Daniel Bensaid
Çeviren: Uraz Aydın
Sürekli devrim kuramı gibi kimi “troçkist” tezler, yüzyılın başından itibaren, 1905 Rus devrimi konusundaki tartışmalarda ortaya çıkar. Buna karşın “troçkizm” terimi, bürokratik jargonda ancak 1923-1924 yıllarında sıradanlaşmış bir biçimde kullanılmaya başlanır. Muzaffer iç savaşın ardından, ve daha çok da Alman Ekimi’nin yenilgisi (1923) ve Lenin’in ölümünden sonra, Sovyet Rusya’nın ve Komünist Enternasyonal’in yöneticileri, uluslararası durumun göreli istikrarı ile Sovyetler Birliği’nin kalıcı tecridinden oluşan hiç beklenmedik bir durumda bulurlar kendilerini. Artık söz konusu olan toplumsal temelin devletin üstyapısını taşıması değil, üstyapının iradesinin, temeli sürüklemeye çabalamasıdır.
Mart 1923’deki ilk beyin kanamasından sonra Lenin, Stalin’e karşı dış ticaret tekeli, milletler sorunu ve özellikle de partinin iç işleyişi meselelerinde bir mücadele başlatılması konusunda Troçki’ye çağrıda bulunur. Ekim 1923 tarihli merkez komiteye yazdığı bir mektupta, Troçki, devlet kurumlarının bürokratikleşmesini teşhir eder. Aynı yılın Aralık ayında, bir Yeni Yol’un benimsenmesi çağrısında bulunan bir dizi makalesinde bu eleştirilerini sentezleştirir. Bunun sonucunda yönetim “troçkizme” ve taleplerine karşı mücadeleyi başlatır. Bu talepler, partide iç demokrasinin yeniden tesisi ve yeni ekonomi politikasının eşitliksiz ve merkezkaç etkilerini denetlemek üzere bir ekonomik planlamanın kabulüdür. 1924 Aralık ayında, Pravda’da, Stalin’in bizzat kendisi troçkizmi “daimi bir umutsuzluk” olarak tanımlar. Devrimin, somutlaşmakta geciken varsayımsal bir yayılışının selametini beklemektense “tek ülkede sosyalizmin” gözüpek inşasını önerir.
1924’teki “Lenin promosyonunun” sağladığı kitlesel üye kazanımının ardından, Ekim’i yaşamış birkaç bin veteran, –aralarında treni son anda yakalamış bol miktarda kariyeristin de bulunduğu– yeni gelen yüzbinlerce üyenin yanında parti saflarda artık pek bir ağırlığa sahip değildir. Büyük Savaşın katliamlarına eklenen iç savaşın vahşeti, demokratik gelenekten mahrum bir ülkede toplumsal ve fiziksel şiddetin en uç biçimlerine bir alışma hali yaratmıştır. Böylece savaşın ve iç savaşın meydana getirdiği alt üst oluş, ülkenin 1914 öncesinde ulaştığı gelişmişlik seviyesine göre “büyük bir geriye sıçrayışa” ve “arkaikleşmeye” sebep olur. 1917’de Petrograd’daki 4 milyonluk nüfustan geriye, 1929’da sadece 1,7 milyonu kalır. 380 binden fazla işçi üretimden kopmuş ve yalnızca 80 bini işini sürdürmektedir. Bir işçi kalesi olan Putilov fabrikaları çalışanlarının beşte dördünü yitirmiştir. 30 milyondan fazla köylü kıtlığa ve açlığa tanık olmuştur. Harap olmuş kentler, ürünlerine otoriter biçimde el konulan köylere sırtını dayayarak ayakta kalıyordu. “Aslında, devlet, gerileyen bir toplumsal gelişmenin temeli üzerinde şekilleniyordu” der tarihçi Moshe Lewin.
Ayrıcalıklar kıtlık üzerinden ortaya çıkmaktaydı. Bürokratikleşmenin temel kökeni de burada yatar. Sekreterlerine tutturduğu günlüğünde, hasta yatağında Lenin, 1923’te, “bizim dediğimiz aygıt esasında bize son derece yabancı olan ve Çarcı ve burjuva artıkların alaşımını temsil eden bir aygıttır” değerlendirmesinde bulunur. O sene, sanayi fiyatları 1914 öncesinin fiyatlarına göre neredeyse üç misli artarken, tarım ürünlerinin fiyatları yalnızca %50 düzeyinde bir artış göstermişti. Bu orantısızlık kentle köy arasındaki dengesizliği, ve köylülerin karşılığında alınacak hiçbir şey yokken, mahsullerini kendilerine dayatılan düşük fiyatlardan vermeyi reddetmesini açıklar.
Bolşevik yöneticiler Rusya’daki devrimi her daim bir Avrupa devriminin parçası ve ilk adımı veya en azından Alman devriminin prelüdü olarak tasarlamışlardı. Dolayısıyla 1923’te ortaya çıkan soru şuydu: Avrupa’daki devrimci hareketin muhtemel bir yeniden başlangıcına kadar nasıl ayakta kalınabilir? 1917’de tüm Rus partileri ülkenin sosyalizm için yeterince olgun olmadığını kabul ediyordu, fakat “demokrat” Milyukov’un kendisi de, Rusya’nın demokrasi için bile yeterli olgunluğa ulaşmamış olduğu kanısındaydı. Ancak sağcı bir askeri diktatörlükle sovyetlerin diktatörlüğü seçeneklerinin mevcut olduğunu düşünüyordu. Devrimle karşı-devrim arasında acımasız bir mücadeleydi söz konusu olan.
Lenin’in ölümünün öncesinde bu soruya yanıtlar farklılaşmaya başlar. Stalin ve müttefikleri tarafından savunulan “tek ülkede sosyalizmin inşası” stratejisi, dünya devrimi ihtimallerini Sovyet bürokrasisinin çıkarlarına tabi kılar; Troçki ve Sol Muhalefet olarak adlandırılan akımın geliştirdiği “sürekli devrim” stratejisiyse, Rus devriminin geleceğini dünya devriminin yayılmasına bağlar. Bu karşıt stratejiler temel uluslararası meselelere farklı yanıtlar vermeyi gerektirir: 1927 İkinci Çin devriminde, Almanya’da nazizmin yükselişinde, ve daha sonra İspanya iç savaşında, 1939 Sovyet-Alman paktında ve savaş hazırlıklarında.
Bu iki farklı perspektif, bizzat Sovyetler Birliği’ndeki iç politika tercihlerinde de belirleyici olur. Troçki ve Sol Muhalefet, 1924’ten itibaren Sovyet demokrasisini ve partinin iç hayatını yeniden canlandırmayı hedefleyen bir “yeni yol” önerirler. Tarımla sanayi arasındaki gerilimleri azaltmaya yönelik bir planlama ve sanayileşme politikası savunurlar. Fakat Stalin tarafından gerçekleştirilen, 1928’de Buharin’in savunduğu “kaplumbağa adımlarıyla sosyalizm”den zorunlu kolektifleştirmeye ve birinci beş yıllık planın hızlandırılmış sanayileşmesine yapılan âni dönüşe karşı çıkacaklar – bu politikalar köylerde yıkıma sebep olmuş ve1932’de Ukrayna’daki büyük kıtlığı yaratmıştır.
Bu denli keskin karşıtlıklar karşısında, kimi tarihçiler Troçki’nin, Lenin’in ölümünden sonraki göreli edilgenliği, Stalin’e karşı amansız bir mücadele başlatma noktasındaki tereddütünü, Lenin’in vasiyetini saklı tutmayı kabul edişini sorgulamışlardır. Troçki’nin kendisi bu konuda mantıklı ve inandırıcı açıklamalarda bulunmuştur. Yirmili yılların ortasında, Troçki işçi ve kentli tabanının bitkin düştüğü bir devrimin kırılganlığının, ve nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan geri kalmış bir köylülükle birlikte iş görmek gerektiğinin tamamen bilincindeydi. Otoriter bonapartist çözümlere elverişli istikrarsız bir denge durumunda, orduya ve subaylar tabakasına dayanmayı reddediyordu (ki bunların arasında hâlâ büyük bir popülerliğe sahipti) çünkü bir askeri darbe bürokratikleşme tehlikesini ancak hızlandırma sonucunu doğururdu.
Bununla birlikte siyasal mücadele 1923 yılından itibaren tam anlamıyla başlamıştı. 1926’da, kendini parti hukukuna saygı duyan bir eğilim olarak tanımlayan birleşik bir muhalefet oluşuyordu. Projesiyse rejimin düzeltilmesi ve reforme edilmesi perspektifine sahipti. Mayıs 1927’de İkinci Çin devriminin yenilgisinin ardından, muhalefet, partinin militan tabanına seferberlik çağrısında bulunuyordu. Aynı yılın ekim ayında, devrimin onuncu yıl dönümünde Grigory Zinoviev ve Troçki partiden ihraç edilir. Bu sonuncusu Alma Ata’ya sürgüne gönderilir. Bin beş yüzün üzerinde muhalif tehcire uğrar. Tasfiyeler başlar.
1929’da, felakete dönen bir ekonomik durum karşısında, Stalin partinin sağ kanadına sırtını döner. Birinci beş yıllık planı uygulayarak muhalefetin kimi taleplerine sahip çıkar gibi görünür. Stalin’in politikalarındaki bu değişim Sol muhalefetin parçalanmasını hızlandırır. Muhalefetin kimi prestijli yöneticileri bu “yukarıdan devrimi” bir sola dönüş olarak yorumlar. Teslimiyetler, ayrılmalar birbirini takip eder. Troçki’ye göre Thermidorcu rejime katılanlar bundan böyle “kayıp ruhlar”dır: Sosyalist demokrasi tesis edilmeden, planlama ancak bürokrasinin iktidarını güçlendirmeye yarayacaktır. Böylece kitle hareketlerinin marjlarında uzun ve zorunlu bir sürgün başlar. Bolşevik partinin olduğu gibi Komünist Enternasyonal’in (veya III. Enternasyonal’in) saflarındaki bu iki savaş arası dönemin trajik mücadeleleri içinde troçkizmin ilksel hâlini tanımlayan programatik bagajlar oluşur. Bunlar esas olarak dört noktada özetlenebilir.
1. Sürekli devrim kuramıyla “tek ülkede sosyalizm” kuramı arasındaki karşıtlık
Bu stratejinin unsurları Troçki’nin 1905 Rus devrimi konusundaki denemesinden itibaren ortaya çıkmıştır. Yirmili yıllar boyunca sistematikleştirilerek en bütünlükle ifadelerini 1927 İkinci Çin devrimi ışığında kaleme alınan tezlerde bulurlar:
“Gecikmiş bir burjuva gelişimi yaşayan ülkeler açısından, özellikle de sömürge ve yarı sömürge ülkeler açısından, sürekli devrim teorisinin anlamı şudur: Bu ülkelerde demokrasi ve ulusal kurtuluş görevlerinin tam ve gerçek çözümü, ancak boyunduruk altındaki ulusun ve en önemlisi de köylü kitlelerinin önderi olarak proletaryanın diktatörlüğü ile mümkündür. […] İktidarın proletaryanın eline geçmesi devrimi tamamlamaz, onu başlatır sadece. Sosyalist inşa, ulusal ve uluslararası ölçekte sınıf mücadelesi temeli üzerinde mümkündür ancak. […] Sosyalist devrimin ulusal sınırlar içinde tamamlanması olanaksızdır. Burjuva toplumlarındaki bunalımın temel nedenlerinden biri, bu toplumda yaratılan üretici güçlerin artık ulusal devletin çerçevesiyle bağdaşmamasıdır. Bu emperyalist savaşlara […] yol açar. Değişik ülkeler, değişik tempolarla geçecektir sosyalizme.Geri ülkeler, belli şartlarda, proletarya diktatörlüğüne ileri ülkelerden daha erken ulaşabilirler; ama sosyalizme varışları, ileri ülkelerden daha geç olacaktır.
Sürekli Devrim konusundaki yazılarına 1930’da yazdığı girişte, Troçki, “ulusal mesihçilik” ile “bürokratik açıdan soyut enternasyonalizmin” stalinist alaşımını teşhir eder. Sosyalist devrimin, iktidarın fethinin ardından, toplumun aralıksız biçimde “deri değiştirdiği” bir “daimi iç mücadele” olduğunu ve “bu dönüşüm halindeki toplumun çeşitli saflaşmaları” arasındaki kaçınılmaz çatışmanın bundan ileri geldiğini savunur. Hiç şüphesiz bu teori, “eşitsiz ve bileşik gelişme” yasasının sonucun önceden belli olmadığı bir imkanlar alanını tanımladığı, çizgisel ve mekanik olmayan bir tarih kavrayışı içinde yer alır. “Marksizm, der Troçki, dünya ekonomisini, ulusal parçaların basit bir toplamı olarak değil, fakat uluslararası işbölümü ve dünya pazarı tarafından yaratılan ve çağımızda ulusal pazarları boyunduruğu altında tutan bağımsız ve dev bir gerçeklik olarak algılayan bir bakış açısından yola çıkar”.
2. Geçiş talepleri, birleşik cephe ve faşizme karşı mücadele
Rus devriminin ışığında beliren sorun, en büyük kalabalığı birlik içinde seferber edebilecek, eylem içinde bilinç düzeyini yükseltebilecek ve egemen sınıflarla kaçınılmaz bir çarpışma perspektifiyle en uygun güç ilişkisini kurabilecek talepler meselesidir. Bu, Bolşeviklerin 1917’de hayati konular çerçevesinde yapmış olduklarıdır: Ekmek, barış, toprak talepleri öne çıkarılmıştır. Burada söz konusu olan, taleplerin içkin erdemlerine dair soyut bir tartışmadan çıkabilmektir. Bu anlayışa göre taleplerin kimileri doğalarından ötürü reformist (kurulu düzene uyumlanabilir) olarak tanımlanırken, diğerleri de yine doğalarından ötürü devrimcidir (bu düzene sokulamayacak türden). Sloganların anlamı somut bir durumla alakalı olarak harekete geçirici değerlerine ve mücadeleye girenler için eğitici değerlerine bağlıdır. “Geçiş talepleri” problematiği, toplumu devrimci bir dönüşüme uğratmadan değiştirebileceğine inanan aşamacı bir reformizm ile sabırlı bir örgütlenme ve eğitim çalışmasının aleyhine, devrimi son gerçekleşme anına indirgeyen bir “büyük gün” fetişizmi arasındaki çelişkiyi aşmakta.
Bu mesele Komünist Enternasyonal’in 5’inci ve 6’ıncı kongrelerinin program konusundaki stratejik tartışmalarının merkezinde bulunan mevzu ile doğrudan ilintilidir.1925’te bu konu üzerine söz alan Buharin 20’li yılların başındaki “saldırı taktiği”nin hâlâ geçerli olduğunu ileri sürüyordu. Buna karşılık 5’inci kongrede Alman temsilci Talheimer birleşik cephe ve geçiş talepleri problematiğini savunuyordu. Şöyle diyordu: “II. Enternasyonal’in oportünist savruluşunun gündelik meselelerle büyük hedeflerin birbirinden ayrılmasıyla başladığını kavrayabilmek için bu enternasyonalin ve onun dağılışının tarihine bakmak yeterlidir […]. Bizimle reformist sosyalistler arasındaki özgül ayrım, bizim reform taleplerini –onlara hangi adı verirsek verelim– programımızdan silmek ve onları başka bir odaya koymak istememizde değil, bu geçiş taleplerini ilkelerimiz ve hedeflerimizle en sıkı biçimde ilişkilendirmemizde yatar.”
Mesele 1928’deki 7’inci kongrede, bu sefer bambaşka koşullarda tekrar gündeme gelir. 1929’dan itibaren Türkiye’de sürgünde bulunan Troçki, bu zorunlu emekliliğinden, on yıllık devrimci deneyimin bilançosunu derinleştirmek için faydalanır. Bu tefekkür faaliyeti, 1929’da İstanbul’da basılan Lenin’den sonra Komünist Enternasyonal’deki metinlerin temelini oluşturur. Komünist Enternasyonal’in programının eleştirisinde Troçki, Avrupa Birleşik Sosyalist Devletleri talebinin bir kenara bırakılmasını kınıyordu. Kendi sürekli devrim kuramıyla Buharin’in sürekli saldırı kuramı arasındaki karışıklığı reddediyordu. Faşizmi kapitalist toplum tarafından proletaryaya karşı sürdürülen bir “iç savaş hâli” olarak tanımlıyordu.
Kongrenin hemen ertesinde, SSCB’deki Kulakların tasfiyesine ve zorunlu kolektifleştirmeye paralel bir 180 derecelik dönüşle, Komünist Enternasyonal, sosyal-demokrasiyi temel düşman olarak gören ve nazizmin yükselişi karşısında Alman işçi hareketini ölümcül bir bölünmeye uğratacak “sınıfa karşı sınıf” yönelimini benimsiyordu. Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Hata Dönemi başlıklı bir broşürde, Troçki bu yıkıcı seyri, devrimci heyecanla açıklanabilecek bir gençlik goşizmine değil, fakat Kremlin’in ve diplomasisinin çıkarlarına tabi, ihtiyarlığa özgü ve bürokratik bir goşizme düşüş olarak tanımlıyordu. Rus Devrimi’nin Tarihi’nde kitlelerin devrimci eyleme her daim hazır olduğunu soyut biçimde ilan etmektense, onların radikalleşme belirtilerinin ( sendika üye sayılarının, seçim sonuçlarının, grev eğrilerinin) dikkatli biçimde incelenmesi gerektiğinin altını çiziyordu: “Kitlelerin faaliyetleri, koşullara bağlı olarak bambaşka ifade biçimleri alabilir. Kimi dönemlerde, kitle tümüyle ekonomik mücadeleye kendini kaptırıp siyasal meselelere çok az ilgi gösterebilir. Buna karşın, ekonomik mücadele alanında birkaç önemli yenilgi yaşadıktan sonra, dikkatini aniden siyasal alana taşıyabilir.” Almanya Üzerine Yazılar’ında, nazizmin önlenebilir yükselişini durdurmak üzere gün be gün birleşik eylem önerilerinde bulunur. Bu yazılar konjonktür değişimlerine uyarlanmış parlak bir somut siyasal düşünce örneği teşkil eder. Oysa bu metinler, “Hitler’den sonra [partinin genel sekreteri] Thaëlmann’ın sırasının geleceği”ne dair saçma sapan kehanete bağlı Alman Komünist Partisi’nin “ortodoks” aygıtının tepkilerini üzerine çekmesine neden olur.
1938’de gelecekteki IV. Enternasyonal’in kuruluş programı (veya Geçiş Programı) bu deneyimlerden çıkarılacak dersleri özetliyordu: “Kitlelere, gündelik mücadeleleri süreci içinde, kendi dolaysız talepleriyle sosyalist devrim programı arasında köprü kurmalarına yardımcı olmak gerekiyor. Bu köprüyü günün koşullarından ve işçi sınıfının geniş kesimlerinin reel bilincinden kaynaklanan ve onları kaçınılmaz biçimde tek ve aynı sonuca, proletaryanın iktidarı ele geçirmesi sonucuna ulaştıracak bir geçiş talepleri sistemi oluşturmalıdır […]. IV. Enternasyonal eski “asgari” programın taleplerini canlılıklarını kısmen de olsa korudukları ölçüde bir kenara atmaz. İşçilerin demokratik haklarını ve sosyal kazanımlarını yorulmaksızın savunur ancak böylesi günlük çalışmaları devrimci bir perspektif çerçevesinde yürütür.” Bu talepler arasında, programda ücretlerin ve çalışma saatlerinin düzenlenişinde oynak merdiven, üretim üzerinde işçi denetimi (planlı ekonominin okulu), ticari sırların kaldırılması, “bazı kapitalist grupların mülksüzleştirilmesi”, kredi sisteminin devletleştirilmesi gibi konular üzerinde durulur. Ayrıca sömürge ve yarı-sömürge ülkelerdeki ulusal ve demokratik taleplere özel bir önem atfedilir. Bu program, elbette anahtar teslim bir toplum modeli teşkil etmez. Emekçilerin kurtuluşunun bizzat kendi eserleri olacağı bir eylem pedagojisi geliştirir.
3. Stalinizme ve bürokrasiye karşı mücadele
Yirmili yılların başında kimi Sovyet iktisatçıları dünya kapitalist ekonomisinin sonsuz bir durgunluğa gömüldüğü kanısındaydı. Troçki, göreli bir toparlanma tespitinde bulunan ilk kişilerden biri olmuştur. Bu bağlamda, Sovyet ekonomisini, sosyalist bir ekonomiden ziyade, daimi bir askeri tehdit altında bulunan ve kısıtlı kaynaklarının orantısız bir kısmını savunmaya ayırmak zorunda olan bir ülkenin “geçiş ekonomisi” olarak değerlendirmeye yöneldi. Dolayısıyla söz konusu olan tek bir ülkede ideal bir toplum yaratmak değil, Rus devriminin geleceğinin son kertede bağlı olduğu dünya devriminin yükseliş ve alçalışlarını takip ederek zaman kazanmaktı. Devrimci hareket daha gelişkin ülkelerde zafer elde edemediği sürece, Rus devrimi daha yüksek bir emek üretkenliğine ve daha gelişmiş bir teknolojiye sahip ülkelerin rekabetinin ve genel olarak dünya pazarının baskısı altında kalmaya devam edecekti.
Bu çelişkiler çerçevesinde, Troçki, siyasi iktidar tekeline bağlı toplumsal ayrıcalıklardan faydalanan yeni bir sosyal güç olan bürokrasi tehlikesini ilk algılayanlardan biri olmuştur. En kötü kitabı olan Terörizm ve Komünizmi’den görülebileceği gibi, iç savaş ve savaş komünizmi döneminde otoriter yöntemlerden yana olmakla birlikte, 1923’ten itibaren bürokratikleşmeyi bir toplumsal olgu olarak incelemeye başlar; her ne kadar temel tehlike olarak, NEP’in (Yeni Ekonomi Politikası) yeni zenginlerinden ve Kulaklardan türeyen “yeni burjuvazi”yi görmeye devam etse de. O dönemden itibaren bürokratik karşı devrimin dönemselleştirilmesine dair bu belirleyici mesele Rusya’da ve uluslararası düzeydeki devrimci çevrelerin tartıştığı temel konulardan biri olmuştur. Mevzu, “Sovyet thermidoru”nun tamamlanmış olup olmadığını kavrayabilmekti.
Hakikaten de bürokratik karşı devrim, Ekim devrimine simetrik tek bir hadise değil, eşiklerle dolu, birikime dayalı bir süreçtir. 1917 Ekimi’yle Stalinist gulaglar arasında, basit bir devamlılık ilişkisi değil, baskının ve bürokratik olgunun ağırlığı açısından bir ölçek değişimi söz konusudur. Zorunlu kolektifleştirmeyle eşanlı olarak, Haziran 1929’da tutukluluk sisteminde temel bir reformun yürürlüğe girmesiyle, üç yılın üzerinde bir cezaya çarptırılan mahkumlar için çalışma kamplarını genelleştirilir. 1932-1933’ün büyük kıtlıkları ve iç göçün önemi karşısında Aralık 1932 tarihli bir kararla iç pasaport uygulaması getirilir. 1 Aralık 1934 yasası, büyük terörün hukuki aracını sağlamak üzere oldubitti yöntemlerini yasallaştırır. Böylece, 1936-1938 yıllarının büyük ihraçlarının damgasını vurduğu tam anlamıyla terörist olarak adlandırılabilecek evre başlar. 1934 kongresine katılan delegelerin yarısından fazlası tasfiye edilir. 178 bin kişilik ordunun 30 bin kadrosu tutuklanır. Buna paralel olarak devlet aygıtının istihdam ettiği kişi sayısında patlama yaşanır. Tarihçi Moshe Lewin tarafından ortaya çıkarılan istatistiklere göre, yönetici personel 1928’de 1 450 000 üyeden, 1939’da 7 500 000’e yükselmiştir. Beyaz yakalı sayısı ise 4 milyondan 14 milyona sıçramıştır. Devlet aygıtı, onu denetleyebildiğini düşünen partiyi adeta yutuyordu.
Ülke, bürokratikleşmenin kamçılayıcı etkisi altında, dünyada eşi benzeri görülmemiş bir altüst oluş yaşamıştır. 1926 ile 1939 arasında, şehirlerin nüfusuna 30 milyon kişi eklenir. Ücretli emek gücü 10 milyondan 22 milyona çıkar. Bunun sonucu olarak da şehirler kitlesel biçimde kırsallaşır, ve yeni bir iş disiplini despotça dayatılır. Bu kaçınılmaz dönüşüme milliyetçi bir kabarış ve kitlesel bir kariyerizmin ortaya çıkışı eşlik eder. Tüm bu toplumsal ve coğrafi altüst oluş içinde, toplum bir anlamda “sınıfsız”dı, der alaycı biçimde Moshe Lewin, çünkü tüm sınıflar şekilsiz ve daimi bir kaynaşma içindeydi.
Aralarındaki problematik farklarının ötesinde, Troçki ve Hannah Arendt kadar birbirinden farklı düşünürler, birinci beş yıllık planı ve otuzların büyük tasfiyelerini, bürokratik karşı devrimden (Troçki) veya totalitarizmden (Arendt) bahsetmeyi mümkün kılan niteliksel dönemecin başlangıç tarihi olarak görmek konusunda hemfikirler. Troçki’nin katkısı, bürokratik karşı devrime dair, tarihsel ve toplumsal koşulların saray entrikaları ve aktörlerin psikolojisi karşısında öncelik kazandığı maddeci bir kavrayışın unsurlarını sağlama noktasında olmuştur. Kitlelerin dahil olduğu devasa olayları, üstün önderlerin veya büyük ustaların yaptığı bir “yukarıdan tarih”in kaprislerine indirgemez. Bununla birlikte Troçki’nin bu katkısı bu konudaki tartışmayı sona erdirmez ve onun “ortodoks” ve “heterodoks” mirasçılarını bölen tarihsel bilmeceyi kesinkes çözmez.
Troçki özellikle bürokrasinin özerkleştiği ve iktidarın bir kişinin ellerinde toplandığı sürecin aşamalarını tespit etmeye yoğunlaşır. Ayrıcalıkların somutlaşma derecesi, sınıflar, parti ve devlet arasındaki ilişkiler, bürokratik yönetimin uluslararası politikası bu eşikleri belirleyebilmek için incelenen çeşitli –iç içe geçmiş– işaretlerdir. Bununla birlikte bu reaksiyoner dönüşümün başlıca göstergesi sosyolojik değil siyasaldır: Almanya’da nazizmin yükselişi ve zaferi karşısında Komünist Enternasyonal’in iflasında yatmaktadır. 1937’de Moskova duruşmaları ve büyük terör gırla giderken, Troçki yaklaşımını düzeltir: “Daha önce stalinizmi bir bürokratik merkezcilik olarak tanımlamıştık. Bu önerme bundan böyle geçersizleşmiştir. Bonapartist bürokrasinin çıkarları artık merkezciliğin karma karakterine tekabül etmemekte. Dünya arenasında stalinizmin karşı devrimci karakteri tümüyle yerleşmiştir”. Bu tespitin sonucu da SSCB’ye yönelik düzeltme ve reform çizgisinin terk edilmesi gerekliliğidir: Bundan böyle merkezi görev “bizzat thermidorcu bürokrasinin alaşağı edilmesidir”. Bu yeni devrim de, mevcut toplumsal kazanımlara (devlet mülkiyeti ve planlama) dayanması gerektiğini ölçüde “siyasal” olarak tanımlanmaktadır. Troçki üzerine bir çalışmasında Ernest Mandel stalinizm hakkında şu paradoksal formülü kullanır: “Devrim içinde siyasal karşı-devrim”. Bu muğlak formüller sovyet devletini, bürokratik olarak yozlaşmış işçi devleti şeklinde karakterize etmeye yol açar ve böylece ona fazlasıyla kargaşaya sebep olan bir toplumsal öz atfeder.
Bununla birlikte “siyasal devrim” programı 1927’de Sol Muhalefet Platformu’nda öne sürülen bir dizi demokratik talep de içermektedir: “ 1/ İş gününü uzatmaya yönelik her türden girişimi önlemek; 2/ Ücretleri artırmak, en azından mevcut sanayi verimliliğine bağlı olarak; 5/ İşçilerin kiralarının düşürülmesi…” Bu platform, parti içi anlaşmazlıkları gerekçe göstererek seçilmiş sendika temsilcilerinin görevden alınmasına kesinlikle karşıydı. Devlet makamları karşısında fabrika komitelerinin ve yerel komitelerin tam bağımsızlığını talep ediyordu. Buna karşın, “SBKP’nin sahip olduğu tek parti konumunu” sorgulamıyordu. “Devrim için kesinlikle vazgeçilmez olan” bu durumun bir dizi “özel tehlike” taşıdığını belirtmekle yetiniyordu. 1938’in Geçiş Programı bu konuda esaslı bir değişimi yansıtır. Proletaryanın heterojenliğini ve iktidarın fethinin ötesinde de bu sınıf içinde varolabilecek çıkar çatışmalarını ifade ettiği ölçüde, siyasal çoğulculuk, sendikaların partiye ve devlete karşı bağımsızlığı, demokratik özgürlükler gibi konular Geçiş Programı’nda birer ilkesel mesele halini alır. İhanete Uğrayan Devrim’de bu ilkesel çoğulculuğun teorik temellerini sunar. Sınıflar, “sanki bir sınıfın bilinci onun toplum içindeki yerine tümüyle tekabül edermişçesine” homojen değildir. “İç uzlaşmazlıklarla parçalanmaktadırlar ve ortak hedeflerine ancak eğilimler, gruplar ve partiler arası mücadelelerle ulaşırlar. Kimi kısıtlamalarla birlikte, bir partinin bir sınıf fraksiyonu olduğu söylenebilir, fakat bir sınıf çeşitli fraksiyonlardan oluştuğundan aynı sınıf farklı partiler oluşturabilir”. Böylece Sovyet toplumunun proletaryası “kapitalist ülkelerinkinden daha az değil, fakat daha da çok heterojen ve karmaşıktır, ve dolayısıyla çeşitli partilerin oluşması için hayli elverişli bir zemin sunabilir”. Troçki’nin bundan çıkardığı sonuç, sovyetlerin demokratikleştirilmesinin bundan böyle “çok partililik hakkı olmaksızın düşünülemeyeceği”ydi.
4. Parti ve Enternasyonal Meselesi
Bu, troçkizmin sözünü ettiğimiz bu ilksel hâlinin dördüncü büyük meselesidir. Sürekli devrim teorisinin ve devrimin uluslararası bir süreç olarak kavranışının örgütsel uzantısıdır. Troçki’nin, hayatının en önemli mücadelesi olarak gördüğü yeni bir Enternasyonal için son mücadelesi, Sovyet rejiminin milliyetçi gelişimiyle ve onun öngörülebilir sonucu olan ve 1943’te resmileşen Komünist Enternasyonal’in tasfiyesiyle tam bir karşıtlık içindedir.