M. Efe Fırat –
Thatcher liderliğinde sürdürülen neoliberal politikalara karşı İngiltere’de gerçekleştirilen 1985 büyük madenci grevi ile yolları kesişen bir avuç LGBT aktivistin hikâyesi…
Siyasi ruh ikizi Ronald Reagan tarafından bir keresinde “İngiltere’nin en güçlü ve saygı değer adamı” olarak anılan Demir Lady Margaret Thatcher 87 yaşında hayatını kaybetti. Büyük neoliberal atılımın siyasi yürütücüsü Thatcher’ın iktidarı boyunca ülke, toplum karşıtı politikalarla adeta sil baştan yeniden yaratılmıştı. Bu sayıda, Thatcher liderliğinde sürdürülen neoliberal politikalara karşı İngiltere’de gerçekleştirilen 1985 büyük madenci grevi ile yolları kesişen bir avuç LGBT aktivistin hikâyesini anlatmayı anlamlı buldum. Malum “anlatılan senin hikâyendir” diyor Marx, küresel neoliberalizm zamanında hikâyeler ve mücadeleler arasındaki ton farkları giderek azalıyor ve deneyimlerin ortak yönleri giderek artıyor. Kim bilir belki de toplum karşıtı neoliberal politikalara karşı bizim topraklarda girişilecek benzeri bir kitlesel mücadele de Türkiye LGBT hareketine aynı olmasa bile benzer bir deneyim zenginliği katar.
Sırasıyla 1 Mayıs alanında, 17 Mayıs Homofobi Karşıtı Yürüyüş’te ve LGBT Onur Yürüyüşü’nde karşılaşmayı umduğum tüm yoldaşlara; “Dünyanın bütün Queer’leri birleşin, Dünyanın bütün işçileri oynaşın!”… ve unutmadan: “Utanç içinde uyu sen Thatcher, utanç içinde.”
1960’lardan sonra dünya hiç bir zaman eskisi gibi olmayacaktı. Dünyanın dört bir yanında ezilmiş ve sömürülmüş milyonlarca insan önemli toplumsal kazanımlar elde etmiş, belki de ilk kez zenginler ve iktidar sahipleri kendilerini bu denli büyük bir kuşatma altında hissetmişlerdi. Buna karşılık 1970’lerin ortalarından sonuna kadar bu kazanımları elde eden toplumsal mücadeleler duraksamaya başladı. Hükümetler ve büyük şirketler, sendikaları ve toplumsal hareketleri, değişmiş gözüken ama hâlâ özünde adil olmayan bir toplumsal düzene dâhil etmek üzere sistematik bir çabaya koyulmuşlardı. Thatcher’ın İngiltere’de, Reagan’ın ABD’de iktidara gelmesi bu durumun birer yansımasıydı. Toplumsal güç dengelerinin hâkim sınıflar lehine değiştirilmesi her iki yönetimin de siyasî ajandasının ana başlığıydı. Bunu takiben örgütlü işçilerin kolektif gücünü kırarak 1960’lar boyunca emekçilerin, öğrencilerin ve diğer birçok toplumsal muhalefet grubunun kazandığı toplumsal hakları hızla geriletmeye çabaladılar. Thatcher ve Reagan da büyük oranda daraltılmış bir güç alanıyla iktidarı devraldıklarında, 1960’lar boyunca süren toplumsal muhalefet hareketlerinin kazanımı olarak yeni bir toplumsallık algısıyla yüzleştiler; kadınların, siyahların; lezbiyen, gey, biseksüel ve transların (LGBT) hak ve eşitlik mücadeleleri artık meşruiyet kazanmış mücadelelerdi.
Sanayi ve ekonomideki mücadelenin toplumsal muhalefetin merkezine oturduğu İngiltere’de Muhafazakârlar, yeni muhafazakâr ve liberal hâkimiyeti kurmak için işçi örgütlerine karşı topyekun bir saldırıdan kaçınarak işçi örgütlerini birer birer itibarsızlaştırma, bastırma ve kırma yolunu izleyeceklerdi. Bazı işçi örgütlerinin taleplerini yerine getirmekten çekinmeyen Thatcher yönetimi, 1974’te Muhafazakâr Parti’yi iktidardan düşüren ülkenin en örgütlü ve güçlü işçi topluluğu olan madencilerle çok sert ve şiddetli bir mücadeleye girişti. Bekâr / boşanmış ebeveynlerden “yabancılara” (göçmenler), LGBT’lerden çevrecilere birçok yeni toplumsal grup iktidarın karşısında olsa da hiçbir grup madenciler kadar Thatcher’ın gazabına uğramayacaktı.
Henüz 1980’lerin başında Londra, Glasgow, Manchester, Birmingham ve Liverpool’un da aralarında bulunduğu 150’den fazla köy, kasaba ve şehrin yerel yönetimi ilerici ve solcu gruplardaydı. İşçi hareketinin etki alanındaki bu yerel yönetimlerde görev alan birçok kişi kadın hareketine de, LGBT hareketine de, ırkçılık karşıtı mücadeleye de angaje olmuş durumdaydı. Ayrımcılık başta olmak üzere ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve homofobiye karşı geniş katılımlı kampanyalar ve gösterilerin düzenlendiği bu dönemde, LGBT aktivistler de varoluşlarına dair bir dizi yaratıcı eylem ve kampanya düzenlediler. Otobüslerden telefon kulübelerine, sokaklardan sendikalara birçok yer LGBT gerçekliğine ilişkin afiş ve posterle donatılıyor; sendika üyesinden işverenine herkes LGBT gerçekliğini tanımaya ve homofobiye karşı tavır almaya davet ediliyordu. Örneğin bir grup eğitim emekçisi, okullarda homofobinin son bulması için “müfredatlarda eşcinselliği olumsuzlayan ifadelerin çıkarılarak eşcinselliğin toplumsal çeşitliliğin bir parçası olarak tanınması” yönünde bir kampanya başlatmıştı. LGBT aktivistlerin sol-muhalif kesimlerle yakaladığı bu ivme, örgütlü olmanın ve dayanışmanın neleri başarabileceğine dair bir coşku ve iyimserlik yarattı. Oysa Muhafazakârlar, siyasetlerine karşı oluşabilecek her türden muhalif odağı dağıtmak ve parçalamak konusunda kararlıydılar; etnik azınlıkların, göçmenlerin, kadınların ve “sapkın” LGBT’lerin destek verdiği bu “deli saçması” sol siyasetlere karşı saldırıya geçmekten çekinmediler. Thatcher’ın başını çektiği hükümet, öncelikli ve ağırlıklı olarak zayıf işçi örgütlenmeleri ve sendikaların üzerine yürüyüp kayda değer zaferler elde ettikten sonra kendini tam anlamıyla güvende hissedip var gücüyle ülkenin en örgütlü ve en güçlü işçi topluluğu kabul edilen madencilerin üzerine yürüdü.
“İç düşmanlar” direniyor…
1984’ün başında yürürlüğe giren maden çıkarma yasağı ve kitlesel iş kayıplarına neden olacak olan işten çıkarma yasasına karşı Mart ayından itibaren bir yıl sürecek olan ve Avrupa tarihinin en büyük ve en geniş katılımlı grevi olarak kabul edilen bir grev başlatıldı. Şüphesiz bu grev, Muhafazakârların siyasî ajandasındaki diğer toplum karşıtı yasalara ve düzenlemelere karşı toplumsal direnişin ne denli kararlı olduğunu da temsil ediyordu. Hakikaten de, bir yıl süren bu grev – belki neticede başarılı olamadı ama yine de – başbakan Thatcher’ı öylesine korkutmuştu ki maden ocağı patronlarına açıkça “hükümetimizin kaderi işletmelerinizin ellerinde” diyerek grevin başarıya ulaşması halinde iktidarının devrilebileceğine dair endişesini dile getirmişti.
Muhafazakârların madencilere karşı kazandıkları zafer kaçınılmaz değildi belki ama her halükarda işçi sınıfı açısından büyük bir mağlubiyeti temsil ediyordu. Buna karşın, ironik denebilecek bir şekilde, bu deneyimle beraber LGBT hareketi için kalıcı ve olumlu olarak tanımlanabilecek bir olay gerçekleşti. Bir yıllık grev boyunca ülke genelinde yediden yetmişe herkes madencilerle dayanışmak gerekip gerekmediği üzerine tartışıp durmuş, işçi sınıfından çok sayıda emekçi kendi iş yerlerinde grevdeki madencilerle dayanışma etkinlikleri düzenlemiş; iş yerleri, sendikalar ve örgütler bu sembolik greve ve madencilere destek sunan dayanışma ağlarına dönmüştü. İşte bu sırada Londra’da sınırlı sayıda bir grup LGBT aktivist tarafından madencilerin direnişiyle dayanışmak ve grev sandığına katkıda bulunmak üzere “Gey ve Lezbiyenler – Madencilerle Dayanışma Topluluğu” adlı oluşum ilan edildi. Takdir edilir ki, LGBT’lerin madenci grevine desteğinden önce South Wales’te maden ocaklarını gezen ve üzerinde “bu minibüs Gey ve Lezbiyenlerin katkılarıyla madencilerle dayanışmak amacıyla yol almaktadır” yazan bir dayanışma minibüsünü hayal etmek oldukça güçtü. Sayıları on birle başlayan ve giderek artan LGBT destekçiler, gey barlardan ve kulüplerden; düzenledikleri buluşma, etkinlik, konser ve partilerden topladıkları paralarla madencilerin grev sandığına hatırı sayılır miktarda parasal destek sağladılar. Bu partilerden birinde dayanışma içinde oldukları madencilerden biri şöyle diyecekti: “Sizler bugün burada bizim pankartlarımızı, flamalarımızı kuşanmış bizlerle dayanışıyor ve ‘iş istiyoruz, sadaka değil’ diyorsunuz; maruz kaldığımız şiddetin farkındasınız. Bizler de sizlere uygulanan şiddetin farkındayız, bizler de sizin pankartlarınızla sizin mücadelenize destek olacağız. Biz bu dönüşümü bir gecede yaşamış değiliz, sizlerin dayanışması sayesinde, bugün bu ülkenin 140 bin madencisi artık toplumun diğer bütün sorunlarının ve gerçekliklerinin farkında. Bizler nükleer silahsızlanmanın neden gerekli olduğunu, siyahların ve diğer etnik azınlıkların haklarının neden hayati olduğunu artık biliyoruz; bizler artık bu ülkede lezbiyenler ve geyler olduğunu biliyoruz, sizinle dayanışıyoruz. Bundan sonra bizler (sizin sayenizde) hiçbir zaman eskisi gibi olmayacağız.”
LGBT aktivistlerin destek ve dayanışma kampanyaları sürerken topluluğun içinden itiraz sesleri de yükselmiyor değildi. Zaten “cinsiyetçi ve homofobik” olan işçileri ve madencileri desteklemenin, başarıya ulaşamayacağı belli olan bu grevle dayanışmanın anlamsız olduğunu söyleyen bu itirazları Gey ve Lezbiyenler – Madencilerle Dayanışma Topluluğu şöyle cevaplayacaktı: “İşçiler ve madenciler zaten homofobikler ve bizleri desteklemiyorlar, neden biz onlarla dayanışalım ki diye soranlar, sizler farkında mısınız ki hepimizin dans edip eğlendiği kulüplerin, rengarenk ışıl ışıl gece hayatının ihtiyaç duyduğu bütün elektrik o madencilerin yerin altından çıkardıkları tonlarca kömürün yakıta dönüşmesiyle oluşuyor… Eğer işsiz kalan her bir madenci yerine yerin metrelerce altına inip emeğinizi daha ucuza satarak kömür çıkarmayı kabul ediyorsanız sorun yok, ama eğer bunu içinize sindiremiyorsanız buyrun bizimle ve maden işçileriyle dayanışmaya, grevi desteklemeye…”
Bu dayanışma dalgasına itirazlar tek taraftan yükseliyor değildi; kendilerini destekleyen, kendileriyle dayanışan LGBT aktivistlere karşı madenciler ve işçiler arasında da basmakalıp düşünceler ve önyargılar mevcuttu. Ancak, bu çekinceler hiçbir zaman ayrımcı, cinsiyetçi ve homofobik bir şiddet olayına varmadı; madenci ve işçiler ile LGBT aktivistler arasındaki mesafe de dayanışma sırasında hızla kapandı. Mücadele içinde her iki grup da birbirine yakınlaşmış; dayanışma ve destekleriyle LGBT aktivistler madencilerin saygısını kazanmışlardı. “İç düşman” ilan edilen; maruz kaldıkları siyasi baskı, polis şiddeti ve medyanın yürüttüğü kara propaganda sonucu ülkenin yeni “ötekisi” haline gelen madenciler, LGBT aktivistlerle dayanışma sözü vermekten çekinmediler. Ve 1985 yılı Haziran’ında LGBT Onur Yürüyüşü’ne South Wales’ten kendi flamalarıyla gelen madenciler, yürüyüş sırasında kızıl bayrağın yanında dev bir gökkuşağı bayrağı taşıyarak LGBT hareketini selamladılar. Aynı yıl Maden İşçileri Sendikası, genel kurulunda LGBT hak mücadelesini resmi olarak benimsediğini duyurdu. Grev boyunca yaşananlar ve madencilerin deneyimleri artık diğer sendikaları ve sosyalistleri LGBT hareketiyle temas etme, birlikte ittifak kurma girişimlerine sevk etmişti. İşçi hareketi içerisinde giderek sayıları artan LGBT militanların hemen her sendika ve işçi örgütünde kurduğu LGBT çalışma gruplarının sayısı giderek arttı; LGBT aktivistlerin ve topluluğun yakaladığı kolektif özgüvenle çok sayıda LGBT özörgütü kuruldu. İşçi hareketi ve LGBT hareketi arasında kurulan bu ittifakın ortak düşmanı belliydi: Başbakan Margaret Thatcher…
Ancak grevin başarısızlıkla sonuçlanması ve madencilerin yaşadığı mağlubiyet bütün toplumsal güç dengelerini bir anda Muhafazakârlar lehine değiştirdi. LGBT aktivistlerin işçi sınıfıyla kurdukları güçlü ittifak sayesinde yakaladıkları ivme, grevin mağlubiyetle sonuçlanmasıyla geriledi ve toplumsal muhalefetin içine girdiği bu özgüven eksikliğini fırsat bilen Muhafazakârlar, siyasi ajandalarındaki toplum karşıtı bütün politikaları bir bir yürürlüğe koyarak yeni muhafazakâr ve liberal hâkimiyetin tesisine koyuldu. Özelleştirmeler, kamusal eğitim/sağlık hizmetlerinin kesilmesi ve güvencesizleştirmeleri takiben toplumsal ve siyasal muhalefete uygulanan baskılar, işçi örgütlerinin ve radikal grupların maruz kaldığı polis şiddeti; örgütlü toplumsal yapının acımasızca parçalanması… Bütün bunlar “tarihin sonunun” ilanıyla doruk noktasına ulaşacak yeni liberal ve muhafazakâr düzenden birkaç ‘olağan’ görüntü sayılabilirdi yalnızca ve şüphesiz ki bütün bu toplum karşıtı sosyal politikalardan LGBT topluluğu da derinden etkilenecek ve saldırıların hedefi haline gelecekti. 1987 genel seçimlerinden Thatcher’ın üçüncü kez zaferle çıkmasıyla birlikte LGBT’lere yönelik saldırılar çok daha açıktan ve şiddetle yapılmaya başlandı: Muhafazakâr Partili yetkililer gazete ve televizyonlarda açıkça eşcinselliği pedofiliyle bir tutan beyanlarda bulunuyor, “tehlike altındaki” geleneksel aile ve genel ahlakın korunmasına dair ateşli açıklamalarla açıkça LGBT’leri hedef gösteriyorlardı.
28. Paragraf yürürlüğe giriyor…
Thatcher, bir röportajında “Herkes kişisel sorunlarını topluma mâl ediyor. Biliyor musunuz toplum diye bir şey yoktur aslında. Erkek ve kadın bireyler ve aileler vardır. Hiçbir hükümet bireyler olmadan bir şey yapamaz. Bu sebepten insanlar önce kendi başlarının çaresine bakmalıdır” diyor ve şöyle devam ediyordu: “çocukların gey ya da lezbiyen olmayı kazanılmış bir hak olarak görmeye başlamaları bana kaygı veriyor.” Bu röportajından çok kısa bir süre sonra, İngiltere tarihinde 1885’ten beri ilk kez eşcinsellik karşıtı bir yasal düzenlemeye gidildi: 28. Paragraf. Bu düzenlemeyle birlikte LGBT haklarıyla ilgili görüşlerin ve eşcinsellikle ilgili bilgilerin dolaşıma girmesi sınırlanmış ve eğitim kurumlarında “eşcinselliği özendirici” her türden ifade yasaklanarak yeni nesillerin eşcinsellikten ‘korunması’ amaçlanmıştı. Thatcher ve Muhafazakârlar, geleneksel aileyi ve genel ahlakı korumak adına yaptıkları bu yasal düzenlemeyi, LGBT aktivistlerin ve toplumsal muhalefetin sokak gösterilerine ve eylemlerine rağmen şiddetle savundu ve yürürlüğe koydu. Zira sosyal güvencesizliğin ve işsizliğin olağanlaştığı yeni muhafazakâr ve liberal toplum düzeni için geleneksel ve heteroseksüel aile yapısı altın kıymette bir kurumdu; bu yüzden de açıkça LGBT gerçekliğini yeni düzen için bir tehdit olarak gördüklerini ve “genel ahlakı” bozan bu insanların birer “ahlaksızdan” farksız olduklarını şiddetle savunuyorlardı.
Eğitime yapılan bu homofobik müdahaleyle, öğretmen ve öğrenci LGBT’ler için tam bir zulüm ve adaletsizlik dönemi başlamış oldu. Zaten Thatcher, 1987 yılında Muhafazakâr parti genel kurulunda LGBT haklarını savunanlarla dalga geçip öyle bir hakkın olmadığını açıkca söylemişti. Thatcher’ın iktidarında LGBT’lere yönelik tutuklama ve suçlamalar ile homofobik ve transfobik şiddet, cinayet vakaları doruk noktasına ulaştı. Yok edilen kamusal sağlık hizmetlerini tartışmaya açanlara karşılık olaraksa gey erkekleri, AIDS salgınının baş sorumlusu ilan edilerek onlardan uzak durulması gerektiği salık verildi; böylece geylerin şeytanlaştırılarak toplum dışına itilmesi ve yalnızlaştırılması siyaseti itinayla sürdürülmüş oldu. 28. Paragraf’ın 2003 yılında yürürlükten kaldırılışına kadar okullarda homofobik ve transfobik ayrımcılık, yasal destekle sürüp gidecek ve yasal zorbalık son bulana kadar geçen yıllarda yüzlerce genç insan cinsel yönelimlerinden dolayı maruz kaldıkları ayrımcılıktan ötürü intihar edecekti.
Alıntı ve beyanlar için kaynak olarak:
1. http://ourhistory-hayes.blogspot.com/2008/04/lesbian-gay-miners-support-group-1984.html
2. The Red and the Rainbow: Sexuality, Socialism and LGBT Revolution, Hannah Dee
3. http://www.socialistworker.co.uk/art.php?id=21646
(Bu yazı Yeniyol’un Mayıs-Haziran 2013 tarihli 3. sayısında yayınlanmıştır)
1 Comment