Masis Kürkçügil

Erdoğan 11. Kalkınma Programında 2023 hedeflerinin yarı yarıya düşürerek, yalnızca hedeflerin propagandif olarak konulduğunu değil, benzer ülkeler klasmanında bile Türkiye’nin yerinde saymasının marifet olduğunu kabul etti. Dünyanın en güçlü 10 ülkesi arasına katılma iddiasının yerini G- 20’den düşme ihtimali almış durumda. Bu hedef konulurken dönemin modasına uygun olarak gelişmekte olan ülkeler sınıfının üst sınırlarını zorlamak, yani ekonomik büyüme ile bu hedefe ulaşmaktan söz ediliyordu. 

Dünya ekonomisinin belirsizliklere malul olduğu bir dönemde AKP nereden kaynaklandığını bile anlamaktan aciz olduğu para bolluğu döneminin tekrar edebileceği varsayımıyla günü geçirmekte. Kayırmacılık, nepotizm, firavunvari yatırımlar bize benzer ülkelerin alameti farikası; ama değirmenin suyunun kendi kerametinden geldiğini sananlar için ip giderek incelmektedir. Ne üçüncü havalimanı ne memleketin maden ocağına çevrilmesi gibi zihni sinir projeler bataktan kurtaramayacaktır. 

2023 eski hedefinin yerini ABD ve Rusya ile eşit şartlarda oyun oynama, Misakı Millinin mütebakisi üzerinde hak iddia etme ve sanayinin diğer kesimlerinde tökezlenmiş olsa da silah sanayinde yerlileşme ve millileşme iddiaları almış durumda. 

Daha kötüsü başlangıç iddiaları arasında yer alan yolsuzluklar hakkında kimsenin ağızını açacak hali kalmamışken, yoksulluk konusunda son beş yılda en alttakilerin durumu daha da kötüleşirken AKP yeni yetmeleri dahil “Gezici” diye nitelenen yukardakiler de milli gelirden daha çok pay almaktadır. Zenginin daha zengin yoksulun daha yoksul olduğu pespaye bir neoliberal politikanın sonuçlarından fazlası yok. Durgunluk içinde enflasyon henüz bir ulusal kriz oluşturacak düzeyde değilse de sanayisizleşme ve durgunluk koşullarında kısa zamanda ekonominin kendini toparlaması mümkün olamayacağı için işsizlik ve pahalılığa kısmi bir çözüm getirilmesi bile beklenmemelidir. 2013’ten bu yana süregelen sorunlar yumağı AKP’nin manevra alanını iyice daraltmıştır. AKP’nin parti olarak iflası Erdoğan’ı Bahçeli’ye mecbur etmektedir.

Şovenizmden meşruiyet devşirme

Önümüzdeki dönemde bir iyileşme beklentisi olmadığı için de AKP meşruiyetini yeniden sağlamak, kendini konsolide etmek için “dış politikaya” ağırlık vermiş bulunmakta. Böylece muhalefeti “milli ve yerli” bir zeminde pasifize etmeye yönelmektedir. Meclisteki (HDP hariç) siyasi partilerin ortak beyanatı İstanbul ittifakının zayıf yanını göstermektedir.

Çevreden gelip de merkezi terbiye ettikleri iddia edilenlerin demokrasi konusundaki çapları malum iken ekonomik ve sosyal olarak da matah bir şey olmadıkları rahatlıkla söylenebilir. 

İnşaat ile beslenen bu zümrenin ayakta kalması için gerekli kaynaklar tükenmişken çatlayan tabanı konsolide etmek, toplumsal harcamaları sürdürmek de mümkün olmayınca kurulu düzenin avadanlığındaki militarizm ve şovenizm gibi geleneksel öcüler bir kez daha parlatılmaya çalışılmaktadır. Militarizm ve şovenizm “beka” etiketi altında muhalefeti de kıskaca alarak harlandırılmaktadır. İktidara geldiği günlerde müktesebatına aykırı olarak Avrupa Birliği’ne girmek için düzenlemeler yapan Erdoğan şimdi Suriye’ye girmek için çubuğu hassas noktaya doğru bükmektedir. Davutoğlu’na mal edilen politikanın böylece hoca mamulatı olmaktan ziyade reis hevesi olduğu da anlaşılmış olmalı.

Şeytana pabucunu ters giydirmeye çalışmak

Militarizmin böylesi kritik bir durumda bu sıkleti kaldıramayacağı aşikarken beka sorununun öne çıkarılması, aslında Türkiye’ye yönelik ciddiye alınabilir herhangi bir askeri ve hatta siyasi tehlikenin varlığından değil. Hatta Suriye’deki geleceği belirsiz bir Kürt kantonunun varlığının bir siyasi tehdit olmasından ziyade tamamıyla konsolidasyonu sağlamak için elde başka bir araç kalmadığından Suriye politikası canlı tutulmaktadır. Suriye meselesi Esad’ı düşürmekle başlayıp Kürt meselesine gelip dayandı. 

Bu arada Erdoğan, Ecevit’ten sonra ve ondan daha katmerli bir biçimde Cumhuriyet tarihin en kritik dış politika oyunlarından birine girmiş durumda. Başarısı halinde yalnızca Kürt sorununu çözmüş olmayacak yedi düveli de açmaza getirerek şeytana pabucunu ters giydirecek. “Anti-emperyalizm” simsarlarının Erdoğan’ı alkışlamalarına bakılırsa ahalide bu yönde bir teveccüh olmadığı gibi ekmek partisi böyle bir yönelişle ilgilenmemekte.

Suriye meselesi bir Kürt meselesine dönüşmüş, Doğu Akdeniz’de bilek güreşi Kıbrıs’ın yeniden masaya yatırılmasına yol açmış, S-400’ler konusunda Rusya ile mecburi flört bir beka soruna bağlanmışsa, diğerlerini bırakalım CHP’nin de bu kıskaçtan çıkması kolay değildir. Militarizmin geçer akçe olması, silah sanayinin baş tacı edilmesi siyasette de yankısını bulacaktır. Hayat pahalılığı (haklar bir yana) karşısında bekanın bedelini yalnızca sınır ötesindekilere değil sınırın içindekilere de ödetmeye çalışacaklardır.

31 Mart ve 23 Haziran ve sonrası

31 Mart seçimlerine doğru CHP öncülüğündeki muhalefet bir milli mutabakat zemini oluşturmaya çalışmıştı. Ardından 23 Haziran seçimleri, kurumsal siyaseti kırılgan bir hale getirdi. Kurulacak parti ile birlikte AKP’nin MHP desteğine rağmen çoğunluğu kaybetme ihtimali, referandumdan bu yana süren %48-52’lik aralığındaki kutuplaşmayı kâğıt üzerinde de olsa tersine çevirmiş durumda. (2002’den beri ilk kez bir araştırma kıl payı ile de olsa AKP’yi ikinci parti gösteriyor -yalanı bile alarm zillerini çaldırır.)

23 Haziran’da ne tür bir hoşnutsuzluğun %9,2 gibi 31 Mart öncesi kimsenin piyangodan bile beklemediği bir fark oluşturduğuna iyi bakmak gerekir. Öcalan’ın sahne almasının bu oranın üçte biri kadar payı olduğu belirtilmekte. Yani MHP’den gelen oylar! Zaten Cumhur İttifakında MHP lehine AKP’deki gerileme kimsenin reddedemeyeceği bir eğilimde. 

Ancak, 23 Haziran seçimlerinin üzerinden bir ay bile geçmeden 31 Mart’tan 24 Haziran’a esen hava yerini sanki 31 Mart öncesine bırakmış durumda. Muhalefet yerele sıkışmışken Erdoğan yeniden gündemi belirlemeye başladı.  

AKP’nin beklenmedik yenilgisi AKP’nin inişe geçtiğinin göstergesi olarak kabul edilirken bu inişin ne zaman ve nasıl biteceğine dair belirsizlikler ve yeterli faktörlerin henüz yan yana gelmemiş olması fırtınanın şimdilik atlatıldığını göstermekte. S-400 vesilesiyle ve Doğu Akdeniz’de Kıbrıs’ın garantörlüğünden dem vurarak yarattığı milli mutabakat, Merkez Bankası Başkanını indirdikten sonra doların beklendiğinin aksine yerinde sayması gibi hususlar kendine özgüvenini artırmış durumda. Fırat’ın doğusuna doğru bir askerî harekât için girişimler de muhalefet partilerinin elini kolunu bağlamakta. 

Öte yandan, İstanbul ittifakı diye adlandırılan mutabakatın bir başkanlık seçimi için geçerli olması eşyanın tabiatına aykırıdır. İYİP ve HDP’yi yan yana getirmek zor olduğu kadar AKP’den kopacak kanadı buraya monte etmek de seçmen nezdinde o kadar kolay olmayacaktır.

CHP AKP’nin yıpranmaya devam etmesini, bölünmesini bekleyerek zamana oynamaktadır. Yerellerdeki başarıları derleyerek, örneğin İmamoğlu çevresinde İstanbul ittifakını Türkiyelileştirmeye ayrılacak zamanda Erdoğan’ın eli kolu bağlı değildir. Gidişatın düzelmesinin ihtimal dışı olduğu, buna karşılık da muhalefetin acizliği önümüzdeki dönem siyasal istikrarsızlığın daha da derinleşeceğini göstermektedir.

Kurumsal çerçevede AKP’nin tökezlemesi üzerine inşa edilen politikaların ne demokratikleşme ne de diğer toplumsal sorunlar üzerinde herhangi bir etkisi olduğu anlaşılmış olmalı. 

Bir strateji var mı?

AKP’nin giderek kan kaybetmesi muhkem bir muhalefetin inşa edilmesinin ürünü olmayıp kendi hatalarının ürünü olmuşsa da AKP’nin felç olması, hükümetin iyi işlememesinin sebebi elbette saray olamazdı(!). Erdoğan 31 Mart ve 23 Haziran derslerini teknik düzeyde ele alıp esasa değgin olmayan değişikliklerle yoluna devam etmekte. Öte yandan, saraylı veya saraysız neoliberal politikaların akıbeti üç aşağı beş yukarı bellidir.

AKP’nin parti olarak felç olması yeni güçlere, özellikle kentli gençlere ulaşmasının imkansızlığı mevcudun korunması için artık yukardan güvenlikçi, militarist politikalara bel bağlanmasından başka çare bırakmamıştır. Beka söylemi geri çekilmemiş, aksine eldeki tek silah olarak kalmıştır. Bekanın yerel siyasette karşılığı olmadığı ne kadar gerçekse genel siyasette HDP hariç herkesi arkasına dizdiği de bir o kadar gerçektir. Silahlanmanın ahali nezdinde de hayati bir sorun olarak algılanması için yapılan baskı ve girişimler bunun kanıtıdır. 

AKP dışındaki partileri bir potada derlemeye gelince tarihin herhangi bir dönemecinde böyle bir muhalefetle geniş kitlelerin yakıcı sorunlarına bir yanıt üretilmemişken Erdoğan’ın seçilmemesi üzerine inşa edilen bir muhalefetin yarattığı yanılsamaların bedelini yine geniş halk kitleleri ödemek zorunda kalacaktır. 

Umudu yeşertmek

Toplumun geniş kesimlerinin işsizlik ve pahalılıkla başlayan ve onunla sınırlı kalmayan ekolojiden eğitime bir dizi düzeydeki sorunları yeni bir ANAP çözemeyeceği gibi Erdoğan karşısında beş benzemezin oluşturacağı İstanbul ittifakına benzer bir Türkiye ittifakı da bu işin içinden çıkamayacaktır.

Bu tür kurumsal çerçevedeki gelişmelere bel bağlayanlar geçmişte AKP’den demokrasi dilenenler gibi havanda su dövmeyi siyaset sanacaklardır.    

Kriz dönemleri atlatılabilir ve elbette, geçtiğimiz çeyrek asrın da gösterdiği gibi bir kriz diğer bir krizi gizler. Kriz simyacılığına girişmek yerine ise bütün bu “stratejik seçmen” hesaplarından uzak, “değerler” üzerinden bir muhalefet seçimden seçime değil gündelik hayatın içinde örülmek durumundadır. Düzen partileri stratejilerini AKP’nin yıpranmasına bağlı olarak zamana yaymış vaziyette. HDP ise mevcudu koruma adına, örneğin bir önceki yerel seçimlerdeki (“üçüncü cephe”) söyleminden çok uzaklarda. Sosyalist harekete gelince, bağımsız bir alternatifi inşa etmek yerine bu gidişatın tamamlayıcı bir parçası olarak sınırlanmış durumda. Öyle ki devrimci siyasetler başkalarına gösterdikleri tahammülü birbirlerine göstermekten bile aciz durumdalar. Yarın ne olacağı korkusuyla adaletsizliğe duyulan öfke arasında sıkışmış olan toplumun yeniden inşası neoliberal politikalara karşı antikapitalist, feminist, ekolojist, enternasyonalist, çoğulcu bir direnişin stratejik olarak belirlenmesiyle ihtimal dahiline girebilir. Seçimler elbette önemlidir fakat ortaya çıkan temsiliyetin tartışmalı olduğu gibi, kayyumlar vesilesiyle bir kez daha anlaşıldığı üzere kurumların cenderesine sıkıştırılmıştır. İşçiler grevlerle, kadınlar sokakta, maden şirketlerine karşı ekolojistler dağlarda direniyorsa, demokrasiyle değil de demagojiyle yönetilen bir ülkede, yukarıda andığımız stratejik eksen inşa edilmedikçe siyaset, koşulları yukardan belirlenen ve dört-beş yılda bir yapılacak bir müsamereden ibaret kalır.