Mutlucan Şahan –
Çok uzun süreden beri toplumsal muhalefetin hayli cılız olduğu, neoliberalizmin köpeksiz köyde değneksiz gezercesine arzı endam ettiği Türkiye’de tarihin zulasından birdenbire isyan çıkıverdi. Geçtiğimiz haziran ayında sadece gündelik yaşamın ve sıradan insanların değil, kendi belirli günler ve haftalar takvimine sıkışmış Türkiye solunun rutini de bozuldu. Ciddiye alınabilir bir toplumsal tabandan yoksun ve parçalanmış olan sosyalistler, metafor düzeyinde ele aldıkları barikatlar tüm somutluğuyla sokaklarda belirdiğinde doğru tarafta saf tutmakta tereddüt etmedilerse de; yan yana düştükleriyle ilişki geliştirme, örgütsel seferberlik, sevk ve idare gibi konularda ne kadar ham olduklarıyla yüzleştiler. Gezi Parkı’ndaki bir pankartta umutlu bir ihtiyatla yazdığı gibi “devrim sanki göz kırptı” ama kendisine yanıt verecek bir muhatap bulamadı.
Haziran’dan kalan
Haziran Direnişi’ni toplumsal devrim yönünde atılmış bir adım veya bir devrimci kriz olarak nitelendirmek fazlasıyla iyimser olur. Buna karşın Gramsci’ye göre böyle bir devrimin ayrılmaz parçası olan fikri ve manevi bir reformun çeşitli emarelerinden bahsedilebilir. Bir karşı hegemonya konusunda pek ilerleme kaydedilemese bile, iktidarın hegemonyasında bazı gedikler açıldı, meşruiyeti bir miktar aşındırıldı ve hareket alanı kısmen daraltıldı. Niteliği, kapsamı, talepleri, bileşenleri, sınıfsal muhtevası ne olursa olsun; Haziran Direnişi şimdiden ülkenin toplumsal ve siyasal iklimini ciddi bir biçimde değiştirdi.
Hiç alışıldık olmayan toplum kesimleri sokağa döküldü, azımsanmayacak kitleler hızla radikalleşti ve biz “olağan şüpheliler” tarihin hızlandığı zamanlarda kitlelerin ne denli yaratıcı, kendini örgütleme konusunda ne kadar mahir olduğunu gördük. Aynı şekilde hareketin içinde yer alan kitleler de kendi güçlerinin, dönüşme ve dönüştürme kabiliyetlerinin farkına vardı; esintisini hissettikleri devrimin sadece mümkün değil, ezilenler açısından ne denli şenlikli olabileceğini gördü.
Yaşanan onca şeyden, biriktirilen onca deneyimden sonra biraz daha umutlu, özgüvenli ve iddialı olmaya hakkımız var elbette. Yine de aklın kötümserliğine, zaten ister istemez kötümser olduğumuz zamanlardan biraz daha fazla ihtiyacımız var ve bize kötümserliği, en olumsuz ihtimalde ne yapılabileceğini hesaplamayı salık veren akıl, direnişin en şaşalı günlerinde bile eksikliğini çektiğimiz devrimci bir stratejik akıldır.
#direnmodernprens
Hegemonyaya karşı direnişten karşı hegemonyanın inşasına geçmek için böyle bir akla ve onun gerektirdiği araçlara sahip olmamız gerekiyor. Daniel Bensaid’in Hegemonya ve Birleşik Cephe başlıklı makalesinde altını çizdiği gibi Gramsci için hegemonya kavramı “ayrıştırılmamış hoşnutsuzluk kategorilerinin basit bir toplamı değil, yönetici bir sınıf etrafında tarihsel bloğun eklemlenmesi ve toplumsal ilişkiler bütününün ve ulusun tarihsel krizini çözme kabiliyetine sahip bir siyasal projenin formülasyonu anlamlarına gelir.” Hem örgütsel hem stratejik olarak modern prens kavramı, farklılıklar ve çelişkiler taşıyan toplumsal kesimleri belirli bir menzilde ama çoğulcu bir biçimde harmanlama, onlara önderlik etme kabiliyetine işaret etmektedir ve bu toplumsal olmaktan ziyade siyasal bir kabiliyettir.
Direnişe dair tahlillerde, çoğu zaman bir övgü olarak, hareketin siyaseti ve genel olarak örgütlülüğü reddettiği sıkça dile getirildi. Eğer kastedilen mevcut kurumsal siyasetin, meydanda bayraklarını yarıştırmak suretiyle öncülüğe soyunan kimi devrimci örgütlerin reddiyse bu ruh halini paylaşmamak zaten mümkün değil. Aynı şekilde, arzu edilen mevcut örgütsel yapılarla yetinmemek, tıpkı Gezi Parkı’nda ve forumlarda açığa çıkan özörgütlenme arayışlarına işaret etmekse bu sadece yerinde bir tespit değil doğru bir stratejik yönelim anlamına bile gelebilir. Fakat maalesef karşı karşıya olduğumuz siyasetin gereksiz ve hareketle ikame edilebilir olduğuna dair o bildik toplumsal yanılsama. Oysa harekete atfedilen bu görüşler, olgulardan biraz farklı.
Tüm eksiğine gediğine rağmen genel olarak hareketin meşru sözcüsü olarak kabul gören Taksim Dayanışması’nın ağırlıkla devrimci siyasal örgütlerin, sendikaların ve kitle örgütlerinin temsilcilerinden oluşan bileşimine bakmak bile bu farkı görmek için yeterli. Elbette tüm bu örgütsel yapılar kitle hareketinin ihtiyaçlarını karşılamanın birkaç ışık yılı uzağındalar ama bu halleriyle bile kitleler nezdinde bir meşruiyet kriziyle sarsıldıkları söylenemez. Söz konusu olan örgütlü siyasetin reddinden ziyade kitlelerin, hareketi derleyebilecek ve giderek hızlanan gelişmelere yanıt verebilecek bir siyasal özneye duyulan ihtiyaçla mevcut durum arasındaki uçuruma dair sezgisi.
Peki hareket kendi bağrından bir siyasal özne çıkarabilir veya bizzat bir siyasal özneye dönüşebilir mi(ydi)? Tıpkı Minerva’nın baykuşunun daima alacakaranlıkta uçması gibi kitle kabarışlarıyla bunun doğrudan siyasal sonuçları arasında da hep bir zamanlama farkı olacaktır. Öngörülemez bir biçimde ortaya çıkan kendiliğinden halk hareketlerinin kendi ritimleri vardır ve geride yeni deneyimler, müttefikler, mevziler ve olanaklar bıraksalar da çoğu zaman ortaya çıktıkları hızla geri çekilirler. Eğer daha öncesinden böylesi bir kabarışın sunduğu olasılıkları değerlendirme hızına ve esnekliğine sahip bir siyasal öznenin inşasına girişilip tetikte beklenmediyse hadisenin sıcaklığı içinde bu inşayı gerçekleştirmek mümkün olmayacaktır. Böylesi bir durumda yapılacak en iyi şey artık geride kalan kabarışın sunduğu olanakları bir sonraki kabarışı çabuklaştırmak ve ona hazırlanmak için gereken inşa faaliyetine seferber etmektir.
#direnstrateji
Kuşkusuz inşa faaliyetinin ve hazırlığın kendisi hareketi yönlendirme kabiliyetinin garantisi değildir. Bir siyasal öznenin kitle hareketini yönlendirip yönlendiremeyeceğini belirleyen yine hareketin kendisi olur. Bir (veya bir dizi) siyasal özne hareketin yükseldiği koşullarda önderliğe soyunabilir fakat bunu yapabilmesi için hareketin ihtiyaçlarına cevap verme konusunda rüştünü ispatlaması, kitlelere inandırıcı bir seçenek sunabilmesi dahası kendisini koşullara göre dönüştürüp yeniden yapılandırabilmesi gerekir. Tıpkı eylemin içindeki kitleler için olduğu gibi, siyasal özne için de en önemli eğitmen yönlendirmeye talip olduğu mücadelenin kendisidir. Mücadeleden öğrenmeye, mücadele içinde dönüşmeye hazır olmayan bir siyasal öznenin onu dönüştürmesi ve sürdürmesi de mümkün değildir. Fakat böylesi bir öğrenme süreci de belli bir hazırlık gerektirir. Komutanlar elbette kıtada, savaş meydanlarında deneyim kazanır ama kurmaylık eğitimini başka yerde alır.
Sörf yapmak için dalgaya ihtiyaç olduğunu herkes bilir. Dünyanın en usta sörfçüsü, dünyanın en elverişli malzemeleriyle de olsa süt liman bir denizde sörf yapamaz. Buna karşılık bir sörf tahtamız ve dahası nasıl sörf yapılacağına dair az da olsa fikrimiz yoksa en yüksek dalgalar bile bize yardımcı olmayacaktır. Öyleyse sörf yapmak için kendimizi dalgalara atmadan önce biraz alıştırma yapmak ve yanımızda bir sörf tahtası bulundurmak akıllıca olacaktır. Örneği böyle verince komik gibi görünüyor ama toplumsal hareketle siyasal özneyi karşı karşıya koymak da bunları aynılaştırmak da en az bu örnekteki kadar saçma aslında.
Açık konuşmak gerekirse, ortada yaprak kımıldamazken yapılan onca hareket bereket analizine rağmen Türkiye solu bu yükselen dalgaya hazırlıksız yakalandı zira aslında bir dalganın gerçekten yükselebileceğine ihtimal vermiyordu. Ciddiye alınabilir bir siyasal seçeneği inşa etmek yerine – kitlelerin öngörülemez patlaması ve yaratıcı seferberliği söz konusu değilken nasıl olacaksa? – toplumsal muhalefet inşa etmekten dem vurmak aslında atak yapmaya çalışmak yerine topu taca atmanın şık bir yoluydu. Oysa gol atmak için kaleyi gördüğü anda topa en iyi şekilde vurmaya hazır olmak gerekir. Aksi takdirde topu hasbelkader önünüzde bulsanız bile faydası olmaz.
Devrimci strateji meselesi her zaman için devrimin güncelliği meselesiyle yakın ilişki içinde olmuştur. Bu nedenledir ki strateji kavramı sosyalistlerin lügatine devrimci dönemlerde girmiş, dünya ölçeğinde gericiliğin yükseldiği ve devrimin ufkumuzun dışına çıktığı dönemlerde de ağırlığını yitirmiştir. Fakat devrimin güncelliği meselesi sadece devrimin cari durumda ciddi bir ihtimal olarak belirmesi değildir, en azından devrimciler açısından. Devrimi yapan devrimciler değil kitleler olduğu halde, devrimcilere devrimci denmesinin sebebi de budur. Devrimci, halk adına devrim yapan değil, devrimin en olanaksız olduğu zamanlarda bile devrimi hafızasında tutandır. Soğuk hesapların, derin analizlerin ötesinde strateji, devrim ihtimalini ufukta tutma, devrimin güncelliğini muhafaza etme çabasıdır. Hep hazırlıklı olmaya dönük bir inşa faaliyetini gerektiren bu çaba olmadan devrim de kendiliğinden güncel olmayacaktır zaten. Devrimin göz kırptığını görmek için ona bakmaya devam etmekten başka şansımız yok, çünkü göz kırpma anları doğası gereği göz açıp kapayıncaya kadar geçer.
(Bu yazı Yeniyol’un Eylül-Ekim 2013 tarihli 5. sayısında yayınlanmıştır)