Foti Benlisoy – Ekim Devrimi bir dizi yaygın yanlış anlaşılmanın kurbanı olagelmiştir. Şüphesiz bunlardan en masumu takvimle ilgili olandır. Kışlık Saray’ın ele geçirilişi, o dönemde kullanılan Jülyen takvimi Ekim ayını gösterse de bugün kullanılan Gregoryen takvime göre 6 Kasım’ı 7’sine bağlayan gece vuku bulmuştur. Diğer ‘yanlış anlamalar’ elbette bu kadar basit ve masum değil. Kökleri Bolşevik geleneğin ve Marksizmin Stalinist deformasyonuna ve bilhassa Soğuk Savaş devri antikomünizmine dayansa da ‘duvarın’ yıkılışının ardından geçen son 20 yılda iyice yaygınlaşan argümanlar bunlar. Okumaya henüz başladığınız yazı, bunlardan birkaçını, elbette yer darlığının el verdiği ölçüde, bir değerlendirme denemesi.

 

1- Bolşevikler, profesyonel devrimcilerden oluşan, aşırı merkeziyetçi ve iç demokrasiden yoksun dar bir konspirasyon örgütüdür:
Bu yaygın görüşe göre, 1902’de yayımlanan Ne Yapmalı ile SBKP’nin 1930’larda aldığı monolitik ve aşırı merkeziyetçi biçim arasında tam bir süreklilik vardır. Hatta bu merkeziyetçi, monolitik örgüt anlayışı devrimi mümkün kılan, Bolşevikleri, hatta Leninizmi ayrıksı kılan başlıca nitelik olarak görülür. Parti-devlet içindeki konumlarını meşrulaştırmak isteyen bürokratların yaygınlaşmasında büyük pay sahibi olduğu bu fetişleştirilmiş örgüt anlayışı, Soğuk Savaş dönemi Batı yazınınca da şevkle benimsenmiştir.
Oysa aparatçiklerin kendi kendilerini haklılaştırma çabalarının ürünü ‘resmi’ parti tarihlerini ve bağlamından koparılmış metinlere sıkışmış bir analiz çerçevesini bırakıp Bolşeviklerin gerçek örgütsel tarihine bakarsak bambaşka bir manzarayla karşı karşıya kalırız. O zaman karşımıza farklı tarihsel uğraklarda, farklı ihtiyaçlar dolayısıyla sürekli biçim değiştiren, dinamik bir örgütsel yapı çıkar. 1917 yılına gelindiğinde Bolşevikler rakiplerine kıyasla ciddi anlamda daha demokratik bir örgüt haline gelmişlerdi. Örgüt içi demokrasi gerçekten canlıydı, farklı siyasal perspektifler sürekli çekişme halinde bulunur, her yeni siyasal dönemeç yeni saflaşmaları gündeme getirmekteydi. Parti yeni grupları bünyesine katıyor, üye profili dönüşüyor, partinin kolektif liderliğine yeni isimler katılıyordu. Aslında zaten Leninizme atfedilen seçkinci-monolitik-aşırı bürokratik örgüt formuyla herhangi bir devrimde önemli bir rol oynamak mümkün de değildir. Ancak böylesi bir devrimci parti-sekt anlayışı, sosyalist hareketin irili ufaklı sektlerinin varlıklarını meşrulaştırmalarında çok işlevli olmuş, bu nedenle de günümüze kadar gelmiştir.

2- Ekim, bir devrimden ziyade iktidarı ne pahasına olursa olsun ele geçirmeye odaklanmış bu konspirasyon örgütünün, yani bir azınlığın gerçekleştirdiği bir darbedir:
Yukarıdaki birinci argümanla bunun arasındaki bağlantı aşikâr. Leninist ‘konspiratif’ örgütlenme teori ve pratiğinin nihai ve mantıki sonucu bir ‘darbe’ ve bunu takiben bir ‘tek parti diktatörlüğü’ olabilirdi ancak. Zaten Soğuk Savaş devri Batı tarihyazımı ile Stalinist parti tapıncının birleştiği bir başka nokta da, ‘devrimin’ ya da ‘darbenin’ partinin ürünü olduğudur. Kitlelere biçilen rol, partinin çizgisini benimsemek ve onu izlemekten ibarettir. İki tarihsel anlatı açısından da merkezde kitlelerin inisiyatifi ve eyleminden ziyade liderler, onların program ve stratejileri bulunur. Oysa Rus devrimi tarihin belki de en büyük demokratik hadiselerinden biridir. Aylar boyunca, çok zor koşullar altında süren ve muazzam genişlikte kitleleri seferber eden bir toplumsal patlamayla karşı karşıyayızdır. Rusya ahalisi, hele hele şehir merkezlerindeki emekçi kitleler, 1917 yılı boyunca onlarca kez ve yüzlerce konu hakkında oy kullanırlar, seçilirler, seçtikleri delegeleri denetleyip geri çağırırlar. Dünya yüzeyinde başka hiçbir nüfus, dünya tarihinde hiçbir zaman bu sıklıkta ve bu kadar farklı mesele hakkında oy kullanma, seçme, seçilme şansına sahip olmamıştır.  Kitlelerin, aslında okuma yazma oranı bu kadar düşük olan kitlelerin, sürekli olarak okuması, tartışması, siyasal süreçlere enerjik bir biçimde katılması dönemin bütün gözlemcilerinin aktardığı bir şey. Sovyetlerin oluşması, işçi denetimi, toplumsal hayatın radikal bir biçimde yeniden düzenlenişi, dahiyane önderliklerin değil, kitlelerin eyleminin bir sonucuydu. Bolşevikleri, partiyi eyleme taşıyan, sola çeken kitlelerin muazzam yaratıcılığı ve gücüydü. Kitlelerin kabaran gücü kurumlara ve Bolşeviklere kendini dayatmaktaydı. 1917, tarihçi Marcel Liebman’ın deyimiyle Bolşeviklerden ziyade “proletaryanın zafer kazandığı ve proletaryanın Bolşevizme kendi damgasını vurduğu” bir yıldır. Devrimi yapan Bolşeviklerse eğer, Bolşevikleri yapan da devrim, yani kitlelerin eylem ve inisiyatifidir.

3- Devrimin kanlı bir bilançosu olmuş, siyasetin ‘olağan’ işleyişini, toplumsal evrimin ‘normal’ seyrini akamete uğratarak insani bir trajediye yol açmıştır:
Tam tersine. Ekim devrimi, on milyonlarca emekçinin egemen sınıfların çıkarları uğruna kardeşlerinin kanını döktüğü devasa bir savaşın yarattığı yıkıma karşı bir tepkiydi. Sanılanın aksine ne Şubat ne de Ekim devrimleri kanlı hadiselerle cereyan etmiştir. Devrime şiddet bulaşması, tam da karşı devrimin ülkeyi iç savaşa sürüklemekten çekinmemesi ve emperyalist müdahalelerle gerçekleşir. Üstelik, Avrupa’da özellikle de Almanya’da beklenen devrimlerin başarıya ulaşamaması neticesinde devrimin yalıtılması ve geri çekilmesi sonucu dünya hızla yirmi küsür yıl içerisinde yeni bir kan denizinin eşiğine gelecektir. Savaş ve yıkım devrimin değil, tersine devrimin gerçekleşememesinin, yarıda kalmasının ürünüdür

4- Stalinizm, ya da Sovyetler Birliği’nin 1920’lerin ikinci yarısından itibaren aldığı biçim Bolşevik teori ve pratiğin doğal bir uzantısı, devamıdır:
Özellikle 1989’dan ve muzaffer liberalizmin tarihin sonunu ilan etmesinden sonra bir hayli popüler olan bir tema bu, yani Ekim ile Gulag kampları arasında ‘doğal’, evrimsel bir bağ olduğu, yani Stalinizmin Leninizmin bir sonucu olduğu. Ekim’i anarken yanıtlanması, sorgulanması gereken temel mesele de bu soruda düğümleniyor zaten. Bolşevizm ile Stalinizm arasındaki ilişki nasıl tanımlanabilir? Biri diğerinin sonucu mudur yoksa bu ikisi iki ayrı siyasal ve ahlaki evrenlere mi aittiler? Elbette bu kısa yazıda bu meseleyi tüm boyutlarıyla ele almak mümkün değil.
Kısaca ve elbette ‘kabaca’ özetlemek gerekirse: 1989’da ‘duvar’ devrimin değil onun cesedinin üzerine düştü; devrim çoktan yoldan çıkmış, kendinden menkul bir bürokrasinin kendini meşrulaştırmaya dönük içi boş bir retoriğe dönüşmüştü. Devrimin zıddına dönüşmesi, dejenere olması havada asılı duran bir Bolşevizmin doğal evriminin sonucu değil, devrimin tek bir ülkeye sıkışmasının, iç savaş ve emperyalist müdahale sonucunda işçi sınıfının fiziki varlığının zayıflamasının ve giderek büyüyen bir bürokrasinin oluşan boşlukta kendini toplumsal hayatın tek örgütleyicisi haline getirmesinin ürünüydü. Yalıtılmış, güçten düşmüş devrim ve onu gerçekleştiren kitleler sahneyi boşaltırken yerlerini devlet-partinin aygıt adamlarına bırakırlar. Belki sahne değişmemiştir, kızıl bayraklar halen dalgalanmaktadır ama oyun ve oyuncular tamamen değişmiştir artık.
Stalinizm elbette Ekim devrimi ve Bolşevizmden kaynaklanmıştır. Ancak formel ve evrimsel bir şekilde değil, diyalektik olarak. Stalinizm devrimin devrimci olumlanmasını değil, ‘Themidorcu’ olumsuzlanmasını temsil eder. Söz konusu olan çarlık rejimine dönüş anlamında bir restorasyon değilse de ‘ihanete uğrayan’ devrim içinde bir karşı devrimdir. Bu anlamda sovyet tarihi uzmanı Moshe Lewin’in dediği gibi, Bolşevizm ile Stalinizm arasındaki mücadelenin “uzlaşmaz iki siyasi program arasında olup, aynı parti içinde iki hizbin çatışması olmadığını” akılda tutmak elzem. Aksi takdirde Ekim’den elimizde ‘totalitarizmden’ başka bir şey kalmaz.