaysa, öne çıkan daha çok kültürel, sanatsal ve estetik eleştiri boyutu. Buradan yola çıkarak, proletaryanın geleneksel devrimci rolüne 68’in nihai darbeyi vurduğunu ve proletarya ortadan kalkarken yerini farklı toplumsal hareketler aldığını iddia edenlere rastlanıyor. ‘68’den, proletaryanın geleneksel devrimci rolünü kaybettiği ve yeni toplumsal öznelerin ortaya çıktığı ilk devrim olarak söz etmek mümkün mü?
Şimdi bütün olayları tek tek irdelemek gerekecek. Meksika’dan ABD’ye ve Japonya’ya kadar baktığımız taktirde, tabii ki genç insanlar vardı, ama mesela Meksika’da 68 Ekim’inde yüzlerce insan öldürüldü, o korkunç bir anti-Amerikan halet-i ruhiyeydi. Bu çok önemli bir hikâyedir. Şimdi bunu bir gençlik ve öğrenci hareketi ya da proletaryaya karşı bir manifesto olarak görmek kadar abes bir hikâye söz konusu olamaz. ABD 68’ine baktığımızda hippiler vardı, uyuşturucu, vs. hikâyesi de oluyordu. Hippilik gerçekten uyuşturucu almakla sınırlı olan bir olgu mu, yoksa gerçekten kendine göre bir duruşu, kültürü olan bir eğilim mi, tüketim toplumuna karşı bir duruşu mu simgeler, bunlar ayrı bir tartışma konusu.
Ama 60’lı yıllarda ABD’de gözden kaçan ve insanlık tarihi açısından da önemli bir husus var. Yurttaşlık hareketi, yani henüz daha ABD’nin Güney’inde siyahlar beyazlarla aynı üniversitelere, aynı lokantalara gidemezler, aynı otobüslere giremezlerken Kuzey’den Güney’e insanlar, beyazlar geldiler ve bu yurttaşlık hareketini oluşturdular. Çok büyük bir dayanışma gerçekleştirdiler. Bu belirleyici bir husustur, bir. İkincisi, kadın hareketi açısından önemli bir ayaktır ABD. Üçüncüsüyse Vietnam savaşı, yani Amerikalıların kendi militarizmi, böyle devasa gösterilerle, son otuz-kırk yıldır bir daha görmediğimiz gösterilerle mahkûm edildi. Bütün bunları sadece hippiler olarak indirgediğiniz takdirde oradan hiçbir şey çıkmaz. Amerikan solunun ve işçi hareketinin ne kadarsa o kadar güçlü olduğu bir dönemdir bu. Amerikan sosyalist hareketi özellikle o dönem Sosyalist İşçi Partisi’nin şahsında hemen hemen en gelişkin dönemini yaşamıştır.
Serbest aşk ve aile kurumuna saldırılması için neler söylemek istersiniz?
Aile kurumuna saldırı sadece ABD’de değil, Fransa’da da mevcut. Bu, daha önceden başlayan ve tabii ki radikal/ilerici bir hareketti. Aile kurumu muhafazakâr bir kurumdur. Bütün bu dönem zarfında, kapitalizmin kendisini yeniden yapılandırdığı bu otuz yıllık dönem içinde aile kurumu, çekirdek de olsa, bir baskı unsuru haline geldi. Bir başka açıdan, tüketim toplumu ve durmuş oturmuş bir orta sınıfın oluşması ve bununla birlikte tırnak içinde sana her şeyini veren bir aile kurumu Batı’da oluştu. Fakat muhafazakâr bir kurumdu bu ve buna karşı çıkmadan bir özgürleşme söz konusu olamazdı. Dolayısıyla, serbest aşk ve aile kurumuna karşı çıkmak özgürleşmenin bir yoluydu. İstersen ipini koparmanın yoluydu de, ama oradan çıkmadan dünyaya açılman mümkün değil. Yoksa o sınırın içinde tıkanıp kalacaksın.
Gençlik meselesi deyince örneklerin bütününe bakmak gerekir. Tabii ki siyaseten her zaman için genç işçiler, genç öğrenciler daha aktif görünürler, ama bir tarihsel özne olarak proletaryanın bir kenara bırakılması değil, biraz önce vurguladığım Fransa ve İtalya örneklerinde tam tersi söz konusudur. Bizde çok az bilinen örneklerden Japonya’da bir havaalanı olayı vardır. Uzun bir hikâye ama geriye dönüp baktığımız taktirde, belki de çevreci hareket tam oluşmadan önce çevrenin korunması, kırsal kesimin korunması meseleleri gündeme gelir.
Bir havaalanı açılacak, o bölgedeki topraklar tıraşlanacak, tarumar edilecek, köylülerin arazisini korumak için gençler gidecekler ve bir tek eylemde 110 küsur kişi, bunların bir kısmı ağır ceza yiyerek orada kolluk kuvvetleriyle ciddi çatışmalara girecekler. Buna da gençliğin ve köylülüğün yan yana gelmesi diyebiliriz. Bu dalga tabii ki birinci derecede gençleri harekete geçirdi, ama gençleri tarihin öznesi haline getirdi dersek, bu doğru bir şey olmaz, gençlerin kendileri de bunu söylemediler zaten.
Gençler, en azından gençlik hareketinin önemli önderleri Tarık Ali, Rudi Dutschke ve Alain Krivine, hepsi işçi sınıfından bahsettiler. En azından Rudi aramızdan ayrıldı ama, Tarık Ali ve Alain Krivine hâlâ aynı konumlarını muhafaza ediyorlar. Dolayısıyla, sözcülere baktığımız takdirde böyle bir durum söz konusu değil. Biraz önce dediğimiz gibi, ABD’de esas olarak ırk ayrımcılığına karşı yurttaşlık hareketi, o da siyah hareketini, Kara Panterler’i ortaya çıkardı. Tartışmalı bir şeydir ama, Kara Panterler’i bir gençlik hareketi saymak mümkün değil; ırk ayrımcılığına karşı radikal bir hareket olarak ele almak gerekir. Ve bu hareket kendisiyle birlikte bir dizi ulusal kurtuluş hareketini yakından ilgilendirdi. ‘Gençlik’ dediğimiz bu insanlar, gittiler Filistin davasında aktif olarak yer aldılar örneğin.
Gençliğin radikalleşmesi ‘68’in önemli bileşenlerinden bir tanesi. Bütün dünyaya baktığımızda bir gençlik kuşağı radikalleşiyor, ama fabrikada ama üniversitede ama okulda. Peki, Türkiye’ye baktığımızda bu genel gidişatla nereye kadar örtüşüyor? 68 deneyimlerinde bütün meselelere bütünsel bakılır, genel olarak kapitalist toplumsal ilişkilerin her veçhesi sorgulanırken, bizim topraklarda bu nereye kadar gerçekleşiyor? Kuşkusuz gençliğin radikalleşmesi var, belki kurucu ideolojiden bir kopuş da var ama…
Şimdi bir-iki ters örnek vereyim. 68’den beş-altı yıl önce Ernest Mandel’in Marksist Ekonomi El Kitabı yayınlanır. Bu, Marksist ekonomiyi yeniden canlandıran çok önemli bir kitaptır. ‘68 civarında Andre Gunder Frank’ın Latin Amerika’yı esas alan iki kitabı basılır. Bunu niye örnek veriyorum, ekonomi-politik gibi pek de iç açıcı olmayan bir konudaki gelişmeleri göstermek açısından. Bunun dışında ‘60’lı yıllarda gerçekten Marksist felsefe alanında bir dizi yeniden keşif/dönüş söz konusudur. Bize gelince, bizim sırtımızı dayayacağımız birikim, ne kadar karıştırsak, ne kadar okusak muhakkak sıfır değildi ama, sıfıra çok uzak olmayan bir yerdeydi.
Son Milliyet Sanat dergisinde 68’in edebiyatımıza, müziğe etkisi neydi diye, mesela müzikle ilgili olarak Cumhur Cambazoğlu sanırım protest müzik, rock, Anadolu Rock, Ruhi Su üzerinden bütün tartışmayı yaptıktan sonra, “Bizde Batı’dakine benzer bir müzik değil, iki arada bir derede, tamamlanmamış bir şey çıktı,” diyor. Dayandığımız, devraldığımız hikâye budur. Ömer Türkeş’in ‘68’i ve edebiyatı konu alan bir yazısı vardı. Son paragrafta, ortaya konan ürünler muhafazakârlığı tescil etti, diyor. Çünkü köy edebiyatı, vs. resme damgasını vuruyor; mesela, aile kurumu veyahut serbest aşk diyorsun, bütün bunlar bizim Fakir Baykurt veya İnce Memed veya Kemal Tahir’de söz konusu değil. Bu, edebiyatta bir muhafazakârlık.
Düşünce dünyamıza baktığımız takdirde, ‘60’lı yıllarda yayınlanan sol literatür hepimizin hafızasında canlanabilir ve bunun maalesef pek yeterli olmadığını görebiliriz. Komünist Manifesto 68’de yayımlanmış mıydı? 69’da mı yayımlandı? Vakti zamanında bir broşür vardı da işte Kerim Sadi, Doktor Hikmet. Efendim bu vakt-i zamanının meselesidir. Ancak hastaları ilgilendirir, çünkü bulamazsınız, herkesin okuyabileceği bir şey değildir. Manifesto bu, herkesin elinde olacak, okuyacak.
Tartışmalar düzeyine baktığınızda Marksizmin müktesebatıyla ne kadar ilgili. Kalkınmacı bir görüş vardır, sosyalizm midir sosyal adalet midir, burası belli değildir. Hakim ideolojiden, Kemalizmden ne kadar kopulmuştur, bunu diyelim ki Kıbrıs meselesinde veyahut ulusal meselede görebilirsiniz. En ilginci, Prag meselesinde görürsünüz. Prag işgal edildi ve bugün geriye dönüp baktığımız takdirde herhalde Prag’ın Sovyet tanklarıyla ezilmesini haklı görecek birine -elbette lüzumsuz işler arşivine dahil olan insanları kastetmiyoruz-, radikal sol diye tanımlayabileceğimiz bir kesimde, kendisine özgürlükçü, vs. diyen sosyalist kesimde rastlamak mümkün değildir.
Ama o zamanlar Aybar ve birkaç kişi bu meselede yalnız kalmıştı?
Evet, bu ilginç bir durumdur. Dolayısıyla, miras o iki kutuplu dünyaya o kadar yerleşmiş ve orada bir tür hariciye nezareti demesek de, zihinler o kadar tembel ki, orada üretilen politika uluslararası politika olarak bize yetmiş. Siz eğer Prag’da tankların insanları ‘sosyalizm adına’ ezmesine onay verirseniz, burada inşa edeceğiniz şeyin insanların gözünde ne kadar cazip olabileceğini düşünmeniz gerekir. Herkes Guevara’cıdır, herkes Che’yi çok sever, ama Che’nin devrim formülasyonu “Ya Sosyalist Devrim ya da devrimin karikatürü”dur. O zaman hem Milli Demokratik Devrim’i savunacaksınız, üstelik bunu asker-sivil aydın zümreyle beraber yapacaksınız, sonra bunu ondan arındırıp… Bunu başka şekilde formüle eden arkadaşlarımızı tenzih etsek dahi, ama bu garip bir formülasyondur.
Kimileri kalkıp, Mustafa Kemal’in resmiyle Che’nin resmini yan yana koyup “Anayasa sosyalizme açıktır”, öbür taraftan “ikinci Kurtuluş Savaşımız” diyen garip formülasyonlara girişmişlerdi. Che’nin görüşü doğru olabilir yanlış olabilir, ama Guevara’cıysanız sosyalist devrim demek zorundasınız.
Şuna mı geliyoruz o halde, ’68, Türkiye’de aslında devrimci bir karakter taşımaktan öte, solla yeni tanışılan bir dönemdi.
Eylemin muhtevasına bakmak gerekir.
Türkiye ‘68’i var mı?
Türkiye ‘68’i var tabii. Olayın kendisine bakacaksınız. Ortada bir hareketlilik, kaynaşma, arayış var. Ama bu arayışın unsurları, bileşenleri, ne tür bir zihniyetle donanmış durumdadır, problem burada. Bir taraftan da ideolojik mücadele, dünyanın birçok ülkesine nazaran bizde tersine cereyan etti. Mesela, ‘68’de egemen bir Stalinizmden söz edemesek bile, 68 sonrasında birdenbire bir dogmatizm, Stalinizm ortalığı sardı. Tam bir hâkimiyet kurdu. Arayışın kendisi ve radikalliğiyle bu tam olarak uyuşmuyor. Ortalıkta hiç Stalinist gerilla kalmamışken ve aslında Maoizm de tam bir Stalinizm değilken üstelik. Çünkü biliyorsunuz, başkan Stalin, başkan Mao’ya 1948’de Çan Kay-Şek’le birleşin, milli koalisyon hükümeti kurun, der. Başkan Mao başkan Stalin’i dinlemez ve 1949’da devrim olur, iyi ki de olur. Ama bu ikisini hâlâ telif edip kendilerini radikal devrimci saymak, bu olmaz.
Niye peki? Az önce zihinsel donanmışlıktan söz ettiniz, herhalde bunun anahtarı orada…
Bu bir önceki dönemden kopuş arayışı. Ama kopuş için hem deneyim hem zihni donanım yeterli değilse ya da ideolojik mücadeleler, teorik araştırmalar yeterli değilse ve sınıf mücadelesi sert bir hale geliyorsa, iktidar bloğu da kendi içinde parçalanıyorsa. Hatırlayalım Erbakan çıktı, Demokratik Parti çıktı, yani Adalet Partisi 1969 seçimlerinden sonra, sol da kendi içinde bir yığın parçalanmaya uğradı. Böyle baktığımız takdirde genç kuşak namüsait ahval ve şerait altında bir hesaplaşmayla karşı karşıya kaldı ve tabiri caizse kopuş veya hesaplaşma tam olarak gerçekleşmedi.
Neyin etkisiyle? Ağırlığı olan neydi? Onun tam adını koymadınız? Neyin etkisiyle kurtulamadılar, neyi üstlerinden atamadılar?
Birçok devrim gibi ‘68 de dünyanın her tarafında bir yenilgi, bizde de bir yenilgi sonuç itibariyle. Bu yenilginin sebeplerine baktığımızda, diyebiliriz ki bir buluşma gerçekleşmedi, bu her yer için geçerli. Bu buluşmanın çeşitli unsurları vardır, bunların hepsini şimdi tasnif edecek durumda değiliz. Ama kabaca dediğimiz nedir: sınıf hareketi, sınıfın kendi deneyimi, siyasal temsili.
Türkiye için sınıfın deneyimi, kendi iç mücadelesiyle bir siyasal bilinç kazanması bu süreçte mümkün olmadı. Bunun mümkün olmaması sol örgütlerin sorunu değil. Çünkü bazen sınıf bunu kendisi gerçekleştirir ve buna ayak uyduramayan sol örgütleri de tarihten defeder. Bu mücadele yeterli olmadı, çünkü Türkiye’de işçi sınıfının bu anlamdaki tarihi de ‘50’li yılların sonu, ‘60’ların başıyla sınırlıdır. Sözünü ettiğimiz devrimde on yıllık böylesine açık mücadelede, bundan kastettiğim sermaye ve emek olarak açık mücadelede bir eksiklik var.
İkincisi, siyasal örgüt. Bu gelişme dinamiğinin 68’i ortaya çıkarmasında başka sebepler de var elbette. Sağda da parçalanma görülüyor, mesela. Ama bu sağdaki parçalanmanın asıl anlamı nedir? Sanayi burjuvazisinin, tarım kesiminin farklı talepleri var, köylülük farklı taleplerle ortaya çıkıyor, köylü hareketleri, Doğu mitingleri, Kürtlerin farklı talepleri var ve işçi sınıfı da iyi kötü kendi taleplerini dile getirmeye yöneliyor. En azından anlamlı bir kesim için bu saflaşma gerçekleşmiş durumda. Ama bunların önemli bir kısmı rüşeym halinde.
‘68’de işgalden üç hafta sonra fabrika işgalleri başlıyor. Bununla ilgilenen öğrenciler var, ilgilenmeyen öğrenciler var. Öğrencilerin veyahut genç sosyalistlerin bir kısmı kendi öğrenme süreçlerini sürdürüyorlar ve gündelik hayata müdahale etmek yerine çok ağır bir şekilde devrim stratejisi üzerine yoğunlaşıyorlar. ‘68’den ‘71’e kadar bizim sosyalist hareketimiz, bazılarına bir büyüme dönemi olarak gözükür, ki bunda hepsini birlikte ele alırsak anlamlı bir yan bulunabilir. Ama bir taraftan da, mesela ‘68’de sosyalist sol, sosyalist devrim diyenlerle milli demokratik devrim diyenler şeklinde ikiye ayrılmışken, sonrasında birkaç tane sosyalist devrim diyen ve bilmem kaç tane demokratik devrim diyen kanat çıkmıştır ortaya. İnanılmaz bir dağılma süreci.
Kemalizmin ve cuntacılığın etkisiyle mi?
Hayır. Hakim ideolojinin her zaman için etkisi vardır. Ama dağılmayı sadece ona bağlayamayız. Önemli olan, senin mücadele eksikliğindir, fikri mücadele eksikliğidir. Daha sonra vardığımız yer beş tane Maocu örgüt, üç tane bilmemneci örgüt, bütün bunlar aslında mücadeleden ziyade masa başındaki tartışmaların ürünü olmuştur. Oysa genelde, büyüyen ve gelişen hareketin merkezcil eğilimi başka türlü çalışır, küçük küçük hareketleri bütünleştirir, yan yana getirir. Burada mekanizma tersine işlemiştir.
Hareket büyürken, parçalayarak büyümüştür. Dolayısıyla, iki ana gövde varken, bilmem kaç tane küçük gövdeler haline gelmiştir. Hepsini toplasan büyük gibi gözükebilir. Ama 12 Mart’a geldiğimizde, 70’li yıllardan itibaren, 15-16 Haziran hazin bir ‘kuğunun son türküsü’dür, ondan sonra bir daralma söz konusudur. Artık büyük gösterilere rastlanmaz. Nihayetinde, sıkıyönetim davalarında yargılanan bir çok insan var, bu doğru, ama toplasanız bir toplumsal dönüşüm için gerekli öncüyü oluşturacak miktarda değildir bu rakam.
68’de yaşanan bir dizi fabrika işgalinin karakteri neydi? 70 Haziranı’ndan bahsettiniz, bu patlama çok mu geçti? Oradan çıkış sağlamak mümkün değil miydi? Çünkü aslında patlamanın kendisinin çok ‘pedagojik’ bir yönü de vardı sol açısından.
Bizdeki ‘68’in başlangıcına baktığımızda, ‘65’ten itibaren -Harun Karadeniz’in çok açık biçimde söylediği gibi- öğrenci hareketinde bir farklılaşma söz konusudur. Artık Kemalist değildir, sosyalistler de bu işin içindedir. Ama rakamları çıkarmak lazım. O zamanlar da FKF üyelerine baktığımızda, bunlar ‘68 geldiğinde dahi çok miktarda değildi. 68’e kadar ciddi bir sosyalist öğrenci hareketi yoktur. İstanbul Üniversitesi İşgal Konseyi’nin iki başkanı vardır. Biri Bozkurt Nuhoğlu, diğeri Kemal Bingöllü’dür. İkisi de Hukuk’tandır ve bu ikisi de sosyalist harekette temayüz etmiş, veyahut daha sonra sosyalist harekete intisap etmiş arkadaşlar değillerdir. Seçilmelerinin sebebi, biraz hemşerilik ilişkileri üzerinden taban kazanılması meselesidir.
68’in ilk günlerinde verilen beyanatlar da radikal değildir. 68’de radikalizm aslında Temmuz ayında Amerikan 6. Filosu’nun gelmesiyle başladı. 12 Haziran İstanbul Üniversitesi işgali, sebepleri tartışılabilirse de radikal değildir. Harekete gerçekten ivme kazandıran anti-Amerikan gösteriler olmuştur, bu bir. İkincisi, fabrika işgalleri olmuştur. Şimdi bize garip geliyor ama, insanlar aileleriyle birlikte kolluk kuvvetlerine karşı mücadele ettiler. Çünkü insanlar eskiden fabrikaların çevresinde aynı zamanda ikamet ediyorlardı. Ama gençler oraya ne getirdiler, gençler oraya “Ordu-İşçi El Ele” sloganını da götürdüler.
Şimdi bu ideolojik bir sorun ama, bu gençlerin etkinlik alanı neydi diye sorulduğunda elimizde çok fazla bir şey olduğu kanısında değilim. Hepimiz gittik, ziyaret ettik, ama fabrikalarda kendi içinde yürüyen bir dinamiğin işlediğine de şüphe yoktu. 1965 ve 1969 seçimlerinde unutmamak gerekir ki Türkiye İşçi Partisi gene de işçi sınıfından oy almadı, sınıftan bir miktar oy aldı ama işçi sınıfından esas oyları alan Adalet Partisi’ydi. İşçi sınıfı henüz yeni yeni, bir düzeyde DİSK aracılığıyla sendikal alanda emek-sermaye çelişkisini gündeme getiriyordu veyahut o çelişkiyi inşa ediyordu.
Hazin olan, 15-16 Haziran gibi çok büyük bir gösteri varken, genç devrimciler ve sosyalistlerin bunu bir zemin olarak görmek yerine başka tartışmalara girmeleridir. Ama ben tekrar ediyorum, elimize bir takvim alırsak 69 Ekim’i FKF’nin Dev-Genç olduğu kongredir, yani aslında MDD’nin egemenliğini açıkça ilan ettiği kongre. Üç ay sonra MDD’nin öncüsü olan gençlik içerisinde Doğu Perinçek bu kesimden ayrılır ve ortaya iki Aydınlık çıkar.
Bugün hafızalarda Deniz’lerin, Mahir’lerin gençlik hareketinin kalıp da, Aybar’ın TİP’in, Harun Karadeniz’in ve işçi eylemlerinin kalmamasının asli saiki ne olabilir?
Bu başta söylediğim hikâyeyle irtibatlı. Miras öyle bir şeydir ki, siz yaşatırsanız vardır. Şimdi tabii ki diğer arkadaşlarımız burjuva adaletinin gadrine uğradılar ve bir anlamda martyr, kurban oldular. Bunun romantik bir yanı, muhakkak ki trajik bir yanı var ve bu kuşaktan kuşağa yansıdı. Öteki için araştırma lazım, tartışmalara dönmek lazım. Ötekine bir poster veya slogan koyarsınız ve onu yadedersiniz, unutmaz, hafızanızda tutarsınız. Mesela, Harun Karadeniz’in Kartal’da İstanbul Bölgesi İşçi Birliği’ni kurup da orada işçi faaliyeti yürütmesini incelemeniz gerek, hiçbir yerde de yazmaz bu üstelik. Bu konuda araştırma yok veyahut sahiplenen yok.
Böyle olunca, bahsi geçen bölgeden 70 Haziran olayları sırasında Kadıköy kesiminde önde gelen birçok işçinin nereden eğitim aldıklarını anlamamız mümkün olmaz. Bu aslında, başka bir açıdan TİP’in kendisi için de geçerlidir. Çünkü 15-16 Haziran olaylarına katılan önemli sayıda öncü işçi, büyük miktarda TİP’in amiyane tabiriyle tezgâhında yetişmiştir. Çünkü bu gençlik hareketinin veyahut MDD’nin o günkü sloganlarıyla işçi sınıfı etkilenecek değildi. Böyle bir söylem işçi sınıfını özne olarak görmez. Üstelik de çok soyut bir şeydir, hatta köylüyü de ne kadar görüyor, bu ayrı bir tartışma konusu.
Sendikal mücadele içerisinde TİP’in çeşitli ilçelerinde vesaire yürüyen tartışmalarla -bu tartışmaları yetersiz, reformist görebiliriz- sınıf olma bilinci, çok sofistike broşürlerden çok daha önemlidir. Üstelik bu sözü edilen hareketlerin ‘69’dan ‘71’e çok sık aralıklarla bölünmüş olması, sanıldığının aksine bir kitle çalışmasından ziyade içe dönük bir tartışmayı gerekli kılmıştır. Bence 12 Mart’a giderken sosyalist hareket ile devrimci grup ve örgütler güç kazanarak yol almıyorlardı. Kitlelerden yalıtılarak gidiyorlardı.
Bütün bu iç gerilimler sanıldığının aksine çok ciddi bir zaafiyete yol açıyordu, çünkü bizim birbirimize karşı kullandığımız dil ağır bir dildi. Düne kadar birlikte olmuş insanları çok rahatlıkla başka şeylerle itham etmek durumunda kalınıyordu. Bu tabii ki TİP’ten başlayan bir terbiyeydi. ‘Provokatörler, küçük burjuva bilmemneleri’ gibi suçlamalar sadece MDD hareketi içerisinde değil, TİP içinde de kullanılmaktaydı. Sonrasında tersine döndü, reformistleri tasfiye edeceğiz diye aynı kanatta olan çeşitli gruplarda bu sefer çok uç noktalarda yargılamalara dek vardı.
Bugünden baktığımızda, Türkiye 68’inin iyi dersleri ve kötü dersleri gibi bir şey söylenebilir mi? Bunlar nasıl sıralanabilir?
Her şeye rağmen ’68, önemli bir deneyim. ‘68’e doğru giderken o kadar kalabalık değildi insanlar ve bu genç sosyalistler daha fazla okumaya, düşünmeye, tartışmaya açıktılar. ‘68 bir politikleşme yarattı, ama bu politikleşme siyasal kültürü arttırdı mı eksiltti mi, tartışma götürür. Derin okumaları biraz gereksiz kıldı. Az önce değindiğim türde broşürler ortaya çıktı. Broşürler siyasal mücadelede önemli unsurlardır, ama gerisinde gerçekten sağlam dayanaklar söz konusuysa. Dayanaklar sağlam değilse ve içerikleri kısa aralıklarla değişebiliyorsa bir şuur yaratmaz, şuur yaratmak kolay bir şey değildir.
Eğer bunu bir önceki dönemden farklı olarak her şeye rağmen bir radikalleşme analizi sayabiliriz. Bunu da hızlı hareket halinde olarak görmek gerekir. Biraz önce dediğim gibi, ‘68-‘71’de çok hızlı bir şekilde, iktidar bloğunda parçalanmalar, değişimler, bu arada iki türlü darbe girişimleri ve hakim sınıf içerisinde Demokratik Parti, Nizam Parti hikayeleri oluyordu. Bu, sosyalist siyaset açısından önemli bir laboratuar, buraya tekrardan dönüp neler yapılıp yapılamadığına, ne gibi arayışlara girildiğine bakmak gerekir.
Gerçekten bu arayışlara bu süratle cevap verilebilir miydi, bunu da kısa bir aralıkta bir kuşaktan beklemek haksızlık olur. Aynı kuşak bu deneyimi tam tekmil yaşamaya çalışmıştır, dolayısıyla bundan ders çıkarmak için önemli malzemeler sunmaktadır. Bunun gereğini yapmıştır ve ortada büyük bir emek söz konusudur. Ama bu tabii ki bir mistifikasyona, kutsallaştırmaya yol açmamalıdır, tarihte hiçbir olayı kutsallaştırmak bize bir şey kazandırmaz. Ama bizim ‘68’imiz, dünyanın en zengin 68’lerinden biri değildir. Bu doğru, ama bizim arkamızda ne vardı? Bizim arkamızda üzerine basabileceğimiz, yükseleceğimiz ders çıkarabileceğimiz neler vardı?
Fransız ‘68’i derken bilmem kaç tane ihtilal diyorsun. Veyahut ‘36 halk cephesi diyorsun, ‘46’da hükümete mi girsin yoksa devrim mi yapsın diye tartışıyorsun. Direniş var vesaire. Başka ülkeler için de benzer şeyler söylenebilir. Ama ’68, bildiğiniz üzere Avrupa’da birçok ülke için de çok fazla deneyime dönüşmemiştir. Dünyada ne kadar ülke varsa orada ‘68 oldu, aynı rezonansı verdi diye bir şey söylemek mümkün değildir. Biz de kendimize göre nasiplendik, nasiplenemeyenler de oldu. Mesela Yunanistan’da cunta idaresi vardı, ne kadar nasiplendi bilmiyorum, mültecilikte nasiplendi belki de ondan sonraki süreç için anlamlı oldu bu hikâye. Ama Yunanistan’da, üstelik darbenin birinci yılında böyle bir şeye rastlamak mümkün değildi.
Ortadoğu’ya baktığımızda Şah, öbür tarafta çeşitli Arap rejimlerini düşünürsek, orada böyle bir şey söz konusu olmadı. Latin Amerika’nın bütün ülkelerinde de olmadı. Çünkü Latin Amerika söz konusu olduğunda, ‘68’de çeşitli ülkelerde başlamış olan gerilla hareketleri gelişkinlik dönemlerini bitirmiş, 67 Bolivya, Ernesto’nun kaybı derken sular biraz geriye çekilmişti. Her ne kadar Arjantin ve PRT devam ettiyse de o çizgiye aynı düzeyde diyemeyiz onlara, bir-iki ülkenin aykırılığı var orada.
Bunu herhangi bir teraziye koymak yerine, kendi sınıf mücadelesi tarihimiz içine yerleştirirsek, oradan evrenselleştirerek sonuçlar çıkarırsak, o zaman kendi ayırt edici unsurlarını görürüz. Bunlar çok fazla değildir, ama bizim için önemlidir, çünkü maalesef kuşaklar birinci derecede kendi toplumlarında yaşanmış olanlardan ders çıkarırlar. Çıkarabilirlerse ne ala tabii. O da bir seviye meselesi. Onun daha gelişkini yok zaten. Çünkü ‘70’li yıllar büyük miktarda bu dönemin sorunlarını tartıştı. Üstelik çok daha zor koşullarda tartıştı. O başka bir tartışma konusu, ama aynı bağlamın içerisinde kaldı. Ayrımlar orada belliydi, belki daha berrak ve uç noktalara gitti. Kadrolar veyahut önderler açısından baktığımızda bunu söyleyebiliriz, ama o dönemde nihayetinde olayın içindesiniz, iletişim imkânlarınız oldukça sınırlı. Bugün için önemli olan, olayı gerçekten o evrensel yanıyla tekrardan göz önüne almak, dünya 68’ini gerçekten öğrenmek ve kendimizi de onun içinde görmeye çalışmaktır. O zaman eksiğimizi, fazlamızı daha rahat görme imkânına sahip olabiliriz.
(Mesele 17, Mayıs 2008)