Masis Kürkçügil –
Kral çıplak değilse de giyinik olduğu da pek söylenemez!
AKP, 2009 dâhil olmak üzere tarihinin en kritik dönemine girmiş bulunuyor. Şu anda en büyük avantajı kendi tabanı için alternatif bir seçeneğin bulunmaması. Ancak kemik seçmen tabanında her yönden bir yıpranma süreci ağır da olsa sürmekte. Durum vaziyetten memnun olacak, geleceğe hayırlı beklentilerle bakacak kemik bir taban için gereken vaatlerin yerinde yeller esmekte. Hâlâ başörtüsü, bürokratik oligarşi gibi artık çoktan mesele olmaktan çıkmış hususları dillendiren AKP mücahitleri de durumun pek parlak olmadığını görüyorlar demektir. AKP’ye vehmedilen bir takım misyonların yerinde ise yeller esmekte ve hatta AKP’nin çelik çekirdeği o “sözde” misyonların lafını bile duymaya tahammül edememekte. Abdülhamit’in bu kadar öne çıkarıldığı bir dönemde AKP artık kendine meşruiyet sağlayacak bir takım “rıza” mekanizmalarını da yük addetmekte. Tabii bu gidişat karşısında yeniden Genç Osmanlılar hareketi oluşturmak da abes kaçmakta.
Seçmenin neoliberal ideolojinin kökleşmesinin tabii bir sonucu olarak veya sınıfsal siyasete terfi edememe halinden mustarip olarak demokrasi, insan hakları ve hatta sosyal haklar gibi meselelerle fazlaca ilgilenmeyip büyük miktarda kayırmacılık ilişkilerinden yararlanmayı marifet saydığı bir dönemde, temel mesele muhafazakâr seçmenin önüne konan ikilemden kendisine ne düşeceği sorusuna vereceği cevaptır.
AKP’den kopunca başka bir hayat hayal etmeleri mümkün olmayanların neden hâlâ AKP’li olduklarını açıklamakta çektikleri güçlüklere bakınca AKP’nin bölük pörçük bir çaresizler güruhu olma yolunda emin adımlarla mesafe kat ettiğini söylemek rahatlıkla mümkündür.
Sıfırı tüketmemiş olsa da ilk yıllardaki bol keseden harcamaların kaynağının iyice kurumaya yüz tuttuğu bir ortamda MHP’den çalınacak bir milliyetçilik söylemiyle gidilecek yerin de sınırlı olduğu MHP muhalefetinin sahaya inmeye başlamasıyla belli olmuştur.
Dış politikada Obama’dan sonra Trump’la işlerin bir başka boyut kazanacağı beklentisi ise belli ki hayal hanesinde pineklemekte. Şimdilik Trump’ın attığı zılgıta (7 Müslüman ülkeye konan kısıtlama) hükümetten ses çıkmazken Gül ve Davutoğlu gibi mütekait AKP’liler karşı çıkmakta. Trump’ın Kürt meselesi konusunda AKP’nin arabasına takılacağını sananların ise hüsrana uğramalarına ramak kaldı.
Kurumlar ve Kuruntular
Erdoğan krizleri pot artırarak bertaraf etmeye çalıştı ve genelde “şansı” yaver gitti. 15 Temmuz darbe girişimi bile kendisi için büyük bir nimet oldu (bizzat kendisinin “Allah’ın lütfu” diye darbeyi selamladığını hatırlamak yeterli).
İktidarın becerikliliği mi muhalefetin beceriksizliği mi tartışması bir yana nereden gelirse gelsin lütfun da yaşadığımız dünyada ancak verili güç ilişkileri içinde mümkün olabileceğini unutmamak gerekir. Cemaatin darbe girişimi fiyaskosundan sonra kurumlar açısından Devlet-i Aliyye-i Osmâniyye bakiyesinin kevgir gibi olduğu anlaşılmakta. Kurumların, ne kadar bürokratik olursa olsun mevcut müesses nizamın etkin bir biçimde işlemesi için vazgeçilmez olduğu hatırlanır ve eğitim, adalet gibi artık ipliği pazara çıkmış (aslında başta güvenlik demek gerek) kurumları yeniden kendi kuralları içinde işler duruma getirmenin gemi azıya almış bir koşuda değil, hiç değilse düzen güçleri arasında makul bir mutabakatla mümkün olabileceği düşünülürse, kaos ve cinnet ikilemine abone olunmuş demektir. Hani HDP’yi değilse de CHP’yi de içerecek bir milli mutabakata ihtiyacı varken yeniden bir kamplaşmadan, üstelik de en yakın müttefikinin bunalımını derinleştiren bir kamplaşmadan medet ummak beklenmedik bir anda çocuğun kralın çıplak olduğunu söylemesini tetikleyebilir.
AKP esvaplarından arınarak üryanlaşma sürecinde meşruiyet meselesini aşmış bulunuyor. PISA sonuçlarının açıkça gösterdiği üzere okuduğunu anlamaktan aciz bir eğitim gazilerinden oluşan yeni kuşaklarla veya her türlü kayırmacılık ilişkisiyle zerre kadar liyakat sahibi olmayanlardan bir amigo ordusu oluşabilir ama tıkır tıkır işleyen bir mekanizma çıkmaz. AKP’nin de girdiği girdapta böyle bir işin altından çıkması beklenmemelidir. AKP artık kendi kulvarında başka bir alternatif bulunmadığı için kerhen destekleyenlerin, taraftarlardan giderek kopmaya yüz tuttuğu bir güzergâha girmiş bulunmakta.
Sağdaki Kırılmalar
Referandum sathı mailine girerken güç ilişkilerinin AKP açısından 7 Haziran seçimlerindekine benzer bir değişime uğrama ihtimali küçümsenecek gibi değil. Bu durum, geleneksel sağ-sol dengesi açısından değil sağın kendi içindeki kırılmalardan ötürü gündeme gelebilir. Yani sol yeni bir birikimde bulunamadı, ancak AKP, MHP merkez ile ittifak kurarken kendi seçmen tabanındaki geleneksel sağdan, merkez sağdan gelen kesimleri nasıl 7 Haziran öncesinde tedirgin ettiyse benzer bir inandırıcılık sorunuyla karşı karşıya. Argümanlar kabaca artık “Hayır” demenin demokratik bir hak değil terörist olmakla özdeşleştirilmesine indirgenmiş durumda. Her seferinde seçeneksizlikten veya anlatılan hikâyenin cazibesinden AKP’ye kerhen yönelen seçmen tabanı bu kez 15 Temmuz öcüsüyle köşeye sıkıştırılmakta. Ancak bu kesim 7 Hazirandan sonra 1 Kasım seçimlerinde verdiği kredinin karşılığını alabilmiş değil. Öte yandan 15 Temmuz’da insanlar sokağa çıktığı için darbenin önlenebildiği iddia edilirken sokaktaki insan için hakları geliştirileceğine her şeyi kadiri mutlak bir başkana bağlayan bir anayasa değişikliği bakalım ne kadar inandırıcı olacak. Bu inandırıcılık meselesinde her kesim kendi içindeki gerilimlerle hesaplaşacak olsa da, ne de olsa ülke düzeyinde siyaset yapıldığına göre genel bir hesaplaşma da gerçekleşmiş olacak.
Ortada doğrudan bir demokratik gedik aramak abes olsa da gidişatın daha da kötüye gitmesine hiç değilse bir dur denme ihtimali bulunmaktadır. Bu ihtimalin inşasında ise hayli karmaşık faktörler rol oynayacaktır ve ne yazık ki bu faktörler milliyetçi-muhafazakâr kesimlerin kendi iç çelişkilerinin ürünü olabilecektir.
“Hayır”lardan Hayırlara
Ortada her ne kadar bir cephe, yani birtakım müşterekler etrafında birlikte hareket etme iradesi yoksa da fiilen bir “hayır” birleşik değilse de ayrışık (bu da ala turka bir iş) cephesi bulunmakta. Veya “Hayır” cephesinin “Evet” cephesinden çok daha karmaşık olduğu gerçeği ile karşı karşıyayız. Bunların bir asgari müşterekte telif edilebilmesi veya birbirinin nasırına basmaması gibi bir durum mümkün değildir ve şart da değildir. Herkes kendi “hayır”ını hayırlı kılmanın yolunu arayacaktır. MHP muhalefeti Devlet Bahçeli’nin Erdoğan eliyle kendilerini siyaset dışına itmesine karşı koyarken, gidişattan memnun olmayan AKP’liler partinin daha da kendini tecrit etmesi ve belirsiz bir yola sürüklenmesine karşı hoşnutsuzluklarını ifade edecekler. HDP’li seçmen AKP ile müzakere ilişkilerinin şu veya bu şekilde sürdüğü 12 Eylül 2010 referandumunda hem muhalif kalmak hem de AKP ile ipleri koparmama imkânını sunan boykot çağrısı yerine bu kez kesin olarak “hayır” diyerek AKP ile saflaşmada yok sayılmalarına karşı “ya basta” çağrısına muhatap. Ancak 7 Haziran’dan 1 Kasım’a giderken ve sonrasında başına gelenler karşısında HDP seçmeninde sandıktan uzaklaşma eğilimi azımsanacak gibi gözükmüyor. Bunda yalnızca AKP’nin milliyetçi kartını çıkarması değil aynı zamanda Kandil’in de HDP’nin alanını daraltmasının etkisi var. Ancak AKP’nin bölgedeki seçmen kitlesinde bu eğilimin daha da baskın olması mümkün. İster FETÖ’ye ister kokteyl örgütlere fatura kesilsin, haki yeksan edilen, yakılan insanların, yıkılan mekânların ortada olduğu bir yerde komşusunun yüzüne bakamayacak insanlar da vardır. AKP’li Kürtlerin arsızları hariç bütün bunlar sizin yüzünüzden oldu diyecek hali yok. Hele Erdoğan Devlet Bahçeli’nin ideolojik dünyasına abone olmuşken.
Solda “Hayır”
Sosyalist sol ise bütün cılızlığına rağmen şimdilik en azından kendi kamuoyuna kısmi de olsa bir umut aşılamış durumda. Hâkim olan ise soldan bir “hayır” yerine daha memleketçi bir tutum. Yine de toplumsal taleplerin esas olarak bu cenahtan yükseliyor olması henüz pilin tükenmediğinin işareti. “Hayır” memleket meselesi olarak sunulduğunda bir tür milli cephe çağrısı ile sınırlı kalınır. Oysa referandum sonucu ister “hayır” çıksın ister “evet”, sonrası için bir birikimin oluşturulması için toplumsal taleplerin yükseltilmesi gerekir. Yani teknik ve hukuki meseleler öne çıkarken neoliberal politikaların daha da fütursuz bir biçimde uygulanmasına kapı açacak bir “evet”e neden karşı olunduğunun propagandasının sonraki seferberlikler için bir zemin oluşturması gerekir. Elbette önce “hayır”ın elde edilmesi gerekir ancak sade suya bir “hayır”ın ardından fiilen fazla bir şey değişmeden de işleri yürütmek mümkündür. Önemli olan bu kampanyanın ardından insanların başka temel meselelerde de iradelerini ortaya koyabilmeleri ve hayat pahalılığına, işsizliğe, ayrımcılığa vb. karşı somut taleplerle mücadele kapasitelerini yükseltebilmeleridir.
“Onların “Hayır”ı ve Bizim “Hayır”ımız” arasında şu anda ölesiye bir savaş söz konusu olmayabilir ama bu “hayır”ların toplumsal alanda telif edilmeleri de mümkün değildir.
Akla hayale gelebilecek yurttaşlık haklarına en alt düzeyde bile herhangi bir katkı sunma vaadi taşımayan bir anayasa değişikliğini savunan yeni iktidar bloğu (AKP+MHP) bu vartayı atlatırsa kaybedilenlerin telafisi ancak çok daha ağır koşullarda gerçekleşebilir demektir.
Zorlama Blokların İçi Boş
Referandum’un mihenk taşının ne olduğu veya “evet” ve “hayır” arasındaki ayrımın, bir başka deyişle safların hangi temelde oluşturulduğu üzerine hayale kapılmaya gerek yok.
Kılıçdaroğlu “Vatan, bayrak, demokrasi” diyor. İlk ikisinin ille de üçüncüsüyle örtüşmesi gerekmiyor. HDP de “ortak vatan” diyerek bu kervana katılabilir. “Memleket için Hayır” diyen BHH de açıkta kalmaz.
Ancak Kılıçdaroğlu soldan devşirilecek bir kesim olmadığının bilincinde olarak ve yeni mücadeleler içinde böyle bir inşa faaliyetine girmek de CHP için lüks olacağından, geleneksel kendi sağından medet umma arayışıyla “bu işin sağı sol yok” diye başlayarak her şeyi bir torbaya tıkmaya çalışmakta.
İster istemez 12 Eylül 2010 referandumu akla gelmekte. Hatta 7 Haziran vesilesiyle de benzer bir torba oluşturuldu ve benzemezler sanki bir blokmuş gibi takdim edildi. CHP, MHP’yi gözeterek siyaset yaptıkça kendi alanını genişletebileceğini sanırken olduğu yerde saydı. Ne toplumsal ne programatik bir saflaşma gütmeden, sadece “Hayır” veya “AKP karşıtlığı” üzerinden yürüyen bu politikanın sonuçları meydanda. Daha ağırı, göz göre göre HDP’yi arenadaki aslanların önüne koyan dokunulmazlıkların kaldırılması sırasında yaşandı. Anayasaya aykırı ama “evet” diyeceğiz diyen birinin şimdi demokrasi bekçiliği yapması ne kadar inandırıcı? Kılıçdaroğlu gerekirse bedel ödeyeceğini söyledi ama kimsenin kendisini bu bapta ciddiye aldığı yok ve herkesin beklediği gibi fatura HDP’ye kesildi. Kılıçdaroğlu’nun eğitimi sırasında muhasebeden demokrasi dersini pek izlemeye vakti olmadığı anlaşılıyor.
Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendini saklayarak siyaset yapmanın Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdüğü gerçeğini anlamaktan aciz olan Kılıçdaroğlu 7 Haziran seçimlerinden sonra da MHP’yi bir takım ahlaksız tekliflerle tavlamaya niyetlendiyse de sonuçta olması gereken oldu ve eskiden beri aralarındaki gerilimlerle birbirine en yakın olan iki akım felaket kavşağında buluştu. Bundan CHP’nin de çıkarması gereken bir ders olmalı. Yani öyle sınıfsız, kaynaşmış bir milletmişçesine herkesi ortak bir paydada toplamanın sonuç alıcı olmayacağı anlaşılmış olmalı.
Kimsenin kendi sağındakileri ürkütecek bir propaganda yapmaya niyeti yok gibi. Ama herkesin kendi gibi olması için göze alınması gerekenler de orta yerde durmakta. Onun “hayır”ı hakiki değil de benim “hayır”ım hakiki gibisine bir propaganda elbette böyle bir dönemde abesle iştigal etmekten beter. Lakin bir tür siyasetsizleştirmeye tabi olmadan, güç ilişkilerinde bir nebze olsun bir değişme yol açabilecek bir propaganda faaliyeti sosyalist hareketin kendi kendini inkâr etmemesinin elifbasıdır.
Hem sekter olmadan hem de durum vaziyete teslim olmadan (“hayır” olsun da nasıl olursa olsun) kendi gücünü abartmadan irili ufaklı faaliyetlerin referandum sonrası için küçük de olsa bir kalkış noktası olması mümkündür.
Dolayısıyla “Hayır” cehenneme giden yoldan çıkış anlamına gelmese de acı bir fren anlamına gelecektir.
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2017 tarihli 21. sayısında yayınlanmıştır)