Franck Gaudichaud’nun seçimlere birkaç hafta kala Fransız felsefeci ve militan Daniel Bensaïd ile yaptığı söyleşi.

 

Daniel Bensaïd, Paris 8 Üniversitesi’nde felsefe profesörüdür. Nanterre üniversitesi’nde öğrenciyken Mayıs 68 hareketine katılmıştır ve 1969’daki kuruluşundan bu yana Devrimci Komünist Ligi’nde (LCR – IV. Enternasyonal’in fransız bölümü) yöneticidir. Uluslararası üne sahip Marksist düşünür, aralarında, antikapitalist militan jenerasyonunun bütününü anlatan “Une lente impatience” (Yavaş bir sabırsızlık) adlı özyaşamöyküsünün de bulunduğu otuza yakın eser sahibidir. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine birkaç hafta kala, Nisan 2007’de, yapılan söyleşide, kendisiyle Fransa’daki siyasi durumu ile kırk yıllık aktif siyasi girişimciliği ve sermaye mantığındaki keskin dönüşler hakkındaki düşünceleri üzerinde konuştuk.

 

Franck Gaudichaud: Kısa süre önce felsefeci Alain Badiou, İtalyan Il Manifesto gazetesiyle yaptığı bir söyleşide, komünizm düşüncesinin hâlâ savunulması gereken “ortak bir değer” olduğunu belirtmişti. Ancak günümüzde, Berlin Duvarı’nın yıkılmasının akabinde, dünyanın pazarlaşması ve neoliberalizmin yaygınlaşması karşısında, bazıları liberal demokraside aşılamaz bir ufuk gördüklerini düşündüler. Bu şartlar altında komünizm ve hatta “devrim” düşüncesini savunmaya nasıl devam edilebilir?

Daniel Bensaïd: Devrim düşüncesi, sözcük kullanılsın veya kullanılmasın, günümüzde savunulması çok güç bir şey değil. Genelde korkutucu olan devrim düşüncesi ve şiddet düşüncesi arasında kurulan bağ. Buna karşılık eğer “devrim” dediğimizde; dünyayı değiştirme gereksinimi ve hatta toplumsal ilişkileri, üretim ve dağıtım mantığının değiştirilmesi anlaşılıyorsa, bu kavram güncelliğini yoğun olarak korur. Liberalizm, özelleştirmeler, 90’lı yılların ortasından beri yaşanan dünyanın aşırılıklarına karşı gelişen eleştiri hareketinin, özellikle Zapatist başkaldırı ve Seattle gösterileriyle yükselişe geçmesiyle birlikte, bu düşünce meşruiyet kazandı. Kaygı daha çok bunun yöntemi ve araçları üzerinde odaklanıyor. Bunun için şöyle bir soru da sorabiliriz: Acaba bu amaca ulaşmak için, küreselleşme çerçevesinde uygulanabilecek stratejiler var mı? Bu soru tabii ki küreselleşmesin siyasal alanların yeniden düzenlenmesi üzerindeki etkileri hakkındadır: Dünyayı değiştirmek insana kendini iyi hissettiren bir fikir değildir, güç dengeleri alanına ait bir kavramdır. 20. yüzyılın egemen stratejik alanı ulus-devletinki oldu ve şu anda hâlâ geçersiz olduğu söylenemez. Bunun kanıtı Venezüella veya Bolivya’da bu seviyede oluşan güç ilişkileri olabilir. Ancak bu Avrupa’da da geçerlidir: Fransız ve Hollandalıların Avrupa Anayasası için kullandıkları “hayır” oyu da bunu gösterir. Yine de, aynı zamanda stratejik bir uygunluk barındırmayı başarmış bu ulusal alanlar, günümüzde benim “alanların gezer ölçeği” diye adlandırdığım şeye sıkı sıkıya bağlıdır: incelenen konular ve sorunlara bağlı olarak bölgesel, ulusal, kıtasal ve hatta küresel ölçekler söz konusu olur. Devlet, güç ilişkileri konusunda bir düğüm olmayı sürdürür ancak ekonomik ve politik güç ilişkileri mekânsal çerçevede yeniden gözler önüne serilmiştir. Asıl zor olan, devrimin gündeminden çok, stratejisi bakımından oyuncuların ve mekânların yeniden tanımlanmasıdır.

Komünist düşünceye gelince, A. Badiou’nun kesinlikle bu konuda da, bütün siyasi analiz çalışmalarında yaptığı gibi, yine kendine has bir yorumu olduğunu belirtmek gerekir. Liberal düzenin tersine akan bu düşünceye sempati duyuyorum, fakat “komünizmin metafiziğine” yakın bir yorum barındırıyor. Bu öyle bir metafizik ki, tarihsel sorunu ve tarihin eleştirel incelenmesini (örneğin Maoizmin, Çin’in, hatta bürokrasinin eleştirel incelemesini) büyük ölçüde reddediyor. Badiou’da söz konusu olan daha çok, Slavoj Zizek’in diyeceği gibi, “bir anda boşluktan ortaya çıkan” olaylardan oluşan, yani olayın mucizevi olarak gerçekleştiği fikrine daha yakın olan ve birbirini izleyen sekanslardır. Badiou’nun “komünizm” olarak adlandırdığı da bu felsefî kurallar bütünüdür. Hepsinden öte sonuçta, sözcük bu şekilde kullanılsa da, günümüz banalitesinin çok daha üstünde, kendine ait bir tarih ve bir anlama sahiptir. Ancak bu kuramsal matris, bana göre, benim siyasi seyir biçimi gibi algıladığım güçlerin birikimi ve süresel kayıt tutmayı zorlaştırır. Örneğin, Alain Badiou’nun akımı, seçimlere katılmamayı, teoride entelektüel şirinliğe yakın bir tarz gibi konumlandırabiliyor…

 

FG: Peki bu temel üzerinde, birkaç cümlede özetlenebileceğini varsayarsak, sen kendi komünizmini nasıl tanımlarsın?

DB: Bir yanıt için, tanımlar defterine dalabiliriz. Öncelikle dinamik bir anlayış: Komünizm kesinlikle bir ütopya ya da envanteri yapılabilecek bir durum zaptı değildir. Daha çok Marx’ın dediği gibi “var olan düzeni yıkan gerçek bir harekettir”. Bu tanım tabii ki fazla “esnek” olduğu için yetersizdir; ama tutarlıdır ve 1830/1840 yıllarının ütopist kuramlarının yarattığı polemiğe yanıt verecek niteliktedir. Bu konuda, şu sıralar hazırlamakta olduğum kitapta da anlatmaya çalıştığım gibi, yaşadığımız çağ, 19. yüzyılın başında varlık gösteren tepki bağlamı ile bazı benzerlikler taşımaktadır. O dönem, Musset’nin «Les confessions d’un enfant du siècle» (Yüzyılın çocuğunun itirafları) adlı eserinde ayrıntılı şekilde tasvir edilmiştir. Bu bakımdan Komünist Manifesto’nun son bölümündeki ütopik sosyalizmler de bir güncellik taşır. Marx’ın tasvir ettiği “feodal sosyalizm”, yani Ortaçağ toplumunun pastoral ve hayalî zamanlarına dönmeye çalışan akım, günümüzde kendini bazı çağdaş ekoloji akımlarında özellikle de “derin ekolojide” bulur. Aynı şekilde, “hakiki” ya da “insansever sosyalizm”, 21. yüzyılda, siyasi bir iktidarsızlıkla birlikte, kendini örneğin mikro-kredi dalgasında bulur. Mikrokrediyi şeytansılaştırmaktan, onu sonunda Üçüncü Dünya ülkelerinin gelişmesi için tek çözüm olarak sunmaya kadar ya da Paul Wolfowitz’in yaptığı gibi ona bir methiye düzmeye kadar uzanan bir yelpaze… Örnekleri çoğaltmak mümkün. Diğer yandan, vaktiyle Proudhoncu ütopyaların varlık gösterdiği gibi, çağdaş özgürlükçü ütopyalar da mevcut. Bu ideolojiler, yönelttikleri reddedilemez ilgiye rağmen, siyaset ve güç sorunsalları üzerinde bir açmaz yaratma ortak özelliğine sahiptir. Yalnızca, güç sorununu bir yana itip, kaynaşmacı karşı toplumun sahip olduğu alanları düzenlemek gerekir. Diğer kutupta ise, yine kamu sektörü ve devletin rolü için – gerçek bir ilgiyle öneriler geliştirecek bir çeşit neo Keynesyen ütopyadan söz etmek mümkün. Ancak bu noktada, siyasi halka ve amaca hizmet edecek ana kaldıraçlar bulunmamaktadır. Aklıma, Fransa’da Thomas Coutrot ya da Yves Sallese gibi yazarların bu çerçevede ele alınabilecek çalışmaları geliyor.

“Gelecekten haber verecek kazanları kaynatmadan” komünizmin bir eskizini yapmak için, Paris Komünü’ne bakmak yerinde olacaktır. Engels’e göre: Proleteryanın diktatörlüğünün ne olduğunu bilmek isterseniz, Paris komününe bakmanız gerekir. Peki komün nedir? Kamu oylaması, çoğulculuk, seçilenlerin azledilebilmesi, toplumsal içselleştirme, meslek olarak ordunun kaldırılması ve… cumhurbaşkanının olmaması! Sonuçta, baş edilmesi istenen ana sorun (örneğin ekoloji) ne olursa olsun, hep iyelik hakları sorunları ile karşılaşılır.

 

FG: Özellikle Marx l’intempestif ya da La Discordance des temps gibi eserlerinde, Marksizmin yaşayan ve diyalektik yapıda, “sıcak” bir akım olması gerektiğinden söz ediyorsun. Ancak, kapitalizmi eleştirenlerin de içinde bulunduğu büyük bir entellektüel grubu, “post marksist” bir dönemden söz ediyor, ya da Marx’ın katkısını da diğerleri gibi basit bir “alet çantasına” indirgiyor. Bu noktada, “holist marksizm” okumalarını aşmak ya da Marx’ın “marksist” okumalarından sakınmak gerekliliği hakkında ısrar eden Fransız sosyolog Philippe Corcuff’ten söz edebiliriz.

DB: Bence ciddi şeyler söz konusu ve bu entelektüellerin konuya yaklaşımı bazen biraz hafif kalıyor: Marx hâlâ “büyük lokma”. Tabii ki aşılabilir, ölümsüz değil… Ama bana göre eleştirel kuramının çekirdeği ister küreselleşme, ister değer kuramı, ister ölçüt krizi açısından ele alınsın hâlâ büyük bir güncelliğe sahip. Üstelik bu iyi niyet kaynaklıdır: Marx’ın henüz doğuşu sırasında, 19. yüzyıl Avrupa kapitalizminden hareketle incelediği şey, gezegenin yasasına dönüştü. Ve Castoriadis ile bazı liberaller de dâhil olmak üzere, hiçbir kuramcının bu eleştirel kuram ile yüz yüze gelen ve onu aşmaya çalışan bir tavrına rastlamadım. Bazıları da Marx’tan hareketle “kes yapıştır” tekniğiyle bir şeyler yaptılar, ama sonuç hep derme çatma oldu… Bu denemelerin ardında, bütünsel kuram ve sistemlere duyulan korku ve red hakkında yapılan epistemolojik bir tartışma yatar. Açık ya da parçalı bütünlüklerin var olduğu bir gerçektir; ancak bu, sistemler hakkında düşünmeyi engellemek için bir neden değildir. Örneğin ekolojik sorun, sistemler (ekosistemler!) hakkındaki kuramların geçerliliğini kanıtlar. Régis Debray’nin günün birinde söylemiş olduğu gibi: “Her şeyi reddederseniz, yığını alırsınız”. Bu söz, evrenselliği düşünme aczini ve sonsuz özelliklerin birbirine eklenmesini yücelten postmodern düşünceyi çok iyi özetler. Tarih boyunca soyut evrenselliklerin sömürgeci, ulusalcı, cinsiyetçi, vb. baskılara tanıklık ettiği doğrudur. Ama ezilenler hoşgörü, haklar eşitliği ve özgürlük gibi “evrenselleştirilebilir” konulara somut bir içerik vermeyi bildiler. Ve Toussaint Louverture’den Olympe de Gouge’a birçok insan özgürleşme mücadelelerinde bunlara sahip çıktılar. Sonuçta, postmodern retorik çok hasar bıraktı. Deleuze’ün, “Yeni Filozoflar” hakkında yazdığını yeniden okursak ne kadar muhteşem olduğunu görürüz. Ancak bugün onun düşüncesinden yapılan – ideolojik bir “deleuzizm”- liberal söylemdeki tek biçimli postmodern retorikler için bir maske görevi görmekten fazlasını hak ediyor.

 

FG: Metinlerinden birinde, Foucault’nun, total, militan, Sartre’cı entelektüelden, özel hatta biraz ortak bir entelektüel kavramına geçtiğimizi anlatan fikrini destekliyorsun. Ancak bazı baskın, postmodern ve medyatik düşünürlerin ortaya çıkması, ya da gittikçe daha da içine kapanan “özel” entelektüellerin siyasal alan dışında yer alması eleştiren büyük entelektüel imajını özletecek gibi…

DB: Bu soru, Bourdieu ile ters düşmemizin bir nedeni. Bourdieu organik entelektüel fikrini, entelektüel ve parti arasındaki çarpık ilişkiyi, (özelikle Fransa’daki) Stalinci gelenekte gördüğümüz, entelektüelin partinin küçük bir dilekçecisi olmasını açıkça reddediyordu. Oysa Gramsci’ye göre, organik entelektüel ille de profesyonel bir entelektüel olmak zorunda değildir. 19. ve 20. yüzyıllarda işçi hareketini oluşturan sayısız işçi organik entelektüel gibi, her şeyden önce, bir sosyal sınıfın gelişimi sırasında ürettiği entelektüeldir. Günümüzde, -özlem duyulmaması gereken- hem düşünür, hem de dünyanın vicdanı olan total entelektüel imajının silinmesi bahanesiyle, genelde becerikli ama siyasi projelerden ve militanlıktan tamamen uzak bir uzmanlar grubu ile karşılaşıldı: Tek bir güç ya da tek bir ortak proje etrafında toplanma olmadı. Yani bir çeşit entelektüel teknokrasi, bir uzmanlık, hatta sonunda karşı çıktığı oligarşiye dönüşebilecek bir karşı uzmanlık riski yaşıyoruz. Bu risk karşısında, benim seçimim Gramsci’nin kullandığı anlamda “Prens”, yani siyasi partide militan bilginin farklı biçim ve kaynaklarını paylaşan ve toplumsallaştıran kolektif entelektüel fikrine bağlı. Siyasi bir oluşumun bu farklı bilgilerin bir arada dokunmasını sağlayacağını söylemek popülist bir yaklaşım sayılmaz. Kendi adıma, militanlarla iletişim halinde olduğumda çok şey öğreniyorum, çünkü farklı yaklaşımları var, farklı yerlerden ve dönemlerden geliyorlar; tıpkı Olivier Besancenot gibi. Birbirimizi besliyoruz ve hepsinden öte birlikte düşünüp hareket ediyoruz. Parti fikrinin gözden düşmüş olduğunu bilyorum: Parti denince bürokrasi, otorite, hiyerarşi, disiplin, vs. anlaşılıyor. Tüm bu tehlikeler gerçek ama bürokratikleşme yalnızca partiye has bir şey değil. Aksine! Max Weber’den bu yana, bunun, çağdaş toplumlarda; sendikalarda, yönetimlerde, sivil toplum kuruluşlarında ve başka oluşumlarda görülen ağır bir eğilim olduğunu biliyoruz. Bu şartlarda, çelişkili olarak, parti, bürokrasi tehlikesine karşı, daha çok bir koruma, demokratik bir savunma gibidir. Resmi olmayan bürokrasiler, sözcünün serbest seçimi, parti dışında özgürlük yanılsaması da daha az tehlikeli değildir. Çünkü dikkatli olunursa, siyasi bir oluşum, militanların medya baskısı ya da parasal güce bağlı olmayan – ya da olmaması gereken – bir tartışma aracı sahibi olduğu, demokratik bir tartışma ortamı oluşmasını sağlar. Her zaman zor bir durum söz konusudur, çünkü tarihsel olarak entellektüel-parti arasındaki ilişkiler birden fazla kişinin verimsizleşmesine neden olmuştur. Bu şekilde Henri Lefebvre Komünist Parti’yi terkettiğinde özgürleşmiş ve ayrılığının akabinde eserleri daha da verimli olmuştur. Althusser “Marx için” yazdığı girişte, meslektaşlarınca tanınmamanın ve bir tek hatta hizmet veren bir ideolog olarak (kaldı ki bu düşünce yanlış da değildir) algılanmanın acısını yazar. Ben militan rolümün merakımı, fikir yürütme isteğimi ve düşüncelerimi beyan etmemi kısıtladığını kesinlikle düşünmüyorum, hatta tam aksine.

 

FG: Militan rolünden bahsetmişken Fransa’daki siyasi durumdan da söz etmeyi öneriyorum. Birçok toplumsal hareketin yaşandığı, sağcı bir hükümetin 5 yıllık iktidarından ve şiddetli liberal bir saldırganlık döneminden sonra; bazı uzmanlar – Cumhurbaşkanı Chirac’ın uzun egemenlik dönemi son bulurken – V. Cumhuriyet’in içinde bulunduğu bir rejim krizinden söz etmeye başladılar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerine birkaç hafta kala, sen beşgenin siyasi ortamını nasıl değerlendiriyorsun?

DB: Bir rejim krizi olduğu reddedilemez:: de Gaulle’cü kurumsal ideolojik miras ve sistem dağılma aşamasında. Sözünü ettiğim sistemin iki kanadı da, yani egemen siyasi güç olarak de Gaulle’cülük ve refah yıllarındaki Komünist Parti (PC) bir kriz yaşıyor. Sarkozy tarafından yönetilen [UMP – liberal/ yeni muhafazakâr] sağ kesimin genelinde De Gaulle’cülükten eser kalmadı. PC ise tarihinin en düşük oy oranına sahip olabilir; oysa zaten 2002’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oy oranı zaten dibe vurmuştu. Sonuçta dönüşüme uğramış bir siyasi manzara karşısındayız. Bu dönüşümün nedenlerini tabii ki öncelikle toplumsal ilişkilerde aramak gerekir. Toplumun özellikle PC’nin toplumsal temelini besleyen bazı kesimleri kısıtlandı, hatta tamamen yıkıldı. Hatırlamak gerekir ki komünist seçmenler, Fransa’da %25’e varan oy oranları yakalamışlardı (1969’da). Orta katmanlarda bile, Sosyalist Parti ve sosyal demokrasinin dayanak bulduğu seçmenlerin, aralarında öğretim görevlilerinin de bulunduğu bir kısmını kaybettiği görülüyor. Özelleştirme süreçleri ve liberal karşı reform sonucunda, sosyal demokrasinin temel dayanağı olan kamu hizmetlerinin değerleri ve memuriyet tartışılıyor. Bu gelişme aynı zamanda, artık şirketler dünyası ve büyük kapitalist grupların yönetim kurulları ile sıkı ilişkiler kuran sosyalist elitler cephesinde de ortaya çıkıyor. Bu gerileyen bağlam, işin esnekleştirilmesi politikası, maaşların bireyselleştirilmesi, dayanışmanın ve sosyal güvencenin özel sektörün çıkarlarına hizmet edecek şekilde yıkılması ile beslenen toplumsal bir kopuş olgusu, bir çekirdekleşme yaratıyor. Seçimler çerçevesinde bu durum siyaset uzmanlarının “ses uyumsuzluğu” olarak adlandırdığı bir olguya neden oldu: Partiler ve seçmenler arasında gittikçe artan bir uzaklık ve bu ikisi arasında gittikçe daha da rastlantısal kurulan bağlar görüldü. Ve son olarak, yalnızca kamu hizmetlerinin değil ama şiddetin de özelleştirilmesi ve sözleşmenin yerini yasaya bırakması, vs. Sonuçta tüm bunlar siyasi girişimin kamusal alandan silinmesine neden oldu.

1. Cumhuriyet’in kurumsal yapısının çarpık görünümleri arasında en önemlisi olmasa da, cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, son dönemde basında çokça eleştirilmiş olan, adayların şaşırtıcı desteklenme sisteminden de söz edilebilir. Genel olarak, bu kurumlar Bonapartist mirasın özelliklerini taşırlar. Marx Fransa’yı, I. Napoléon’dan De Gaulle’e kadar, Marc Mahon ve Clemenceau’dan geçerek uzanan bu tip bir siyasi işleyişin kurucusu olarak gösteriyordu. Zaten eğer Sarkozy kazanırsa beş yıl boyunca “en küçük Napoléon’a” sahip olacağız! Bu şartlarda seçimleri kazanacak parti için «doublebind» son derece sınırlayıcı olacak. Ya kurumsal yapıya dokunmayacak ve iki partililiğin hüküm sürdüğü bir cumhurbaşkanlığı rejimi fikrini takip edecek. Bu durum, neredeyse seçmenlerin yarısının temsil edilmemesi demek olacağı için, güncel sistemde bile temsil edilmeyenleri dışlamak anlamına gelecek. Diğer seçenek ise seçim sisteminde bir reforma giderek oranların sisteme dâhil edilmesi olacak. Bu durumda ise, egemen partilerin üstyapısal uzlaşma yapmaya çalıştığı, örneğin Prodi’nin kabinesinde 100’den fazla bakan olmasına neden olan, İtalyan usulü bir “merkezkaçlaşmaya” gidilecek. Tabii ki, seçim gerçeğinin en iyi şekilde yansıtılması için, bölgelere bölünecek ve artanların hesaplanacağı tam bir oranın kullanılmasını destekliyoruz. Ancak gerçek bir kurumsal reformun, tutarlı olabilmesi için, cumhurbaşkanlığının ve senatonun kaldırılması, Fransa’da ikamet eden yabancılara oy hakkı tanınması, valilerin komünler üzerindeki vasilik hakkının azaltılması, denizaşırı toprak ve bölgelere özerklik belirleme hakkı verilmesi, kısacası gerçek bir kurucu meclis süreci gerekir.

Fransa’da; büyük partilerin geniş yetkili bir cumhurbaşkanına doğru ilerlemenin mantıklı bütünleyicisi olacak iki partililiği empoze edememiş olması, sınıflararası kararsız ve dalgalı bir güç ilişkisinin yansımasıdır. Önümüzde, toplumsal hareketlerin kesinlikle kaybettiği ancak direnmeyi sürdürdüğü bir panorama var; bu durumun da siyasi etkileri var. Tüm bu direnişler, ayrıca, burjuvaziyi yanıtlar konusunda da bölünmeye itiyor. François Bayrou’nun [UDF – Hıristiyan, demokrat] merkez sağdan bir lider olarak, Amerikan tipi muhafazakâr büyük bir koalisyona katılmaması toplumsal çelişkilerin siyasi alanda da işlev sahibi olduğunu gösteriyor.

 

FG: Siyasi alanda var olan çelişkilerden söz etmişken, radikal solun çelişkilerini de unutmayalım. Son aylarda Fransa’da cumhurbaşkanlığına LCR ve PC çıkışlı militanları bir araya getirecek, hatta onların yanına sendikacıları, dernekçileri ve çevrecileri de katacak “üniter” adaylar gösterebilme ihtimaline dair birçok tartışma yaşandı. Bir makalede, militantizmin bir “alçak gönüllülük okulu” olduğunu yazmışsın. Ancak günümüzde, bazı militanlar LCR’ye yeterli olamadığı ve her şeyden önce “antiliberal bir birlik” söz konusu olduğunda her şeyden çok kendi aygıtını savunduğuna dair eleştiriler yöneltiyorlar. Senin bu konuda yanıtın ne?

DB: Bir polemik yaratma amacı gütmeden, alçakgönüllü olmamanın özellikle bu tartışmalarda bizim tarafımızda olduğunu düşünmediğimi söyleyeyim. Hatta tam tersini düşündüğümü söyleyebilirim. Ne mi oldu? Bir zaferden yeni çıktık. Son on yılın az rastlanan siyasi zaferlerinden biri gerçekleşti: Avrupa Anayasası 2005 referandumunda reddedildi. Bunun en önemli öğesi, genelde “hayır”ın sol çıkışlı olması, toplumsal bir özelliğe sahip olarak, yabancı düşmanlığı olmaksızın, göçmenlerle dayanışma içinde, halktan kesimlerden gelmesi. Bu olay hem bir umut yarattı, hem de bir aldanma doğurdu; her ikisi de anlaşılabilirdi ve bu “hayır”ın siyasi alana ve seçimlere uzanabileceğini düşündürüyordu. Bu düşünce ayrıca, kronolojik bakımdan cumhurbaşkanlığı seçimini öne çeken takvim değişikliğini gerçekleştiren ve sıradaki seçimler için kart dağıtan [2008’de genel seçimler ve ardından yerel seçimler] bundan önceki sosyalist hükümetin cumhurbaşkancı mantığının da oyununa geldi. Oldukça elverişsiz bu seçim çerçevesinde, cumhurbaşkanlığı seçiminin, referandumdaki “hayır” oyunun bir devamı niteliğinde olacağı umudu – aldanmacası – ortaya çıktı. Liberal bir antlaşmayı reddetmek için anlaşma sağlamak bir şey; ülke için bir proje önermek, yani bir hükümet projesi önermek başka şey! Antiliberal ortak aday tartışmaları öncelikle siyasi platformda gerçekleşmedi; çünkü önemli noktalarda anlaşmazlıklar olsaydı, kesinlikle aşılabilir, hatta daha sonra tartışılabilirdi. Ancak bizim asıl istediğimiz, ortaklıklar konusunda, gelecekte oy sandığından çıkacak meclis ve hükümet çoğunluğunun bağımsızlığının gerekliliği konusunda açık bir siyasi tartışma yapmaktı. Bu sorun esastı ve seçim kampanyasının bir parçasıydı. Bu sorunu hemen çözmeyi reddetmek, gelecekte var olacak hayal kırıklıkları ve aldanmalar anlamına gelirdi. Biz, kendi adımıza LCR kökenli olmayan bir aday ile kampanya yapmaya hazırdık, oysa Olivier Besancenot’nun [LCR sözcüsü] referandum kampanyasında muhtemelen en iyi sözcü olduğunu kanıtladığını düşünüyorum. Zaten şu anki kampanya da sanırım birçok nedenle bu düşüncemi doğruluyor: Söyleminin açıklığı, toplumsal militanlık deneyimi, siyasette profesyonel olmaması ve jenerasyonunun etkisi. Her şeye rağmen LCR kozlarını üniter bir dinamik için feda edebilirdi. Ancak bunun karşılığında, ilerleyen günlerde Sosyalist Parti’nin hegemonyasındaki bir hükümette küçük koltuk pazarlığı yapmayacak bir aday için kampanya yapabilmeyi bekliyorduk. Sonuçta Sosyalist Parti, Avrupa referandumunda çoğunluğunu “Evet” oyu vermeye çağırmış, bunun etrafında birleşmiş bir parti! Üstelik Avrupa Anayasası Antlaşması sorunu da henüz aşılmış değil: 2008’de yeniden karşımıza çıkacak. Fazla bir şey istememiştik, istediğimiz tek şey net bir yanıttı, onu da alamadık. Tartışmaya katılan farklı akımları ile birlikte, özellikle de PC’nin katılımı ile bu konuda siyasi bir uzlaşmaya varmak gerekiyordu; ancak bu herhangi bir siyasi görüş benimsemeden “hayır” oyu kullananların dışlanması anlamına gelmez. Ayrıca bu tartışmaları temsil eden demokrasi okuluna da saygı göstermek gerekiyordu. Bu noktada, hareketin üniter ortaklık animatörlerince yönetiliş şeklinin bir demokrasi anti-okulu olduğunu söylemek gerekir. Demokrasi, birlikte bir şeyler yapmayı bilmektir; bu da alınan kararın bizi ortak şekilde etkilediği anlamına gelir. Bu aynı zamanda kesin oy kriterleri belirlemek anlamına da gelir. Ancak bu tip kriterler, beklenmedik bir “çifte uzlaşma” adına belirlenmemiş, PC’ye son dakikada, kontrolsüzce çoklu ortaklıklar kurma şansı vermiştir. Bazıları komünistlerin üniter ortaklıklarına bir silahlı soygun söz konusuymuşçasına yaklaşmışlardır. Ben hiçbir ortak kriterin onları engellemediği bu tip uygulamalar için onları eleştirme hakkımızın olmadığını sanıyorum. PC’nin hâlâ 60.000 katılımcısı var ve militanlarının ortak hareketlerine müdahale etmelerini bekleyemeyiz! Yani PC ile çözülmesi gereken sorun gerçekten de POLİTİK bir sorundu. Aksine, ortaklıkların ulusal sorumluları, özellikle PS ile ortaklık kurulması söz konusu olduğunda, siyasi tartışmaların üstünün örtülmesine katkıda bulundular ve konuyu kişiler üzerinde yoğunlaştırdılar: Adayın kim olacağı tartışılmaya başlandı. Köylü sendikası lideri José Bové’nin adaylığına gelecek olursak, öncelikle ortak aday olmasından öte, durumdaki karışıklıklardan söz etmek gerekir. José Bové öncelikle üniter ortaklıklardan söz edildiğinde adaylığını geri çekmişti, ortaklık fikri sonuç vermediğinde ise, internet üzerinden gerçekleştirilen elektronik bir “kamuoyu yoklaması” ile yeniden aday oldu. Bence tüm bunlar, Ségolène Royal’in PS’nin militan iç tartışmaları sonucu değil de kamuoyu yoklaması sonucu seçilmiş olması ile aynı paralelde yer alıyor. PS’nin, herhangi bir insanın Sosyalist Parti adayını seçebilmesinin mümkün olduğu, ünlü “20 Avro’luk katılımcıları” da parti içinde demokratik tartışmanın gerilemesinin bir göstergesi. Yani, yeniden, bir parti içinde militan olmanın formülünün altını çiziyorum; bunun kendi kuralları ve kendi koşulları vardır, bu bir sorumluluk ve alçakgönüllülük okuludur. Alçakgönüllülük okuludur çünkü bu ortak bir maceradır ve insan tek başına düşünemez. Sorumluluk okuludur çünkü diğer militanlara hesap vermemiz gerekir. Herkes bunu yapamaz…

 

FG: Cumhurbaşkanlığı seçiminin sonrasını düşünelim: Fransa’da, (en azından Avrupa’nın diğer ülkeleri ile karşılaştırıldığında) görece öneme sahip, radikal ve antikapitalist bir sol; aynı zamanda gerçek bir toplumsal çatışma ortamı var. Marx Fransa’nın siyaset, Almanya’nın felsefe, İngiltere’nin ekonomi ülkesi olduğunu söylemişti: Bu saptama acaba gerçekten doğru mu ve sence Fransa’da seçim sonrası neler olacak?

DB: Öncelikle bu büyük ölçüde seçim sonuçlarına bağlı. Bu seçimler için “rutinden” biraz uzaklaşmamız nedeniyle. François Bayrou’nun ikinci turda var olabilme ihtimalini çok düşük görüyorum. Zaten ikinci tura kalması, siyasi bir deprem demek olur : PS’nin bir kısmının merkez solda bir çeşit demokrat partiye katılması ile Fransız usulü bir “prodicilik” örneği vermeleri; diğer yandan ise sağda güçlü bir yeniden sınıflandırma olması anlamına gelir. Solda PS seçimleri kaybedecek olursa, kesinlikle parti içinde sert hesaplaşmalar yaşanacaktır: Avrupa referandumu için oluşan farklı akımlar buna hazır bile! Diğer yandan, eğer Avrupa kampanyası sayesinde kendini biraz toplamış olan PC ikinci kez radikal solun adayları tarafından yenilgiye uğratılırsa, bu, partinin gerçekten tarihi bir çıkmaza girdiğini ve tekrar yükselişe geçemeyeceğini doğrulayacaktır. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci turundan sonra da, onu izleyen genel seçimlerden sonra da hayat devam edecek. Ve herkes düşünmek zorunda kalacak. Ancak bu yeni sahneyi aklıselim ile incelemek için güç toplamamız, hazırlanmamız ve bizi bekleyen yeni siyasi yapıyla yüzleşebilmemiz gerek. Çünkü bu yeni aşamanın henüz başındayız ve son 25 yılın yenilgilerini ve hasarlarını dikkate almalıyız. “Siyasi bir ülke olarak Fransa’ya” gelince, bu noktada kullanışlı bir basite indirgeme söz konusu; yine de (Fransa’nın “istisnaî” bir durumundan çok) Fransa’ya has bir tekillikten söz etmek de mümkün. Bu tekillik göreceli olarak kalıyor. Örneğin, birçok Avrupa ülkesinde, Portekiz’de Sol Bloku, Hollanda’da (sosyal demokrat olmayan) PS, İskoçya’da PS, İtalya’da (en azından kısa süre öncesine kadar varlığını sürdüren) Komünist Yeniden Kuruluş, İngiltere’de “Respect” gibi güçlü radikal sol oluşumlar bulmak mümkün. Son derece dengesiz radikalleşme olaylarının söz konusu olduğu bir gerçek. Komünist Yeniden Kuruluş vakası (RC-İtalya) bu konuda çok şey anlatır. Bu örgüt, büyük Avrupa Sosyal Forumları sırasında Fransız Komünist Partisi’nden çok daha radikal bir görüşe sahipti ve alternatif küreselleşme hareketinin temel taşlarından birini oluşturdu. Ancak RC, üç yıl gibi kısa bir sürede ve Irak’ın işgaline karşı Avrupa’daki en büyük savaş karşıtı hareketi yaşamış olan ülkede; kurumsal dayanışmanın üyelerine (bir ya da iki istisna dışında) Afganistan’a birlik gönderilmesi, kemer sıkma politikaları, özelleştirmenin sürmesi ve muhtemelen, Prodi’nin ebeveynlerinden biri olduğu Avrupa Anayasası antlaşmasının öğütülmesi konusunda tek bir insanmış gibi oy kullanmanın dayatıldığı, bir koalisyonda yer aldı. Bu örnek, siyasette sola kayan hareketlerin kırılganlığını özetliyor. Söz konusu olan, toplumsal mücadelelerin yükselişi, direnişin uyanması ve siyasi zafer yokluğu arasında gidip gelen, son derece değişken bir olgu. Bu da mücadele eden militanların, “en az zarar getirecek olan / ehven-i şer” politikası aldanmacası ile toplumsal alanda üstlendikleri rollerden vazgeçmelerini doğuruyor. Bu durum, İtalya’da “Berlusconi hariç herkes” için geçerli oldu ve neden bu şekilde tepki verdiklerini anlamak mümkün. Fransa’da, aynı senaryo “Sarkozy hariç herkes” sonucunu veriyor. Bazı seçmenler, bu mantıkla hareket ederek, ilk turda ikna olma oranlarını göz önünde bulundurarak O. Besancenot’ya oy vermekle, Sarkozy’ye karşı en avantajlı konumda görünen François Bayrou’ya oy vermek arasında kararsız kalıyorlar. Böylece daha ilk turdan Royal ve Bayrou, yani “işe yarayan” ya da “en az zarar getirecek olan / ehven-i şer” ile siyasi ikna olmuşluk oyu arasında bir kararsızlık var. Bu koşullarda, radikal sol alan, çeşitli birçok siyasi projenin üzerinden geçtiği, son derece dengesiz bir alan olarak göze çarpıyor. Böylece, PC’nin hâlâ, bir kez daha PS hegemonyası altında (ya da ona destek vererek) çoklu bir sol hükümette yer alıp almayacağını bilemiyoruz ve eğer Ségolène Royal kazanırsa bu olasılığın yeniden gerçekleşmesi mümkün. Sonuçta bu ucu açık bir sav ve PC’den hâlâ bir yanıt gelmedi…

 

FG: 40 yıldan uzun süredir devrimci sol için çalışıyorsun. Özyaşamöyküsel eserinde, militan olarak geçtiğin yolu anlatıp, o “yavaş sabırsızlıktan” söz ediyorsun… Mantıklı olarak, orta vadeli bir ölçekte, büyük bir antikapitalist gücün günümüz Avrupa’sında gerçekten var olmasının mümkün olduğunu düşünüyor musun?

DB: Denemezsek bunun mümkün olup olmadığını kimse bilemeyecek! Mümkün olan her zaman gerçekleşmez, ama gerçeğin bir parçasıdır ve tarihsel olarak, hep kaybeden olasılıklar da vardır… 60 ve 70’li yıllarında aceleci gençler olduğumuz bu “uzun yürüyüşte”, “geleceğin uzun sürdüğünü” ve sabırlı olmayı öğrendik. Aynı zamanda gezegenin hâlinin bize gösterdiği üzere, bir acil durumla karşı karşıyayız: Güncel bağlam 70’li yıllardakinden de, İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen 30 yıllık dönemdekinden de daha yoğun. Roland Barthes’ın Voltaire’den “mutlu yazar” diye söz etmesi gibi, o zamanlar “mutlu devrimciler” idik. Sömürgecilik karşıtı devrimcilerdik ve önemli mücadeleler söz konusuydu, (Mao’nun dediği gibi) katıldığımız, bir gala yemeği değildi. Buna karşılık, komünizmin refah ve gelişimin son noktası olduğu düşüncesinde serbest yüzüyorduk. Artık, çevrenin ve toplumun gereksinimleri karşısında, başkaldırma ve direnme nedenleri çok daha güçlü ve baskın.

 

FG: Tabii ki… Ama sizin zamanınızda “tarih sizi ensenizden ısırıyorduysa”, bu büyük anlatı günümüzde biraz dişi dökük gibi görünmüyor mu?

DB: Tarih geçerken birkaç dişi yolda düşürmüş olsa gerek! Yenildik ama kendisinden ders alınan birçok yenilgi var. 68’de ve sonrasında, farklı doğalara sahip birçok siyasi çatışma kaybettik. Ancak gezegen ölçeğinde büyük bir yenilgi varsa, bu da – hiçbir şekilde – bürokratik Sovyet rejiminin sonlanmasından pişmanlık duyamayacak olsak da, Berlin duvarının yıkılması oldu. Bu yenilgi, gezegendeki iş gücünün üçte birinin yani on milyonlarca çalışanın dünya piyasasına ani bir giriş yapması anlamına geldi. Bunun bir yenilgi olduğu çok açık, çünkü (on yıllar sürecek) dikkate değer şekilde, çalışmaya direnişte düşüş için baskı anlamına geliyor. Küçük direnişler ve kısmî zaferlerden oluşan yeni bir toplumsal yapılanma girişimi ile karşı karşıyayız. Bu aynı zamanda, yıkılmış olan stratejik ufkunu yeniden tanımlamamız gereken siyasi bir girişim. Dahası, kategorileri bile yeniden düşünmeliyiz; çünkü 19. ve 20. yüzyılın tüm devrimleri 17. yüzyılda doğan aynı siyasi kategorilerden oluşan bir paradigma içinde yer aldı: Vatandaşlık, evet ama toplumsal; savaş ama halkçı; Paris komünü Versailles’a karşı; vb… Lenin, Rosa Luxembourg, Kautsky ve diğerleri arasında yaşanan “reform mu devrim mi?” tartışmasının şartlarının günümüzde ilgi çekici olmadığı söylenemez ama yetersiz kalırlar. Gerekli olan bu kuramsal yeniden yapılanma, postmodern düşüncenin, bize “kırıntı hâlinde” ya da “sıvı toplum” gibi hikâyeler anlatan ve bireyliklerin yayılması ile bireysel geri çekilme arasındaki karışıklığı yaratan ideolojik karmaşasıyla yüzleşmeli. Çünkü kurulu düzenin eleştirel düşünceleri de, liberal karşı reformlar karşısında 25 yıl boyunca yenilgiler aldı. Ancak 90’lı yılların başından bu yana bir kendini toparlama hareketi başladı: 1994’te Meksika’da Zapatista başkaldırısı ile 1995’te Fransa’daki büyük grevlerle, sonrasında ise 1999’da Seattle ve Sosyal Forumlarla. 12 yılda manzara çabucak renklendi ama yine de hesaplardan çok uzağız. Kişisel olarak, neoliberal saldırının yarattığı şokun derinliği karşısında tepkilerin bu hızda geleceğini tahmin etmiyordum. Deleuze’ün dediği gibi “ortadan yeniden başlıyoruz”. Ve bu sadece bir başlangıç…