Foti Benlisoy – Walter Benjamin, tarih üzerine tezlerinde özgürlük mücadelesinin sadece gelecek güzel günler için değil, mağlup kuşaklar için de verildiğini yazar. Benjamin’e göre işçi sınıf ve onun mücadelesi için “gelecek kuşakların kurtarıcısı rolünü” yeterli saymak büyük bir yanlıştır. Zira Benjamin için, tahakküm edenlere karşı nefret de devrimci fedakârlık da “köleleştirilmiş atalarımızın imgesiyle beslenir, torunlarımızın kurtarılması idealiyle değil.” Özgürlük mücadelesi garantisizse, tarihin “nesnel” yasaları uyarınca zafere ulaşacağı kesin değilse, onun esinleneceği, dayanacağı yegâne şey, “köleleştirilmiş atalarımızın” zincirlerini kırmaya cüret ettikleri anlar olacaktır. Paris Komünü, Benjamin’in “ezilenlerin geleneği” dediği ve tabi olanların, tahakküm ve sömürünün sürekliliğini kırmayı başardığı istisnai uğraklardan biridir. Bu anlamda da yeni mücadeleler için ilham ve referans teşkil eden kısa da olsa bir özgürlük momentidir. Dahası Paris Komünü, bir halk ayaklanmasının, devrimin arketipidir adeta; devrimcilerin eskiden olduğu gibi şimdi de hayranlık ve özlem duyduğu, yasını tuttuğu ve sorguladığı devasa bir sıçrayıştır. Bu yüzden olacak, sovyet devrimi ayakta kalıp Paris Komünü’nün yaşadığı iki küsür aylık zamanı aşar aşmaz Lenin’in sevinçle karlar arasında hopladığı rivayet olunur.
Paris Komünü Marksist siyaset düşüncesi ve devrim tahayyülü açısından bir dönüm noktasıdır. Marx, Enternasyonal için kaleme aldığı Fransa’da İç Savaş adlı çalışmasında Komün’ün bir emekçiler iktidarı olarak siyasal anlamını çözümler. Ona göre Komün’ün “gerçek gizi şudur: üreticiler sınıfının mülk sahibi sınıfa karşı mücadelesinin ürünü, emeğin ekonomik kurtuluşunun gerçekleşebileceği en sonunda bulunan politik biçim; temelde bir işçi sınıfı hükümetiydi.” Buradaki merkezi fikir, devrimin mevcut devleti fethetmekle ilgili bir eylem olmadığı, esas olanın devlet aygıtını “parçalayarak” yerine doğrudan demokrasi esinli yeni bir siyasallık biçimi konulması gereğidir. Devrim mevcut iktidarı ele geçirmeye dönük bir hamle değil, “bizzat devlete, toplumun bu doğaüstü yaratığına karşı yapılmış” bir eylem olmalıydı. Arthur Rosenberg, Bolşevizm Tarihi adlı eserinde, Karl Marx’ın Komünü kayıtsız şartsız desteklemekle kalmayıp onu bir devrim “modeli” haline getirmesine belirleyici bir önem atfeder. Ona göre böylece Marksizm “ihtilalci bir gelenek” kazanmış olur: “Bu andan sonra Marksizm, yeryüzünde savaşan bütün işçilerin ortak davası haline geldi. Bu büyük başarıyı hesaba katarak, Komün’ün siyasi rejimini, yani merkezi Devletin ortadan kaldırılmasının işçi ihtilalinin klasik örneği olduğunu kabul etmek zorunda kaldı.” Göğün fethine dönük her sıçrayışta Komün referansı olmazsa olmazdır artık. Unutmayalım, Lenin de en liberter eseri Devlet ve Devrim’de Paris Komünü’ne dönecek ve yaklaşmakta olan sovyet devrimini Komün deneyimi temelinde anlamlandırmaya ve tarif etmeye çalışacaktı.
Ayaktakımının Parisi
Bu haddinden uzun girizgâhın ima ettiğinin aksine bu yazı doğrudan doğruya Paris Komünü hakkında değil elbette. Konumuz, ünlü Fransız çizer Jacques Tardi’nin Jean Vautrin’in aynı adlı romanından hareketle çizdiği Halkın Çığlığı adlı çizgi roman. Hemen belirtmek gerek, Halkın Çığlığı, Paris Komünü’nü resimlerle aktaran bir çizgi-belgesel değil. Devrim saflarına katılan Yüzbaşı Antuan, onun sevdiği ve Paris’in suç dünyasının efendisi Edmond Trökar’ın “kapatması” Gabriella, vahşi bir cinayetin kurbanı olan üvey kızının intikamını almak isteyen eski mahkûm yeni komiser yardımcısı Gronden, polis hafiyesi Bartelemi, bir eskici yamağından Komün savaşçısına dönüşen Zike, fotoğrafçı Teofil gibi, 1871 bahar aylarının yarattığı fırtına içerisinde tasvir edilen karakterler etrafında gelişen bir öykü. Fırtınanın nasıl başladığını kısaca hatırlayalım: Her şey 18 Mart günü Paris halkını silahsızlandırmak isteyen Adolphe Thiers başkanlığındaki hükümete bağlı güçlerin şehrin çeşitli bölgelerindeki toplara el koyma girişimiyle başlar. Thiers hükümeti, kısa zaman önce Prusya karşısında Fransa’nın ağır bir mağlubiyet yaşadığı savaş sonucunda düşen III. Napolyon rejiminin yerini almıştır. Ancak Thiers ve avanesi, Paris’i kuşatmış Prusyalılardan çok Paris’in köktenci ayaktakımından ürkmektedir. Neticede halk topları askerlere vermez, askerler Paris halkıyla kardeşleşir. Thiers ve müesses nizamın temsilcileri korkudan Versailles’a kaçarlar; Paris’in efendisi artık 28 Mart’ta ilan edilen Komün’dür. Halkın Çığlığı’nın hikaye ettiği karakterlere işte bu devrimci kalkışmanın içerisinde rastlarız; barikatın kâh bu yanında kâh öte tarafında.
1871 yılının bahar aylarındaki Paris; umutları, coşkuları, hayal kırıklıkları ve acılarıyla Tardi’nin çizgilerinde hayat buluyor gerçekten. Bir şenlik ya da karnaval olarak devrim ve hemen akabinde bir büyük felaket olarak karşı devrim, “küçük” ya da “sıradan” insanların, bir büyük tarihsel an içerisinde kâh sürüklenen kâh kaderine sahip çıkmaya çalışan insanların gözünden ve dilinden aktarılıyor. Halkın Çığlığı, “küçük” insanlar için bir saygı, bir minnet gösterisi adeta. İki cilt boyunca Paris’in yoksul mahallelerinden, batakhanelerinden, atölyelerinden, genelevlerinden fırlayan karakterler Vallès, Feré ya da Varlin gibi Komün’ün tarihsel figürleriyle birarada arz-ı endam ediyor. Bu “sıradan” insanlar olanca “küçüklükleriyle”, yani ayakta kalabilmek için dalkavukluktan hileye başvurdukları türlü varkalma stratejileriyle allayıp pullanmadan, idealize edilmeden, “kızıl proletarya” kültüne sarılmadan sunuluyorlar. Devrimin göbeğinde yaralı Komünarları taşıyan bir arabayı kiralamak için malın gözü ihtiyar denizciyle kurnaz arabacı arasındaki pazarlık tam iki sayfa aktarılıyor mesela. Yalan söyleyen, çalan, kumpas kuran aynı insanlar Komün barikatlarındaysa gerçek kahramanlara dönüşüyor, devleşiyor. Sirkte çalışan bir cüce olan Matmazel Palmir, karşı devrimcilerin saldırısı karşısında başında Frigya külahı, belinde neredeyse boyunun yarısı kadar bir revolverle cepheye, barikatlara katılmaya karar veriyor: “Komünün bütün evlatlarına ihtiyacı var! En küçüklerine bile! Birazdan barikatlara gideceğim! Kaldırım taşlarını taşıyacak gücüm var elbet!” Versailles askerlerince işkenceyle hunharca katledilecek olan cüce Palmir devleşmiş, Fransa’nın ulusal sembolü Marianne’nin yerini almıştır artık. Yine sirkte çalışan Marbüş’ten, geneleve kapatılmış Gabriella’ya devrimin kahramanları hep bu “küçük” insanlardır. En çok da kadınlardır. Tardi’nin çizimlerinde, Komün’ün feminist mirasına uygun şekilde, Louis Michell ve Elisabeth Dmitrieff gibi tarihsel figürlerden Gabriella, Palmir ya da Lili gibi “isimsizlere”, kadınlar cesaretleri ve devrimci coşkularıyla hep en öndeler.
Devrim karnavalı
“Saygın” sınıfların ölesiye tiksindiği bu ayaktakımı, Komünle yücelir, gerçek değerini bulur. Gabriella, Paris toplarını almaya gelmiş askerlerin süngüleri karşısında dönemin popüler bir devrimci marşını gururla haykırır: “Doğumum samanaltı, sarayım tek göz odam. Ayaktakımı, evet, benim!” Manevi dünyası intikamla çürümemiş olsa Komünarların safında vuruşacağı aşikâr olan komiser yardımcısı Gronden ayaktakımının, yani hep aşağılananların yüceliğinin farkındadır: “Çoğu zaman batakhanelerin kıyısı köşesinde, en izbe meyhanelerin dibinde buldum yüksek ruhları. İyiliğin sırf görünüşteki o görkemle çalım sattığı ışıltılı salonlarda değil de cürmün kol gezdiği caddelerde çok daha fazla ahlak dersi olduğunu, üstelik kötülüğünde de daha beter ceza gördüğünü anlamam uzun sürmedi.” Aslında Enternasyonal marşındaki ifadeyle bugün “hiç” olanların devrimle, isyanla, bir anda “her şey” olmasında bir garabet yoktur; çünkü Komün bir komplo ya da darbe değil de otantik bir devrim, ezilenlerin şölenidir. Komün’de otorite sahibi büyük şefler olmamasına şaşıran Daily News muhabirine karşı Marx, “bu durum, siyasal idollere ve ‘büyük adamlara’ muazzam bir ihtiyaç duyan burjuvayı şaşkınlık içinde bırakır” diye ironik bir cevap veriyordu, devrimin “büyüklerin” değil “küçüklerin” mesleği olduğunun bilinciyle.
Burjuvaziyi ürküten de zaten ayaktakımının, “tehlikeli sınıfların” burjuvazinin sembolik düzenini ihlal ederek Paris’e el koyması, Tayyip Erdoğan’ın sevdiği deyimle “ayakların baş olmasıdır”. Komiser Meplüşe’nin sözleriyle, “bu cicibeyim tavcıları, bu tufacılar, arpacılar, çiğciler, tektaş raspacıları, kerhane babaları, ev fareleri, orospu sülükleri, hacamatçılar, bu kıçıkırıklar, sokak kızları, komün kundakçıları”nın Haussman’ın, küçük Napolyon’un, burjuvazinin Paris’ini ele geçirmesi akıl almaz bir “barbarlık”tır. Komün, kent mekânının tabi sınıflarca zaptedilmesi, kurtarılmasıdır. Napolyon Bonaparte’ın zaferlerini simgeleyen Vendome sütununun Komün tarafından yıkılışı bu el koyuşun, mekânı özgürleştirmenin en etkileyici örneği, adeta sahneye konuluşudur. İtiraf etmek gerek, Vendome sütununun yıkılışı dahil, ayaktakımının kentsel mekânı zaptettiği o büyük ihtilallere has devrimci şenlik atmosferini Tardi, hemen her detaya karşı hassas ve dikkatli ama aynı zamanda sade ve berrak çizgileriyle muazzam bir şekilde aksettiriyor. Devrimci coşkunun, her şeyin ters yüz olduğu devrimci karnavalın aktarıldığı çizimler gerçekten çok etkileyici.
Enkazların Tanıklığı
Halkın Çığlığı’nın en çarpıcı bölümü, Thiers hükümetine bağlı Versailles askerlerinin devrimi kanla bastırışını anlatan “Enkazların tanıklığı” adlı son kısım. 30 bine yakın insanın infaz edildiği; esirlerin, yaralıların, hastabakacıların, hatta çocukların kurşuna dizildiği kelimenin gerçek anlamında bir katliamın dehşetini Tardi büyük bir maharetle kâğıda döküyor. Bir elinde küçük kızını tutan, diğer elindeki şemsiyeyi de can vermiş komünarın vajinasına sokan burjuva kadınını ya da kitlesel infazları aktaran kareler sarsıcı. Kitlesel kıyım ve vahşet, Paris’i işgal eden askerlerin işi değil yalnızca. Şehrin burjuvazisi kıyıma büyük bir iştiyakle, sınıf kininin şehvetiyle katılıyor. Yaralı ve ölülerin taşınmasına yardımcı olan ve katliama tanıklık eden Gabriella şöyle anlatıyor: “Versay’ın zaptettiği mahallelerde Pazar ayininden çıkmışa benzeyen, eşlerine ve çocuklarına özenli saygıdeğer beyler gördüm, ellerindeki şişeleri ölülerin ağızlarına, vajinalarına sokuyorlardı. Çocukları iğdiş edip suratlarına tekme atıyor, gözlerini oyuyor, karınlarını deşip, hâlâ sıcak bağırsaklardan kafalarına süs yapıyorlardı ellerindeki gümüş bastonların ucuyla! Uysal, Katolik, vatansever Fransızlar… dürüst insanlar, kıyıcı, sığ ve ihbarcı!” Mitralyözle katledilen Komün taraftarlarının gösterildiği bölüm, II. Dünya Savaşı’nda Nazi özel savaş birlikleri Einsatzgruppen’in Doğu Avrupa’daki kitlesel Yahudi infazlarını hatırlatıyor insana ister istemez. Gerçekten de Komün’ün kanla ezilmesi, bu “sınıf soykırımı”, 20. yüzyılın barbarlıklarının “erken” bir örneği sayılmalı aslında.
Artık sona ermesi gereken bu yazının başlığı büyük devrimci Auguste Blanqui’ye ait. Halkın Çığlığı’nın hemen sonunda, Paris’te artık “düzen hâkim” iken, hayatta kalan iki genç Komün savaşçısı Zike ve Lili haykırırlar bu sloganı. Aslında Blanqui, daha 17 Mart gecesinde, yani devrim patlak vermeden hemen önce, Thiers’in ajanlarınca tutuklanmıştır. Buna karşın, ayaklanmadan birkaç gün sonra Blanqui komünün başına getirilir. Komün yetkilileri, Thiers hükümetiyle Blanqui’nin serbest bırakılması için pazarlığa girişir ve Blanqui karşılığında ellerindeki tüm mahkûmların serbest bırakılmasını teklif ederler; ancak Thiers reddeder. Böylece Blanqui devrime katılamaz. Blanqui devrime liderlik etmez ancak hapiste olduğundan katılamadığı bu devrimin sembollerinden biri olur. Bu bağlamda olacak, başta andığımız Benjamin, “Blanqui’nin önceki yüzyılı yerinden oynatan adının” hafızalardan silinmesini büyük bir felaket, ezilenlerin geleneğinin konformizme teslim edilişinin bir örneği olarak görür ve uyarır: “Düşman kazanacak olursa, ölüler bile payını alacak bundan. Ancak bu endişeyi duyan tarihçi, geçmişteki umut kıvılcımlarını alevlendirme yetisine sahiptir.” Unutmamak gerek, her devrimci kabarış, sadece geleceğe değil, aynı zamanda geçmişe, “geçmişteki umut kıvılcımlarına” doğru da bir sıçramadır. Geçmiş mücadelelerin, yenilgilerin hafızası olmadığı zaman, “atalarımızın köleleştirilmiş imgesi”, duvar dibinde kurşuna dizilen Komünarlar bize yön vermediği vakit, gelecek için mücadele eksik kalır, kötürümleşir.
(Bu yazı, Agos gazetesinin Kitap ekinin 16 Aralık sayısında yayımlanmıştır)