Masis Kürkçügil

 

Tarih öyle bir biçimde ilerler ki, sanal sonuç, her zaman birçok bireysel istenç arasındaki çelişkilerden çıkar; bu birçok bireysel istençlerden her birini, ne ise o yapan şey de bir yığın tikel yaşam koşullarıdır. Böylece, bir bileşke –tarihsel olay– doğuran, birbiriyle kesişen sayısız güç, sonsuz bir kuvvetler paralelkenarı dizisi vardır. Bu bileşkenin kendisi de bir bütün olarak bilinçsiz ve istençsiz işleyen bir gücün ürünü olarak görülebilir. (Engels’den Joseph Bloch’a – 1890)

 

Türkiye’nin siyasal gündemi “süreç”e kilitlenmiş durumda. Müzakere süreci her iki kanadın yol haritasını çizenlerin tasarımlarını karşılıklı olarak değiştirmeye yönelik hamleleri de içererek kesin bir yörüngeye sahip olmadan, bir başka ifadeyle güç ilişkilerindeki konumları mücadeleye tabi olarak, sabit kalmadan,  yeniden şekillenebileceği bir seyir izlemektedir deme ihtimali giderek azalmakta.

Müzakere süreci her ne kadar masa başında  yürütülmüş ve esasları hakkında ayrıntılı bir bilgilenme olmasa da toplumun bütününü ilgilendiren, dolayısıyla konjonktürel nedenler veya realpolitikle açıklanamayacak bir mahiyet arz etmektedir. Masada yer almayan siyasal ve toplumsal kesimler de farklı düzeylerde bu sürece de facto dahil olmak, ondan etkilenmek durumundadır. Bu açıdan yalnızca Kürt meselesiyle sınırlı kalmayabilecek bir süreçle karşı karşıya olunduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

 

Masa başında müzakereyi sürdürenler, masadan haberdar bile olmayanların da bilinçli-bilinçsiz iradelerinin gölgelediği bir çerçevede, elbette güç ilişkilerinde eşit olmasalar da bu bapta öne çıkan iki kanat olarak kendi çıkarları doğrultusunda bu tartışmayı sürdüreceklerdir. Tarihin biriktirdiği pisliklerin, sorunların radikal bir biçimde çözülmesini beklemek, masaya dışardan ahkam kesmek, neredeyse köşe taşları belirlenmiş süreci zerre kadar etkilemeyeceği gibi geleceğe de bir birikim taşıyamayacaktır.

Erdoğan ve Öcalan’ın şahıslarında belirginleşen “müzakere süreci”, ana hatları taraflarca uygun görülen bir yol haritası bütün açıklığıyla serdedilmemiş olsaydı yola çıkılmazdı.

Çözümden AKP’nin anladığı, Kürt meselesinin demokratik siyasal çözümü olmadığı gibi yalnızca teröre son vermek de değildir. “Demokratik” ibaresi, bilindiği üzere farklı güç ilişkilerinde farklı içeriklerle ve farklı sıfatlarla kullanılabilir. Kürt ulusal hareketinin bugüne kadar kırmızı çizgiler olarak sunduğu taleplerin bu süreçte yer almayacağı kesindir. Zaten Öcalan da bunları en azından ertelemiş görünmekte. Demokratik ortak parantezine alınabilecek Cumhuriyet, konfederalizm, modernite gibi somut karşılıklarının belirsiz olduğu ibareler bir kenara, kapitalist sistem içinde ulusal sorunun çözümünde öne çıkan kimi örneklerin bile uzağında bir ufuk bulunmakta. Örneğin İspanya benzeri özerk bölgeler ve özerklik yetkileri yerine en fazlasından Almanya’daki eyalet sistemine benzer ancak ondan daha alt düzeyde bir ihtimal belirmektedir.

Ulusal hareketin çeşitli düzeylerdeki yöneticileri sürecin oluşumundan bu yana taleplerini asgari düzeye çekmiş bulunmaktadırlar.

“Süreç”in aktüel görünümü gözümüzü almamalı, jeostratejik meseleleri elbette gözden kaçırmadan ancak meselenin tarihsel boyutunu daima öne çıkararak, tarihsel olmayanların birincil değil çok daha ikincil bir işlevi olduğunu merkeze alarak politika üretmek gerekir. Her iki kesimin süreci tarihselleştirmek veya stratejik olarak makulleştirmek için söylediklerini “ideolojik” bapta ele alırken, özellikle Kürt halkı nezdinde barışın-sürecin (sürecin mahiyeti konusunda yanılsamalarla birlikte) tam tekmil bir umut yarattığı ve bu deneyim dolayısıyla yaşanması gerektiği dikkate alınmalıdır. Bütün gözlemler barışı en çok arzulayanların otuz yıllık savaşın yükünü çeken, bedelini ödeyen Kürt halkı olduğunu göstermekte.

“Tarihsel” olan masadakilerden ziyade kitlelerin haleti ruhiyesinde, özlemlerinde ve elbette gündelik yaşamlarında olabilecek değişimlerdir. İnsanlık tarihinde hiçbir zaman meydanlara çıkan yüzbinlerin beklentilerini en “yetkin” merkez komiteleri bile kestirememiş, yönlendirememiştir. Somut olarak, Kürt halkının yaşadıklarından edindiği deneyimle “sürece” verdiği anlam, bütün nutuklardan daha önemlidir.

Kitlelerin özdeneyimine açılmayan, bunu önüne koymayan siyasal tahliller de birgün Paris’teki cinayetleri dünya fesat mekezinin işi, diğer gün Sinop’taki olayları faşizme karşı mücadelenin bayrağı olarak görebilir. Üç gün sonra hepsi unutulur. Daha dün sivil cumalarla AKP’ye karşı Kürt müminleri derleme toparlama ameliyesine girişilmişti bugün ise toplu namazın yolları aranmakta.

Kürt meselesinde yapılan bir dizi ankete göre kopuyoruz, gidiyoruz geliyoruz analizleri yapılarak bir siyasal tutum takınılması tavsiye ediliyordu. Oysa görüldüğü üzere anketlerdeki haleti ruhiyede “sabun yapma” şıkkının hayli yüksek olmasına rağmen siyasal irade ile aniden bir başka güzergaha girilmiş durumda. Bu da anketlerdeki çok değerli fikirlerin lafta kaldığını, insanların siyasal görüşlerini gerçekleştirmek için bir eylemde bulunmak yerine devlet babanın, bir otoritenin önderliğine ihtiyaç duyduğunu göstermekte. Yani %50 fikir beyanının hayattaki karşılığı kimi zaman sıfıra müncer olmakta!

 

Irak Kürdistanı

Hükümetin Öcalan’ın kendi çıkarlarıyla da örtüşen yol haritasını uygun görmesinde Suriye’de PYD’nin bir nüfuz alanı edinmesini mücbir sebep gösterenler aslında AKP’yi köşeye sıkışmış gibi gösterme zevkini tattıklarını sansalar da hem Öcalan’ın hem Erdoğan’ın önümüzdeki dönem için beklentilerinin bu kadar basit olmadığını bölgenin on yıllık geçmişine ve Türk kapitalizimin kat ettiği mesafeye bakarak görmek mümkün. Ortadoğu’nun jeostratejik tartışmalarını da çok merkezli yürütmek gerekir. Irak Kürdistanının başta hesap edilmeyen bağımsızlık yolundaki adımları ve bunu büyük miktarda besleyen petrol ve doğal gaz rezervleri, şimdiden Erbil’i önemli bir merkez haline getirmiş durumda. Barzani önderliği böylece güçlü bir kaynağın üzerinde bağımsızlık yolunda emin adımlarla ilerlerken Türkiye de inşasına önemli katkıda bulunduğu bir bölgenin enerji kaynaklarından başka ülkelere göre daha elverişli koşullarda istifade etme imkanına sahip oluyor. Genel olarak Kürt ulusunun inşasında Barzani önemli bir hamle yapmışken PKK’nın Barzani’yle rekabet içinde siyaset yapma imkanları daraldığı gibi eskiden beri Türkiye ile bir anlaşma-müzakere peşinde olan Öcalan’ın, Türkiye’nin de Irak Kürdistanı ile yakınlaştığı bir dönemde yeniden girişimde bulunması için koşullar daha elverişli oldu. Birinci ve ikinci paylaşım savaşında Kürtlerin haklarını zerre kadar kale almayan uluslararası ilişkiler (emperyalist?) ve koşullar (güç ilişkileri) bu kez Kürtleri ihmal edemeyecek bir dizilişte. Bu ahval ve şerait Kürtlerin (PKK da dahil) anti-amerikan veya anti-emperyalist bir savaş vermelerinden doğmadı. Ama ayakta kalmasını bildiler. Dünyada kendilerine bir yer edinmeye de başladılar ve Ortadoğu’da etraf taraf ülkelerin yanısıra dünya güçleri tarafından devlet düzeyinde muhatap olarak kabul edilmeye başlandılar. Yoksa kimilerinin sandığı gibi Pentagon’un ince eleyip sık dokuduğu bir takım komplolarla sosyalist (!) Ortadoğu’nun göbeğine yerleştirilmediler. Irak Kürdistanının bağımsızlaşma sürecinin nereye varacağı bilinmez. Ama onca gerici devletin içinde oluşabilecek bir Kürt devletini emperyalizmin kuklası diye mahkum etmek de garip bir emparyal saplantı.

Benzer bir biçimde müzakere sürecinde olabilecek kimi pazarlıkların sonuçları konusunda da bakış açıları ister istemez farklı olacaktır. Öcalan’ın hükümetle müzakeresinden başkanlık sistemi aracılığıyla daha güçlendirilmiş bir yürütmenin çıkacağı beklentisi Kürt ulusal hareketi için çok fazla anlamlı bulunmayabilir. Çünkü burada “otoriter”leşmeden kast edilenin onlar için farklı bir anlamı var. Dağdaki ya da hapisteki adamın ifade özgürlüğü veya toplantı ve gösteri kanunu, yanısıra sistemin başkanlık, yarı başkanlık veya parlamenter bir rejim olmasıyla ilgisinin yüksek olması beklenmemelidir. KCK davasından içerde yıllardır yatan birisine bu tür mülahazalar biraz lüks gelebilir. Öte yandan Selahattin Demirtaş’ın otoriter, baskıcı bir başkanlık sistemini kabullenmeyeceklerini belirtmesinden (Meclisi fesh etme yetkisi verilen bir başkanlığa karşı çıkmasından) ABD’dekine benzer bir başkanlık sistemini reddetttiği anlamı çıkarılmamalıdır.

Öcalan, Türk-Kürt tarihi stratejik ittifakından söz ederken herhalde samimidir. Verdiği örneklerin tarihsel gerçekliklerle uyuşmaması önemli değil. Önemli olan böylesi bir ittifakla devletin ve tarafların kazançlı çıkacağına dair güvence vermesi. Yukardakilerin birliğini açıkça savunan bu görüşün geniş kitleler tarafından nasıl karşılanacağını ise siyasal mücadele şekillendirir.

Bu yeni bir durum değil. Diyelim 1992 başında Özal ile bir anlaşma mümkün olsaydı, Özalizm yerine Öcalanizm gelmeyecek, neoliberal düzen hükmünü sürdürecekti. Ancak Kürtler de kimlik haklarını elde etmiş olacaklardı. Bu arada Güney Afrika’da olduğu gibi bir kesim yeni yönetime dahil olacaktı.

Misakı Milli’nin Türkler tarafından değil de Öcalan tarafından geçmişte olmadığı kadar anlamlı bir perspektif olarak öne çıkarılması da bir yandan farklı sınırlar içindeki Kürtleri birleştirmekte ama öte yandan da Türk kapitalizminin nüfuz alanını genişletmektedir (moda tabirle Türkosfer).  Bu bir eşit vatandaşlık talebinin ötesinde birlikte bir güç olma önerisi olarak belirmektedir.

Böylece de facto Öcalan ve Barzani arasðnda cereyan eden ulusal liderlik mücadelesi de “ertelenmiş” oluyor. Barzani’yi ilkel milliyetçi olarak ve hatta amerikancı olarak gördükten sonra Türk devletiyle stratejik ittifak yaparak, Misakı Milli yoluyla Kürtlerin birliğini sağlamaya yönelmek de biraz paradoksal olsa gerek.

 

Propaganda manevraları

Elbette “akil adamlar” gibi yumuşatıcı girişimlere duyulan ihtiyacın da gösterdiği gibi her kesim kendi tabanını konsolide etmek, müzakere dışında kalanların seçmenini ikna etmek, olmazsa tarafsızlaştırmak için propaganda manevralarına ihtiyaç duymakta. Sürecin evreleri üzerine belirsizlikler özellikle AKP’nin MHP ile ortak seçmen tabanına sahip olduğu bölgelerde gözüktüğü üzere bir meşruiyet kaybına uğramamasına göre ayarlanmakta. Bir referandumda doğrudan sorulara alınacak cevapların taraflar için hiç de iç açıçı olmayacağı açıkken propaganda manevraları medyayı daha uzun süre meşgul edecek demektir.

Erdoğan’ın kendisinin de itiraf ettiği üzere gündemi sürekli tayin etme konusunda özel bir çaba sarf ettiği göz önüne alınırsa “süreç”i sürdürülebilir kılmak, zamana yaymak ve bu zaman zarfında seçimler dahil olmak üzere önümüzdeki dönemde kendisi için anlamlı bulduğu her meselenin önüne “süreci” koşmak, onun çıkarınadır.

Güç ilişkilerini değerlendirirken ne tür ölçütler kullanılabileceği üzerine pek düşünülmüyor. Örneğin MHP yetmişli yıllara bakarak oylarını bir kat artırmışken rahatlıkla tarihin çöp tenekesine atılırken olduğu yerde bile saymaktan aciz sol, bir şekilde terazinin müstesna bir kefesine koyulabiliyor. On yılda çokça söylenen AKP’nin çatırdadığı, çöktüğüne dair temennilerden öteye gitmeyen analizlerde, her nedense kimin öne çıktığı, yani AKP’nin yerini başka bir sağ partinin mi, daha soldaki bir hareketin mi, Kürtlerin mi doldurduğunu açıklanmıyor. Bu arada AKP 2023 hedefine uygun adımlarla giderken nal toplamaya devam ediliyor.

Kürt ulusal hareketi ise iplerin kimin elinde bulunduğuna dair kuşkuları gidermek, sürekli müzakere masasının vazgeçilmez unsuru olarak kalmak için karşılığı olsa da olmasa da hamleler yapmaya çalışmaktadır.

“Sürec”in süratine ayak uydurmakta vatandaş zorluk çektiğine göre “süreç” karşılıklı hamleler veya pazarlıklarla, savaş veya siyaset sanatının ince oyunlarıyla değil planlı ve programlı bir şekilde yürümektedir. Hükümetin her söylediğinde bir riya, çeşitli muhaliflerin söylediğinde bir hikmet arayanlar gidişatın seyrine bakıldığında açıkta kalmakta. Sistem açısından “makul” (öyle olmasa akil insanların işi ne?) ve “asgari” talepler çerçevesinde “barış” savaşan taraflarca uygun görülmüştür. “Barış”ın muhtevası hakkında ise hayli uç noktalarda açıklamalar var. Hükümet tarafı terörü bitirmekte olduğunu ve demokrasinin gereği dışında herhangi bir vaadde bulunmadıklarını belirtirken Kürt ulusal hareketi hükümetin muzzaferane söyleminden geride kalmadan Türkiye’nin değil Ortadoğu’nun çehresini değiştirdiği iddiasındadır. AKP’yi ikna ettikten sonra sosyalistlerin eleştirilerinin yersiz olduğunu hatta bu hamle ile onlara da iktidar yolu açtıklarını bile iddia edebilmektedirler (Bkz; 17 Nisan 2013, Radikal, Zübeyir Aydar).

 

Ulusalcı şahlanış

Kürtlerin meşruiyet kazanmaları çeşitli türden millliyetçileri zıvanadan çıkarmış durumda. MHP kendi açısından gayet makul bir biçimde oyundan çekilmiş ve felaket tellallığıyla belki de 12 Eylül sonrasında ve özellikle Devlet Bahçeli döneminde ilk kez merkezden uzaklaşarak şimdilik meydanlarda (Bursa’da 50 bin, İzmir’de -CHP’lilerin de katılımyla- 70 bin) büyük mitinglerle Malazgirt’in mirasını (?) kimseyle paylaşmak niyetinde olmadığını biteviye tekrar ederek kendisini konsolide etmeye yönelmiştir. Rauf Denktaş, Talat Paşa geleneğini hortlatmayı  meslek edinenler ise kendileri için bedava bir nemalanma alanı buldular. Toplumun en karanlık güçlerinin beslendiği zihniyet dünyasını kendilerine mekan edinenler güçlerinin çok üzerinde, ancak toplumsal karşılığı olmayan bir görünüm kazanmış bulunmakta. Milli Merkez, “300 aydın” gibi anakronik hamleler dişleri sökülmüş bir zihniyetin, MHP’nin yanısıra bir yığınak yapabildiğini göstermekte.

CHP’nin geleneksel kadrolarındaki kısmi değişimle yenilenmeye yönelik küçümsenmeyecek adımlar atması, böylesi kritik bir konuda manevra yapmasına izin vermedi. Yönetim kademelerinden daha önemlisi parti tabanının tam olarak kendini nereye oturtacağına (Kemalist, sosyal demokrat ve aradaki renkler) karar vermemiş olması yapısal bir sorunun zeminini oluşturmakta. CHP’nin ulusalcı kanadı için klasik tepkici veya “istemezükçü” muhalefet imkanlarının belirdiği bir ortamda yenilikçilerin sürecin gölgesinde kalması partiyi felç etmekte. MHP’nin belirgin tutumu karşısında sendeleyen bir CHP’nin bir miktar o cenaha oy kaybetmesi bile mümkündür. Kılıçdaroğlu’nun sürece müdahil olmak yerine kendilerine masada yer verilmemesinden şikayet etmesi kendisini olası bir gelişme dinamiğinden de mahrum bırakmaktadır. Böylece AKP’nin muhalefetsiz bir süreç sürdürmesi imkan dahiline girmektedir.

 

Ya sosyalist hareket?

Sosyalist hareketin ise deklarasyonlar dışında daha somut inisiyatifler almaması güçsüzlüğünü pekiştiriyor. Ancak devrim bu işleri çözer demeden Kürt halkının olası kazanımlarını öne çıkararak süreci irdeleyenlerin azımsanmayacak bir kesimi oluşturmaları “akil adamlar” veya hükümet düzeyinde değil kendi toplumsal çevreleri için anlamlı bir faaliyeti de gerekli kılmaktadır. Barış ve belli kazanımların elde edilmesinin “Kürtler”den başlasa da başka kesimler için de anlamlı olabilecek bir zihniyet değişikliğine yönelinebilmesi, genel olarak insan hak ve özgürlüklerini kağıt üzerinde bırakmayacak, ona toplumsal bir içerik kazandıracak gelişmelerin ise “kimlikle” sınırlı olmayan çok daha bütünlüklü mücadelelerin bizzat emekçiler tarafından yaratılmasıyle mümkünün alanına gireceği atlanmamalıdır. Kimileri gibi aradan çaktırmadan bir devrim çıkartmaktan farklı olarak uzun vadede çok daha geniş kesimlerin demokratik ve sosyal haklarına yönelebilecek böylesi bir mücadele asla süreci gölgelemeyi değil okuma ile veya bakış, duruşla sınırla kalmayarak, başkasının mücadelesine kaynak olmadan, rol çalmadan, sosyalistlerin de bu konuda kendi zaviyelerinden, siyasal bağımsızlıklarını koruyarak mücadeleye katılmasını gerektirmektedir.

Barış sürecine destek veren ancak bunun muhtevasına radikal bir önem atfetmeyen kesimlerin tutumlarını da neredeyse barışa karşı çıkmaya eşdeğer olan kesimlerinkiyle aynı kefeye koyup bir tür solculuk yarışında gereksiz polemiklere yol açmanın Kürt halkının haklarını bir nebze dahi olsa elde etmesine zerre kadar katkısı olmayacaktır. Bu bakımdan Öcalan’ın söylemi dahil olmak üzere AKP’nin projesine karşı olmakla birlikte barış ve Kürt halkının kısmi kazanımları için süreci kösteklemeyenlere Kürt ulusal hareketinden aldıkları güçle hot zotçuluklar yapmanın gereği yoktur. Demokrasi herkese lazım da demokrasi talep edenlere daha da yakışmalı.

Tarihte herkes kusursuz bir sıçramanın öznesi olmayı hayal edebilir, ancak böyle bir durum olmadığı gibi sıçramanın kendisi bile en hayırlı durumda bir dizi sorunla maluldur. Bunları görmezden gelmenin sadece bilinmedik bir sonrası için değil o anda inşa edilen yarın için de ağır bedelleri olur ve olmuştur. Süreç ise bir sıçrama olmayıp yarı yolda eksik ve yetersiz kalan veya tamalanamayan stratejilerin terk edilerek yeni bir bağlama dökülmesinin ürünüdür.

Bu yazı Yeniyol dergisinin Mayıs-Haziran 2013 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır.