Stefo Benlisoy –
1. İklim değişikliği, doğanın tahrip edilmesi ve ekolojik kriz son yıllarda sosyalistler arasında da eskisine göre daha fazla tartışılmaya başlandı. Siz bir sosyalist olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz? İklim değişikliğine ve diğer ekolojik sorunlara neden olan sistemi nasıl tanımlarsınız? Kapitalizmin hangi niteliklerini ve tarihsel özelliklerini bu meseleyle bağlantılı görüyorsunuz?
Ekolojik krizin sosyalistler tarafından giderek daha fazla sorunsallaştırılması, elbette olumlu olarak değerlendirilmesi gereken bir gelişme. Ancak yine de kendini sosyalist olarak tanımlayan hareketlerin çoğunluğu açısından bu artan ilgi, ekolojik sorunların ya da ekolojik krizin, periferik ya da başka bir tabirle ‘çevresel’ mesele ve talepler olarak algılanışını değiştirebilmiş değil. Sosyalist hareketin çoğunluğu, insani özgürleşmenin ancak insanın doğa üzerindeki tahakkümüne son verilmesiyle gerçekleşebileceğini, bu anlamda doğa üzerindeki tahakkümün son bulmasının sosyalist bir programın merkezi unsuru olması gerektiğini kavramış değil.
Sorunuzun ikinci bölümüne gelince, içerisinde bulunduğumuz ekolojik krizin Joel Kovel’in deyimiyle ‘etkin nedeninin’ kapitalizm olduğunu düşünüyorum. Ekolojik krizin nedenleri konusunda aslında oldukça canlı bir tartışma mevcut. Krizin kaynağı olarak, insanın bizatihi kendisinin neden olduğunu iddia eden mizantropik görüşlerden, asıl sorumlunun belli tipte teknolojiler, örneğin fosil yakıtların kullanılması olduğunu savunan görüşlere kadar sayısız neden ileri sürülmekte. Ancak çoğunlukla bütün bunlar, sorunun kaynağına ilişkin ya çok aşırı genellemeler halini alıyor ya da sorun sadece çok tekil-spesifik meselelere sıkışıp kalıyor.
Benim de benimsediğim ekososyalist yaklaşım açısından ise ekolojik krizin asli nedeni kapitalizmin ekolojik olarak yıkıcı ve sürdürülemez karakteri onun arızi ya da geçici bir özelliği değil. Ekososyalistlere göre kapitalizmin ekoloji karşıtı niteliği değiştirilemez ya da reforme edilemez. Bu nedenle ekolojik krizi, kapitalist sistemin bizatihi kendisini sorunsallaştırmayan, sorgulamayan bir anlayışla çözmek mümkün değil. Kapitalizmin ekolojik bunalımla bir şekilde baş edebileceği, onu yatıştırabileceği, ‘yeşil teknolojilerin’ artan kullanımıyla ‘sürdürülebilir’ bir rotaya sokulabileceği, hatta kapitalizmin tüketicilerin bilinçlenmesiyle adeta bir ‘yeşil kapitalizme’ dönüşebileceği yönündeki anlayışların geçerli olmadığını düşünüyorum.
Zira ekolojik yıkımla kapitalizmin kâr mantığı arasında içsel bir ilişki bulunmakta. Kapitalizm çerçevesinde doğa sınırsız ve sıfır maliyetli bir kaynak olarak algılanır. Kapitalizmin her şeyi metalaştıran, sürekli genişleyen, yayılan ve kısa dönemli kâra odaklı yapısı, doğayla uyumlu bir varoluşu gerçekleştirme potansiyeline sahip değil. Üstelik kapitalist sermaye birikim sürecinin kısmi akılcılıkla genel akıl dışılığı birleştiren kaotik yapısı, onun ekolojik kriz gibi küresel boyuta sahip bir meseleye çözüm getirme olasılığını yok eder. En önemlisi de kapitalizmin, ekolojik krizin derinleşmesi anlamına gelen sermayenin sınırsız genişleme ve büyüme eğilimini durdurması mümkün değil.
Dahası kapitalist rekabet kronik üretim fazlası krizlerine yol açarak doğa üzerindeki basıncı daha da arttırmakta. Günümüz kapitalizmi aşırı derecede bireyselleşmiş ve yoğunlaşmış bir tüketimi teşvik ediyor. Bu aşırı tüketim çerçevesinde bir taraftan tüketimin yoğunluğu ve miktarı artarken öte taraftan hızı da artar ve bu tüketim biçiminin yegâne sonucu doğanın talanının katmerlenmesidir. Hepimizin bildiği gibi ekolojik yıkımın sonuçlarının geri döndürülmesi ya da telafisi çoğu zaman çok güç, hatta imkânsız. Bundan dolayı sermayenin yarattığı ekolojik sorunların yine onun tarafından sermaye, teknoloji ve bürokrasi yoğun yollarla çözülmeye çalışılmasının (iklim krizinde bugüne kadar yaşanan süreci göz önüne getirelim) sonuç getirmesi neredeyse imkânsız.
2. Sosyalistler arasında kapitalizmin yıkılmasının ekolojik sorunların çözülmesi için tek yol olduğu görüşü yaygın görünüyor. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Sosyalistlerin daha adil, eşitlikçi, sömürünün olmadığı bir düzen için verdikleri mücadele gezegenin geleceğine sahip çıkma mücadelesiyle birleştirilebilir mi? Nasıl?
İnsan, dünyanın dönüşümünde etkin bir güç haline geldiği andan itibaren bunun doğa açısından sonuçları çoğu kez yıkıcı oldu. Hiç olmazsa neolitik devrimden beri insan toplumlarının büyük çoğunluğu doğayı tahrip edici ve tahakküm altına alıcı özelliklere sahip olmuşlardır. Ekolojik tarih alanında giderek artan çalışmalar bize birçok medeniyetin çöküşünde doğayla girdikleri yıkıcı ilişkinin etkili olduğunu gösteriyor. Bu yıkıcı ilişki neticesinde birçok insan toplumunun içerisinde yeşerdiği ekosistem tahrip oluyor. Bu anlamda Sümer, Maya ya da Roma medeniyetlerinin yıkılışı, 14. yüzyıl’da Batı Avrupa feodalizminin krizi, hepsi bir şekilde, şu ya da bu ölçüde ekosistemlerin tahribiyle ilgili.
Ancak kapitalizmin gelişimi ve artık 19. yüzyılın sonundan itibaren yeryüzünün tümüne yayılmasıyla farklı bir evreye geçtik. Kapitalizmin eko-yıkıcı özelliği, geçmiş toplumsal örgütlenme biçimlerinden farklı olarak tekil ekosistemleri tehdit etmiyor, ekolojik krizi genelleştirerek yeryüzünün tümü üzerindeki canlı yaşamını tehdit eder hale getiriyor. Bu anlamda kapitalizmin gelişimi ve metalaşma sürecinin derinleşmesiyle birlikte insanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi küresel ve telafisi mümkün olamayacak bir boyuta geldi.
Bu noktada vurgulanması gereken, insanın doğayla girdiği ilişkinin dolayımsız olmadığı, aksine özgül toplumsal ilişkiler tarafından dolayımlandığı. Etnik, cinsel, sınıfsal vs. ayrım ve eşitsizliklere odaklanmadan, insanı doğanın tahakküm altına alınışının en büyük sebebi sayan, mizantropiye yatkın anlayışlardan farklı olarak, doğanın tahakkümünü özgül toplumsal örgütlenme biçimleri çerçevesinde ele almak gerekmekte. Bu anlamda ‘ekolojik sorunlar’ın tümü olmasa da bugün karşı karşıya bulunduğumuz ve en önemli görüngüsü iklim değişimi olan ekolojik krizi aşmanın gerekli ama yeterli olmayacak koşuludur kapitalizmden kopmak.
Neticede alternatif bir toplumsal örgütlenme biçimi ortaya çıkmadığı koşullarda kapitalizm elbette ekolojik krizi ‘çözecektir’. Bu sözde ‘çözüm’, doğal olarak kapitalizmin kendi mantığı çerçevesinde, yani sorunun faturasını alt sınıflara, ‘aşağıdakilere’ havale ederek mümkün olacaktır. Sistemin egemenleri kendi konumlarını korurken ekolojik krizin kurbanları, başta yoksul güney halkları olmak üzere yerkürenin tüm emekçileri/ezilenleri ve canlı yaşamı olacak. İçerisinde bulunduğumuz iktisadi kriz süreci kapitalizmin ekolojik krizi aşma kapasitesine dair kuşkumuzu daha da pekiştiriyor. Neticede krizle birlikte devasa kamusal kaynaklar finansal sistemin işlerliğini korumak ve bankaları kurtarmak için seferber edildi, iklim krizindeyse aynı küresel yapı tabiri caizse treni sallamaya ve çok kıymetli olan zamanı harcamaya devam ediyor.
Elbette toplumun kapitalist örgütlenme biçiminin bugün yaşadığımız ekolojik krizin temelinde yattığı tespiti, sorunun sadece siyasi ve iktisadi boyutları olduğunu savunmak anlamına gelmemeli. Ekolojik kriz tüm bunların ötesinde insanın doğayla ilişkisinin tüm boyutlarını kapsamakta. Bu anlamda kapitalist uygarlığın yarattığı pratiklerin tümünün sorgulanması ve alternatiflerin ortaya konması anlamında ekolojik kriz bize bir ‘fırsat’ sunmaktadır. Kent ve kır arasındaki yarılmanın giderilmesinden, ev işlerinin toplumsallaşmasına; ulaşımın toplu taşımaya dayalı olmasından üretim sürecinin kendisinin kolektifleştirilerek demokratik bir karar alma sürecine tabi kılınmasına kadar toplumsal hayatın her veçhesinde bize alternatif bir dünyayı düşleme ve tasarlamanın gerek ve aciliyetini yeniden hatırlatmaktadır.
Sorunuzun son bölümüne ilişkin olaraksa, kapitalizmden koparak ekolojik bir sosyalizme, yani ekosistemlerin onarılması ve geliştirilmesinin temel değerlerden biri haline geldiği, genelleşmiş özyönetimin hakim olduğu, bireylerin özözgürleşmesi ve kendini gerçekleştirmelerine dayalı bir toplumsal örgütlenmeye geçiş mücadelesinin zaten “gezegenin geleceğine sahip çıkma” mücadelesi olduğunu düşünüyorum.
3- Eko-sosyalizm ve Marksist Ekoloji akımları hakkında ne düşünüyorsunuz? Marksizm’in ekolojist bir bakış açısıyla yeniden yorumlanması ekoloji mücadelesine ve/veya sosyalizme katkı yapabilir mi?
Ekolojik krizin aşılmasında radikal düşünsel ve siyasal akımlar olarak ekososyalizm ve Marksist ekolojinin bizlere önemli izlekler sunduğunu düşünmekteyim. Ekososyalizm, yukarıda da vurguladığım gibi, temel olarak kapitalizmin ekolojik ve toplumsal açıdan sürdürülemez ve düzeltilemez olduğu inancına ve insanlığın eşitlikçi, adil ve özgür bir toplum kurma kapasitesine sahip olduğu ümidine yaslanmaktadır.
Ekososyalizm, üretim araçlarının toplumun mülkiyetine geçtiği, her türlü üretim ve yatırım kararlarının demokratik, aşağıdan ve çoğulcu bir plan çerçevesinde belirlendiği, üretici güçlerin ekolojik rasyonellik çerçevesinde radikal biçimde yeniden yapılandırıldığı, ekosistemlerin onarılmasının temel toplumsal ilkelerden biri haline geldiği, kapitalizmin aksine kullanım değerinin değişim değeri üzerinde hakim olduğu bir toplumu hedefler.
Eğer kapitalizmin ve piyasanın kör mekanizmasının ekolojik krizin üstesinden gelmede yetersiz olduğunu kabul ediyorsak üretim ve tüketim kararlarının ekolojik kriterler temel alınarak demokratik ve çoğulcu bir müzakere süreci sonrasında belirlenmesi esas alınmalıdır. Ekososyalist bir toplumda demokratik planlama süreci ve çalışma saatlerinin azalması, ekonominin radikal biçimde demokratikleşmesinin ve kullanım değerinin egemen olmasının önünü açacaktır. Kapitalizmin doğayı hoyratça sömüren savurganlığının yerine demokratik planlama eksenli bir ekonomi, kapitalizmin ürettiği silahlanma, reklam, otomotiv gibi devasa ama insani ihtiyaçlarla örtüşmeyen sektörleri ortadan kaldıracaktır. Ekososyalist toplum insanın tükettiği oranda varolmaya hak kazandığı, tüketim fetişisti mevcut toplum düzeninden farklı olarak ne emeğin ne de doğanın meta olmadan paylaşıldığı, insani özgürleşme ve deneyimlerin zenginleşmesine dayalı olacaktır.
Elbette, ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçiminin alması olduğu yönündeki soyut politik mesaj, ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle ilişkilendirilmesi halinde somutluk kazanabilecek. Başta su olmak üzere doğanın ticarileştirilmesine ve özelleştirilmesine karşı direnişlerden kamusal ulaşımın desteklenmesine, tarımın şirketleştirilmesine karşı direnişten nükleer enerjiye ve ormansızlaşmaya karşı mücadeleye kadar kapitalist kâr ve sermaye birikimi mantığının dışına taşan ve alternatif bir toplumsallığı imleyen taleplere dayalı toplumsal hareketler, ekososyalist bilincin kitleler nezdinde somutlanmasının yoludur. Burada önemli olan kitleleri harekete geçirecek somut taleplerin ‘geçişsel’ bir nitelik taşımasına önem vermek, yani ekolojik reformizmin sınırlarının dışına taşarak her talebin kendi somutluğunda kapitalist üretimcilik ve bireyselleştirilmiş tüketimcilik mantığının dışına taşan bir nitelik taşımasını sağlamaya çalışmaktır.
Sorunuzun ikinci kısmına gelince, ister Marksizmin kurucu figürleri Marx ve Engels’in düşüncelerinin sistematik olarak ekolojik olduğunu isterse de eserlerinde güçlü bir ekolojik potansiyel barındırmakla birlikte metinlerinde bu potansiyelle çelişen yönler de bulunduğunu düşünelim, ekolojik düşüncenin Marksist gelenekte bir ‘yeraltı akımı’ olarak, ihmal edilmiş bir boyut olarak kaldığı gerçeğini teslim etmek gerek. Sosyalist geleneğin içinde, William Morris gibi ekolojik bir toplum kurgulayarak kapitalist sanayi uygarlığının tekdüzeliğine karşı çıkmış ya da Rosa Luxemburg gibi canlı aleminin tümüne derin bir duyarlılıkla bağlanmış düşünür ve eylemciler bulunsa da hareketin geneli doğanın tahakkümü meselesine en iyi ihtimalle sessiz kalmıştır.
Bununla birlikte Marksizmin bu ‘yer altı akımını’ gün ışığına çıkartarak, ekolojik hareketin teorik, siyasal ve pratik kazanımlarıyla derinleştirmek ve geliştirmek ekolojik kriz ve sermayenin krizinin bütünleşerek insanlık ve doğayı sürüklediği felakete karşı en önemli alternatif olma potansiyelini taşımakta. Ekolojik olarak adil ve rasyonel bir topluma ulaşmak için sosyalist hareket ekolojist hareketle eklemlenmekten imtina etmemeli ve insan ihtiyaçlarının karakteri, endüstrileşme, kalkınmacılık ve doğanın kendinde değerine ilişkin yeni sorular sormalıdır. Bugün eşiğinde bulunduğumuz ekolojik yıkımı devrimci biçimde aşmanın yolu Marksizmin ve sosyalist düşünce ve pratiğin ekolojik bir eksende eleştirel biçimde yeniden kurgulanmasından geçmekte.
4- Yeşiller ve bazı ekolojistler sosyalizme, endüstriyalizmin bir başka versiyonunu öngördüğü, insan merkezci ve üretim odaklı olduğu, teknolojiyi eleştirmediği, tarihte yaşanmış sosyalizm deneyimlerinin de çevre ve ekoloji açısından doğaya kapitalizmden daha az zarar vermediği gibi eleştiriler yöneltiyorlar. Siz bu eleştirileri nasıl değerlendiriyorsunuz? Başka bir sosyalizm mümkün mü?
Adına ‘sosyalist’ denilen bürokratik diktatörlüklerdeki deneyimlerin ekolojik sicilinin pek parlak olmadığı aşikâr. Özellikle geçtiğimiz yüzyılın pratikleri endüstriyalizmi sorgulamayan, kapitalist üretimle bir kopuşu öngörmediği gibi onu sadece niceliksel olarak ‘aşma’yı ve ‘geçmeyi’ savunan, kapitalizmin militarist, merkeziyetçi teknolojisini eleştirmeden taklit eden bir yapıya sahipti. Böylesi bir ‘sosyalizmin’ geçerliliği kalmamıştır, geleceği yoktur. Bu anlamda sosyalizmi üretici güçlerin sınırsız gelişiminin önünü açan bir toplumsal örgütlenme biçimi ya da üretici güçleri kapitalizmden daha da fazla ‘geliştiren’ bir sistem olarak tanımlamanın bugün için geçersizliği ispatlanmıştır.
Sosyalistlerin bugün yapması gerekense ‘üretici güçler’ kavramını eleştirel bir revizyona tabi tutarak düzçizgisel ilerleme nosyonu ve modern endüstriyel uygarlığın teknolojik ve ekonomik paradigmasıyla köklü bir kopuş gerçekleştirmektir. Ekososyalist akımın önemli isimlerinden Michael Löwy’nin belirttiği gibi, Marksizm içerisinde ‘üretici güçlerin gelişimini engelleyen üretim ilişkileri’ mekanist şeması terk edilmeli ya da hiç olmazsa kapitalist sistemde üretici güçlerin yıkıcı hale geldikleri fikriyle bütünleştirilmelidir. Bu noktada Löwy’nin, Marx’ın 1871’deki Paris Komünü’ne dair tespitlerinden hareketle işçilerin nasıl kapitalist devlet aygıtını ‘yıkıp’ yerine köklü biçimde farklı demokratik bir politik iktidar biçimi koymaları gerekiyorsa, aynı şeyin üretim aygıtı için de geçerli olması gerektiğini fikrini benimsemekteyim. Yani söz konusu olan üretim ilişkileriyle birlikte üretici güçlerin kendisini de (örneğin enerji sisteminde ya da ulaşımda devrim niteliğinde dönüşüm gerçekleştirerek) radikal biçimde dönüştürülmelidir.
Öte yandan ekolojik hareketlerce sık yapılan insan-merkezcilik eleştirisini dikkatle ele almak gerekiyor. Ekolojik krize ilişkin egemen söylem bu krizden ‘tüm’ insanların sorumlu olduğunu, yeryüzünün insan nüfusunun bu kadar artmış olmasını kaldıramayacağını vazediyor. İlk bakıştaki radikalizmine (ekolojik krizden tüm insanlığı, hatta bir tür olarak insanı sorumlu tutması) karşın bu söylem, aslında homojen ve farklılaşmamış bir ‘insanlık’ varsaymasıyla sorunun asli sorumlularını aklayıcı, en azından görünmez kılınmasını sağlayıcı bir işleve sahip.
İnsan merkezcilik eleştirisi doğa ve insan arasındaki diyalektiği, yani insanın aynı zamanda doğanın bir parçası ve de ondan bilince sahip olması dolayısıyla ‘ayrı’ olma ‘ayrıcalığını’ göz ardı etmemeli. İnsanın diğer canlı varlıklarla olan özdeşliğini/devamlılığını vurgularken bunun sonucu, yani evrimsel sürecin ürünü olan ‘benzersizliğini’ ve farklılığını da vurgulayan bir perspektife sahip olunması gerektiğini düşünüyorum. İnsanın yerküreyi işgal eden sayısız canlı türle hiyerarşik bir ilişkiye değil, bir kader birliğine sahip olduğunu vurgulamayı amaçlayan bu perspektif, ekolojik krizin aşılmasında insanın neden ‘merkezi’ bir rol üstlenmesi gerektiğini de açığa çıkarır. İnsanlığın toplumsal örgütlenişinin özgül biçiminin geldiği aşama ve bunun doğayla olan ilişkisi, yeryüzü üzerindeki canlı yaşamını bugün olduğu gibi radikal bir biçimde tehdit edebileceği gibi evrimsel süreci zenginleştirecek bir işleve de ulaşma potansiyeline sahiptir.
5- Ülkemizde sol içinde yaşanmış birlikte iş yapma ya da birlik oluşturma deneyimlerinde yeşiller ve ekolojistler hep bir “yeşil renk” olarak, büyük mücadele içinde çevreyle ilgilenen bir tür kol ya da komisyon gibi görüldüler. Ekolojiyle ilgili konular da gündemin son sıralarına atıldı. Bu algının ve tecrübenin en azından yeşiller arasında oldukça yaygın olduğunu söyleyebiliriz. Siz bu eleştirilere hak veriyor musunuz ve son yıllarda yaşadığınız deneyimlerden yola çıkarak örgütsel, seçim bazlı ya da iş üretme ölçeğinde bir sol-sosyalist ortaklık durumunda yeşil politikanın yerini nasıl görüyorsunuz?
Türkiye sosyalist hareketi içerisinde birlikte iş yapma, birliktelikler ya da ittifaklar oluşturma meselesi her zaman sorunlu olmuş; ilkelere dayalı açık, demokratik, karşılıklı öğrenme ve birlikte eylemeye dayalı aşağıdan inşa perspektifli birliktelikler yerine ‘büyük’ güçlerin diğer katılımcıları hegemonize etmeye çalıştığı, bürokratik, yukarıdan aşağıya kotarılmış geçici biraraya gelme biçimleri hakim olmuştur. Bu anlamda bu tür deneyimler içerisinde yeşiller ve ekolojistlerin bir tür ‘çevre kolu’ gibi algılandığını da teslim etmek gerekiyor.
Ancak yukarıda vurguladığım gibi, kanımca, programının ana unsuru olarak emek ve doğa sömürüsünün koşutluğunu ihtiva etmeyen yaklaşımların önümüzdeki süreçte giderek daha ağır biçimde etkilerini yaşayacağımız ekolojik kriz karşısında söyleyecek sözlerinin çok sınırlı olacağını düşünüyorum. Bu anlamda gerek halihazırdaki sosyalist hareketlerin gerekse de oluşturulması muhtemel birlikteliklerin program ve söyleminin kurucu unsuru ekolojik krize karşı insan-doğa ilişkisin nasıl radikal biçimde yeniden tarif edilmesi gerektiğine ilişkin önerileri olmalıdır.
Öte yandan ekososyalizmin, bu noktada, emeğin ve doğanın, sermayenin tahakkümü altına alınması ve sömürülmesini iki ayrı olgu olarak değil, tam da birbirini bütünleyen bir sürecin parçası olarak değerlendirdiğini (bu resme kadın üzerindeki tahakkümü de eklemek gerek elbette) vurgulamak gerek. Ekososyalistler için sermayenin tahakkümü, cinsiyetçilik/patriyarka ve ekolojik yıkım arasındaki içsel ilişkiyi anlamak, kapitalizm çerçevesindeki temel çelişkinin sermaye ile yaşam arasında olduğunu idrak etmek anlamına gelir. Dolayısıyla oluşturulacak bir ‘birlik’ sosyalist ve ekolojik hareketlerin ayrı temalarının eşit bir biçimde yer alacağı bir zemin, ‘mekanik’ bir birliktelik değil, tam aksine bunların bütünsel ve ‘organik’ birlikteliğini idrak etmiş bir anlayış olmalıdır.
Son olarak, yukarıda vurgulanan tipte birlikteliklerin gerçekleşmesi için yeşil ve ekolojist hareketlerin de sistem karşıtı özelliklerini pekiştirmeleri gerektiğini düşünüyorum. Yeşil hareket ekolojik yıkımın önüne geçmenin yolunun ‘uluslarası toplumu’, egemen siyasi elitleri ve çokuluslu şirket yöneticilerini ‘alternatif projelere’ ikna etmekten geçtiğini savunan teknisist ve aslında ekolojik krizi yönetmeye aday olmaktan öteye gitmeyen yaklaşımlarla arasına mesafe koymalıdır. Bu anlamda özellikle Alman yeşillerinin ideolojik ve pratik evrimi kaygı vericidir. Pasifizm ve ekoloji alanlarında öncü konumundaki bir hareketten müesses nizamın ‘sorumluluk sahibi’ bir merkez partisine evrilme süreci neredeyse tamamlanmıştır.
Ekolojik çöküşün insanın doğayla girdiği ilişkiyi dolayımlayan özgül toplumsal örgütlenme ve üretim biçimini, yani kapitalizmi sorgulamadan aşılabileceğine inanan “eko-reformist” ve “eko-modernist” görüşlerin insanlığı çıkmaza sürüklediği giderek açığa çıkıyor. İçerisine büyük bir hızla sürüklendiğimiz bu topyekûn ekolojik çöküş ihtimali karşısında çözüm yolunun hâlâ sermayeyi, devleti, ezcümle muktedirleri ikna etmekten geçtiğini savunmak artık anlamsız hale gelmekte. Ekolojik olarak adil ve rasyonel bir topluma ulaşmak ekolojik siyasetin radikalleşmesi ve kapitalizmden kopuş perspektifini benimsemesiyle mümkün olacak.
(Bu söyleşi Üç Ekoloji dergisinin 7. sayısında yayımlanmıştır.)