Foti Benlisoy – Ufuk Uras’ın kaleme aldığı Kurtuluş Savaşı’nda Sol, Toktamış Ateş’in yönetiminde Altın Kitaplar’ca yayımlanan ‘Kurtuluş Savaşı Kütüphanesi’ adlı dizi kapsamında çıkmış bir kitap. Esas olarak bir el kitabı niteliğinde. Yani, Yeşil Ordu’dan Halk İştirakiyun Fırkası’na Milli Mücadele dönemindeki sol hareketlerin tarihsel seyrini ele alan ve bu konuda mevcut bilgileri derleyip toparlayan ‘giriş’ niteliğinde bir yardımcı kaynak çalışmasıyla karşı karşıyayız. Fakat açıkçası kitabı ilginç kılan yazarının kimliği ve kitabının konusunu dahil ettiği siyasi çerçeve. Ufuk Uras, ele aldığı dönemin ‘objektif’ gerçekliğini ‘yansız’ bir biçimde ortaya koyma iddiasındaki bir ‘tarihçi’ gibi yazmıyor. “Tarihsel bilgiyi bugünün ihtiyaçları üzerinden yorumlama” (s. 26) gibi ‘şimdici’ bir vurguyla ele alıyor nesnesini. Bu yaklaşımın kitabı daha ilgi çekici kıldığı aşikâr.
Zira tarih, geçmişte öylece durup tarihçilerin onları keşfetmesini bekleyen nesnel olgular demetinden ibaret değildir. Geçmişe dair tahayyüllerimiz bugünün siyasal-toplumsal hadiselerinden bağımsız olmayıp, tam aksine bizzat bu gelişmelere dair algılarımız tarafından şekillenir. Walter Benjamin’in deyişiyle, “geçmişi tarihsel olarak kurmak ‘onu gerçekten olmuş olduğu gibi’ tanımak değil, tehlike anında birden parlayıveren anıyı ele geçirmektir. Tarihsel maddeciliğin meselesi, tehlike anında tarihsel öznenin karşısında beklenmedik bir şekilde beliriveren geçmiş imgesini alıkoymaktır.” O halde, ‘başka’ bir şimdi ve gelecek tahayyülü, ‘başka’ bir geçmiş şuurunu da gerekli kılar. Bu da ancak tarihi bir siyasal müdahale alanı ve aracı olarak görüp bu alanı boş bırakmamakla mümkün herhalde. Dolayısıyla, Uras’ın geçmişi apolitik bir antikacı üslubûyla değil de, aksine, bugüne ve geleceğe dair sorular çerçevesinde ele alışı, yadırganması değil, takdir edilmesi gereken bir yaklaşım.
Dolayısıyla böylesi bir yaklaşıma sahip bir kitabı ele alan bir yazıya ‘sondan’, bir başka deyişle yazarının ‘derdinden’ başlamak belki de en iyisi. Uras, kitabın sonunda muradının ne olduğunu açıkça ortaya koyuyor. ‘Darbeci olmayan’ Kemalistlerle bir tür ittifak ya da kendi deyimiyle bir ‘tarihsel uzlaşma’ arayışı: “Tarihten dersler çıkararak emperyalizme karşı olan bütün güçlerin ‘ortak aklı’nı yaratmak ve tarihe bir sıfır çizgisi çekmek, bir beyaz sayfa açmak mümkün değil midir? Mümkün olduğunu düşünüyorum. Tarihsel nedenlerden dolayı bir arada olamayız gibi bir kan davasının siyasette ve toplumsal muhalefet güçlerinin hareketinde yeri olmuyor. Sosyal devletten, demokrasiden, laiklikten yana güçlerin, egemen güçlerin kayıkçı dövüşüne yedeklenmeden alacakları bağımsız bir tutumun, paha biçilmez bir tarihsel önemi bulunabilir. ‘3 M’ arasındaki tarihsel uzlaşmanın (Marx, Muhammed, Mustafa Kemal) aktüel siyasette alınan pozisyonlardan geçtiğini görebiliriz. Herhalde optimum bir uzlaşmayı sağlamak için özgürlükçü bir Marksizm, yoksullardan yana bir İslam yorumu olan Bektaşilik, Alevilik gibi ve sosyal devletten yana olan, Kızıl Elmacıların darbeci Kemalist yorumlarına mesafeli demokrat Kemalistler, uygun siyasi özneleri oluşturabilirler” (s. 96-97). Aslında Uras, İstanbul 1. bölgede yürüttüğü seçim kampanyası sırasında ve sonrasında da ‘3 M’ başlığıyla özetlediği böylesi bir ‘tarihsel uzlaşı’dan sık sık söz etti. Hatta kampanyasının da böylesi bir örnek teşkil ettiğini beyan etti.1
‘Kimsesizlerin Kimsesi’ Cumhuriyet
Uras’ın zor bir işe soyunduğu ortada. Kitabın neredeyse tamamında, yani Milli Mücadele içerisinde solun serüvenini aktardığı bölümlerde, Kemalist kampın solu nasıl bin türlü ‘hile ve desise’yle tarumar ettiğini aktardıktan sonra böylesi bir uzlaşmanın olabilirliğinden bahsetmek, hayal gücüne cömertçe başvurmayı gerekli kılan zor bir iş elbette. Dolayısıyla bütün kitap boyunca Mustafa Kemal ve Kemalizme dair biraz utangaç da olsa ‘flörtöz’ satırlara rastlamak şaşırtıcı değil. Mesela Uras’a göre, “bu ülkeyi kuranların, başta Mustafa Kemal olmak üzere, gelecek tahayyülleri vardı. Cumhuriyeti, ‘kimsesizlerin kimsesi’ olarak algılıyorlardı” (s. 21). Uras’ın kastettiği, cumhuriyeti kuran kadronun bir tür ‘sosyal cumhuriyet’ perspektifine sahip olduğu herhalde. Böyle bir perspektif söz konusuysa elbette sol ile Kemalizm arasında bir akrabalıktan bahsetmek mümkün olacak. Uras’ın böyle bir sonuca nasıl ulaştığı meçhul. Mustafa Kemal’in temsilcisi olduğu paşa grubunun ya da ittifak ettikleri eşrafın bir sosyal cumhuriyet hedefi olduğunu söylemek ‘wishfull thinking’in mahirane bir örneği olarak telakki edilebilir elbette ama ‘kimsesizleri kimsesi’ olmaya dönük ortada nasıl bir girişim olduğu sorusu havada asılı kalır. Yani, mesela Almanya’daki Weimar Cumhuriyeti’nin ya da Meksika’da devrim sonrasında oluşan cumhuriyetin elbette gelişkin bir sosyal boyutu vardı. Ama bu iki örnekte de söz konusu cumhuriyetleri ‘kimsesizlerin kimsesi’ olmaya dönük somut adımlar atmaya sevk eden, aşağıdan kitle hareketinin zorlayıcı baskısıydı.
Mustafa Kemal ekibi ise ‘kimsesizlerin’ aşağıdan kendi çıkarları doğrultusundaki bağımsız eylemlerine muazzam bir antipati beslemektedir. Bu grubun sola karşı tepkisini tanımlayan da, kendi inisiyatifleri dışında gelişecek her hareketi tasfiye etmede gösterdikleri kararlılıktır. Üstelik bu grubun böylesi bir sosyal cumhuriyet perspektifine sahip olduğuna ilişkin herhangi bir gösterge var mıdır? Mustafa Kemal ve Çankaya sofrasının mutat zevatı, savaş sonrasında mülkiyet ve bölüşüm ilişkilerini aşağıdakilerin çıkarına etkileyen hangi adımı atmış? Cumhuriyet sonrasında emekçilerin sosyal ve siyasal haklarında bir artış mı gerçekleşmiştir? Açıkça söylemek gerekirse, yeni kurulan rejimin sınıf muhtevasında aşağıdakilere dair cılız da olsa bir renk yoktur. Bu nedenle olacak, cumhuriyet tarihinde ‘gerici karşı devrime’ karşı cumhuriyetin demokratik ve sosyal kazanımlarına sahip çıkmaya dönük aşağıdan bir seferberlik söz konusu olmamıştır. Mesela, yakın tarihimizde Menemen ayaklanması gibi hadiseler karşısında cumhuriyete sahip çıkan bir işçi ya da köylü mobilizasyonu yoktur, olmamıştır.
Milli Mücadele’nin ilk yıllarında Mustafa Kemal’in emperyalizm ve kapitalizme dair eleştirel ifadelerine rastlamak mümkün elbette. Hele hele Ankara’nın siyasi ve askeri bakımlardan oldukça sıkışmış bulunduğu ve Sovyet desteğinin kritik olduğu dönemde. Ancak özellikle 1921’den itibaren koşulların değişmesiyle birlikte bu ifadeler seyrekleşmeye başlar. Üstelik Mustafa Kemal ve ekibinin ısrarla vurguladığı şey ana hatlarıyla şudur: Sovyet desteği önemlidir ama bu durum diplomatik bir zaruretin sonucudur. Diplomatik ilişkinin, askeri yardımın yani dış ilişkilerin memleketin toplumsal düzeniyle bir ilgisi yoktur, olamaz da. Mustafa Kemal ve ekibine göre Bolşevizm milli bünyeye yabancı, hatta zararlı bir unsurdur.2 İlla ki Bolşevik olmak gerekecekse bu, yukardan aşağı ve emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilmesi gereken ‘teknik’ bir iştir. Aşağıdakilerin, ‘kimsesizler’in kendi eylemiyle bir ilgisi yoktur ve olmamalıdır. Ankara hükümetine bağlı güvenilir isimlerin yönetiminde resmi bir komünist fırka kurma girişiminin arkasında yatan mantık da budur.
Emperyalizm
Amaç ‘iyi’ Kemalistleri Kızıl Elmacı ve darbecilerden ayırmak ve emperyalizme karşı muhtemel bir birliktelik olduğundan emperyalizme karşı mücadele anlayışında da bir yakınlık icat etmek zaruri oluyor elbette. Ufuk Uras diyor ki, “o dönem emperyalizme karşı mücadele, emperyalizmin yerli dayanaklarıyla da bir siyasi hesaplaşmayı gerektirirken bugün aynı kesimlerin ardılları, emperyalizmi adeta dışsal bir olgu olarak değerlendirip devletin ve bürokrasinin emperyalizmle organik bağını okuyabilecek bir teorik ve politik donanıma sahip olmadıkları için, bir dışsal karşıtlık ve kültürel zeminde muhalif olmak gibi bir açmaz içinde bulunabiliyorlar” (s. 112). İnsanın nerede eski Kemalistler diyesi geliyor. Uras’ın Mustafa Kemal ve arkadaşlarının içsel bir emperyalizm anlayışına sahip olduğu kanaatine nasıl ulaştığı meçhul elbette.
Doğrudur, Türkiye solunda emperyalizmin, kapitalist üretim ilişkilerinden bağımsız dışsal bir egemenlik ilişkisi, bir dış gücün saldırısı olarak değerlendirilmesi yaygındır. Türkiye’de hayli yaygın olan anlayışa göre, emperyalizm sanki bazı bölge ve ülkelerin dışında olan ve onlara ‘dışardan’ dayatılan bir şeydir. Buna göre emperyalizm, milli bünyeye hariçten saldıran ve onu hâkimiyeti altına alan yabancı bir güçtür. Bu anlayış, toplumsal sınıfları ve sınıf mücadelesini esas almaz; onun öznesi ezen ve ezilen uluslardır. Anti-kapitalist vurgusu hayli zayıf olan bu ‘anti-emperyalizm’ biçimi, kendini sınıfsal temelde değil ulusal çıkarlar ekseninde tanımlar. Oysa emperyalizm dışardan gelen bir ithal ürün olmaktan ziyade her kapitalist toplumsal formasyona zaten içkindir. Kapitalizm-emperyalizmin her kapitalist toplumsal formasyonda mevcut ortak yapısal unsurları vardır ve bu anlamda her kapitalist ülke emperyalist zincirin bir ‘halkası’dır. Herhangi bir kapitalist ülke emperyalistlere kölece boyun eğen işbirlikçilerce yönetildiği için değil (yani, mesela tahtta Vahdeddin oturduğu için değil), emperyalist sistemin doğrudan bir parçası olduğu için bu ilişki içseldir. Yani dikkat edilmesi gereken husus, emperyalizmin sermaye ilişkilerinin dünya çapında yaygınlaşması, sermaye ilişkilerinin bütün dünyada içselleşmesi sürecine denk düştüğüdür. Dolayısıyla, emperyalizm ile azgelişmiş ülkeler ya da ‘mazlum milletler’i iki karşıt kutupmuşçasına birbirinden net çizgilerle ayırmak mümkün değildir. Emperyalizm hiyerarşik bir dünya sistemidir, ancak öğeleri arasında yer değiştirmeler her zaman mümkündür. Baki olan, sistemin hiyerarşik ve eşitsiz doğasıdır.
Uras, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının, yani ‘sahih’ Kemalistlerin epigonlarının tersine böylesi bir ‘içsel’ kapitalizm-emperyalizm anlayışına sahip olduğunu iddia ediyor. Meğer Mustafa Kemal emperyalizmin bir dünya sistemi oluşu ve onun ‘yerli dayanakları’yla hesaplaşmak hususunda netmiş. Uras, Mustafa Kemal’in sıkı bir Lenin, Hilferding ve Luxemburg okuru olduğunu mu ima ediyor, doğrusu anlamak güç. Oysa Mustafa Kemal’in emperyalizm hususunda yaptığı çıkışlar, hem ziyadesiyle konjonktüreldir hem de iç dinamiklerle ya da kapitalist üretim ilişkilerinin mantığıyla falan bir ilgisi yoktur. Olsa olsa İtilaf güçlerinin işgali kastedilmektedir. Üstelik milli mücadelenin önde gelen pek çok ismi için İngiltere’yle sorun, onun dünya kapitalist sistemindeki yeriyle alakalı değildir, yani onun emperyalist ya da sömürgeci olması değildir, mesele onun kendilerine ‘emperyalistçe’ davranması, yani kendilerine bir Mısır ya da Hindistan muamelesi yapmasıdır. Hal böyle olunca, yani Mustafa Kemal’in hesaplaşmayı hedeflediği ‘emperyalizmin yerli dayanakları’ da yerli kapitalist sınıf ve büyük toprak sahipleri olmadığına göre sakın gayrimüslim ahali olmasın!
Demokrasi ve ‘Çağdaşlık’
Uras, ‘darbeci olmayan’ Kemalistler bulma arayışında Kemalizmde bir tür demokratik gelenek de keşfetmeye çalışıyor: “Mustafa Kemal’in ‘TBMM’nin üstünde bir güç yoktur,’ yaklaşımının, siyasetin sivilleşmesi mücadelesinde önemi büyüktür” (s. 105). Her askeri darbenin Atatürk’e atıfla meşrulaştırıldığı bir ülkede, onu bir de ‘siyasetin sivilleşmesi’ yolunda kullanmak ilginç olsa da maalesef oldukça yaygın bir tutum. Hemen herkesin kendi siyasal pozisyonunu bir biçimde Atatürk ikonuyla bağdaştırarak meşrulaştırdığı güzel memleketimizde (“Atatürk yaşasaydı Refah Partisi üyesi olurdu” sözleri hatırlardadır) Uras’ın satırları şaşırtıcı değil. Hem Mustafa Kemal’i meşrulaştırıcı bir ikon olarak kullanmak, solun yeni icat ettiği bir şey de değil. Ancak neticede siyasal ve tarihsel ufkumuz gerçek Kemalizm yorumunu kimin yaptığı noktasına sıkışıp kalıyor. Hal böyle olunca da mesela Baskın Oran’ın “Mustafa Kemal yaşasaydı şimdiki Kemalistleri sopayla kovalardı” kabilinden sözleri de hiç şaşırtıcı gelmiyor.3 Bu noktada belki de en iyisi, Mesele dergisinin elinizdeki sayısında Taha Parla’nın söylediklerine dönüp bakmak: “Eğer Kemalizm anti-demokratik bir şey olarak görülüyorsa, ‘bu kadar kalsın, o kadar gitsin’ denemez. Çok daha ciddi, kapsamlı bir eleştiri gerekir. Zor bir iştir, sinmiştir bu topluma. Öyle ikinci cumhuriyetçilerin ya da bazı solcuların yaptığı gibi kolaycı Kemalizm eleştirisi yapılmaz; hegemonik Kemalistler’e yem olunur.” Milli birlik ve bütünlüğü esas kabul eden organizmacı bir milliyetçilikte demokratik potansiyeller ararken hegemonik Kemalistlere yem olmamak içten bile değil gerçekten.
Doğrudur, 1920-1922’de savaş hali içerisinde dahi parlamenter kurumlara dayalı bir meşruiyet arayışını sürdürme çabası söz konusudur. Ancak bu Mustafa Kemal’in bir lütfu değildir; üstelik zaman zaman ona rağmen gerçekleşmiş bir şeydir. Dahası, Mehmet Alkan’ın Mesele’nin 8. sayısında vurguladığı gibi, bu topraklarda mahalli seçimler açısından 1830’lara, genel seçimler açısından 1870’lere giden bir seçim tarihi bulunduğu unutulmamalı. Parlamenter meşruiyet meselesi, 1920’lerde gökten zembille inmiş bir olgu değil.
Tekrar Ufuk Uras’a kulak verelim: “Mustafa Kemal’in kimliği, siyasi kişiliği ve modernleşme yönündeki attığı kararlı adımlar, bir yandan solun gelişmesinin koşullarını oluştururken, diğer yandan da Mustafa Kemal’in gölgesinde kalmasında da neden olabiliyor.” (s. 112) Mustafa Kemal’in Türkiye’de solun gelişimine ne gibi katkılarda bulunduğu, bu konuda ne gibi adımlar attığı ayrı bir merak konusu elbet. Uras, kitap boyunca yaptığı üzere, iddialı bir laf ediyor; fakat bunun arkasını getirmiyor. Okurun hayal gücünü özgür bırakıyor. Tahmin etmeye çalışalım: Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’yi modernleştirerek solun gelişebileceği maddi ve kültürel temelleri atmıştır. Aslında bu oldukça tanıdık ilerlemeci/aşamacı/modernist sol-Kemalist anlayışın bir tekrarından ibarettir. Kemalizmi bir tür ‘Türk Aydınlanması’ olarak telakki eden bu zihniyet dahilinde cumhuriyet ve Kemalist ‘devrim’, sosyalist dönüşümün bir zorunlu uğrağı ya da aşaması olarak telakki edilir. Böylece ‘cumhuriyet’ ya da ‘modernlik’ sınıflarüstü bir kazanım olarak değerlendirilir.
Oysa devlet ve rejim meselesi sınıflardan ve toplumsal güç ilişkilerinden bağımsız mıdır? Bu anlamda Kemalist cumhuriyetin ‘sınıf karakteri’ nedir? “Modernleşme yönünde atılan kararlı adımlar” aşağıdakilerin hayatlarında hangi özgürlükçü ve eşitlikçi değişimlere yol açmıştır? Bu ve benzer sorulardan bağımsız bir devlet ya da rejim tartışması yapılabilir mi? Aşağıdakilerin kendi kaderlerini tayin etmeye dönük enerjileriyle hiçbir rabıtası olmayan, üstelik bu enerjiyi her fırsatta bastıran bir girişimin solun gelişmesini hazırladığını iddia etmek için oldukça aşamacı ve mekanik bir tarih anlayışına sahip olmak gerekiyor. Hem savaş sırasında hem de savaş sonrasında solun ve işçi hareketinin amansızca üstüne gidilmişken “solun gelişmesinin koşulları”nı oluşturmaktan nasıl bahsedilebilir anlamak güç. Söylenebilecek yegâne şey, Uras’ın ele aldığı tarihsel kesitte ezilenlerin deneyimlerini değil, soyut ve mekanik bir ‘modernleşme’ anlatısını esas almayı tercih ettiğidir. (“Bugün küçüğünden büyüğüne modernleşmenin bütün kazanımlarına sahip çıkmak gerekiyor. Yukarıdan aşağı modernleşme için de, aşağıdan yukarı modernleşme için de geçerli bir durumdur bu.” –s. 39).
Başa geri dönelim. ‘3M’ sosyalist hareketin yeniden yapılanmasına ilişkin bir stratejik ittifak önerisi. Kısacası, sosyalist hareketi, ‘demokrat’ Kemalistlerle bir araya getirme çağrısı. Meselenin reel siyasi yanına girmek elbette bu yazının harcı değil. Ancak söz konusu çağrının sosyalist hareketin Türkiye’de cumhuriyetin kuruluşundan itibaren meftunu olduğu hayali bir ittifak arayışının üstelik kötü bir tekrarından ibaret olduğunu da belirtmek gerekiyor. (‘Hayali’ çünkü muhataptan yüz bulmak pek mümkün olmamıştır.) Hiç değilse geçmişte bu ittifak arayışı, ‘küçük burjuvazinin radikal kanadı olan Kemalistler’ gibi, Marksist siyasal terminolojiye iyi kötü içkin cümlelerle ifade edilirdi. Uras örneğindeyse karşımıza çıkan yegâne ‘siyasi özne’ muhayyel bir ‘darbeci olmayan iyi Kemalistler’.4
Kendi bağımsız eyleminden ziyade cumhuriyetin hamilerinden medet uman bu tek yanlı flört, ezilenler nezdinde sosyalist hareketin CHP ve Kemalistlerin bir tür yedek lastiği olarak algılanmasının müsebbibi olmuştur daima. Sosyalizmin bütün radikal ve ütopik içeriğinden arındırılarak ‘ilerici/çağdaşlaşmacı’ siyasal akımın ‘sol kanadı’ olarak kalmasına cevaz veren bir tutumdur bu. Türkiye’de sosyalist hareketin Kemalizmle ilişkisinin sayfaları oldukça karanlıktır: TKP’nin Kemalizme ‘ilericilik’ adına neredeyse kendi örgütsel varlığını ortadan kaldıran teslimiyeti5, 1960’ların sonlarında ‘küçük burjuvazinin radikal kanadı’, yani Kemalist subaylar nezdinde ‘sol’ bir cunta arayışı, vs. Kendi celladına duyulan aşka dair bu defteri kapamanın zamanı çoktan geldi de geçmiyor mu?
Kendine ait bir tarih yaratamayıp başkasının tarihine övgüler düzmek, farklı bir gelecek ufkunu da o başkalarının ipoteği altına almak anlamını taşır. Ya da tersinden: Başkalarının meseleleri etrafında debelenip kendi sorularınızla yeni bir gündem yaratamazsanız o başkalarının geçmişine de takılıp kalırsınız. Eğer emekçilerin kurtuluşu gerçekten kendi eserleri olacaksa, soldan bir geçmiş algısı, tarihin her anını ezilenlerin kendi hayatlarını kurma güçlerinde, eylem ve örgütlenme kapasitelerindeki artış ya da azalma zaviyesinden değerlendirmelidir. Soyut ve mekanik bir ‘ilerleme’ ya da ‘modernleşme’ terazisine vurarak değil.
DİPNOT 1) Örneğin bkz. “CHP’ye giderim ama orada Baykal tıkacı var”, Akşam, 5 Ağustos 2007. “Seçim kampanyası boyunca `3M` olarak ifade ettiği kesimleri bir araya getirdiğini belirten Uras, bu yaklaşımı sürdürmeye kararlı olduğunu söyledi. Uras’ın 3M formülü şu kesimlerden oluşuyor: Marks, Mustafa Kemal ve Muhammed. Seçim kampanyasında Atatürkçü, sosyalist ve dini bütün insanların ortak paydada buluştuğunu kaydeden Uras, ‘Dini bütün bir yurttaş olup egemenlere karşı çıkan, Atatürkçü olup ancak baskıcı rejime karşı, sosyalist ama daha fazla özgürlük isteyen insanlar bir araya geldi’ dedi.” 2) Uras bu durumun elbette farkında: “Gerçi daha sonra, Sovyetler’le kurulan ilişkinin izlerini Söylev’de pek göremeyiz. 1919-1920 yıllarında, sadece Bolşeviklerle işbirliğini değil, Bolşevik olmayı da savunan milli mücadelenin önde gelen pek çok ismi, daha sonra kaleme aldıkları anılarında, bundan bahsetmek bir yana, sol aleyhtarı bir pozisyona geçmeyi tercih ederler. Sovyetler’e yakınlaşma sürecinde estirilen sol hava kısa ömürlü olmuş, Sovyet yardımları işlevini görünce, herkes aslına dönmüştür.” (s. 58-9) Peki ama herkes ‘aslına’ rücu etmişse Kemalizme dair bu ve aşağıda göreceğimiz mültefit ifadelere ne hacet var? 3) Bkz. “M. Kemal gelse, bu Kemalistleri sopayla kovar”, Neşe Düzel’in Baskın Oran ile söyleşisi, Radikal, 4 Haziran 2007. 4) Bir de ‘yoksulluktan yana’ bir İslam anlayışına sahip Alevilik ve Bektaşilik gibi bir ‘siyasal özne’den bahsediyor Uras ama en iyisi bu konuya hiç girmemek. 5) TKP hakkında bir değerlendirme için bkz. Y. Doğan Çetinkaya – M. Görkem Doğan, “TKP’nin Sosyalizmi 1920-1990, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce c. 8, Sol, İletişim, 2007 İstanbul, s. 275-338.
(Mesele 10, Ekim 2007)