Sanem Öztürk –
“O akşam ölmeyeceğimi bilseydim, bu olay yaşanmazdı ve ben hâlâ esaret altında işkence görmeye devam edecektim.”
Ayşegül Erke
Malumunuz, buralarda şartlar çetin.
Ve lâkin kadınların izinsiz sokağa çıktığı, tayt giydiği, facebook hesabı açtığı, piercing taktığı, çalışmak istediği, boşanmak istediği, ayrılmak istediği için şiddet gördüğü, öldürüldüğü bir ülkede, her gün en az bir kadın cinayetinin normalleşmeye başladığı bir ülkede, şiddet gördüğü için destek isteyen kadınların “yuvanı yıkma” masalıyla işkencehanelerine geri yollandığı, kadın katillerinin mahkemede kravat taktığı için iyi hal indiriminden yararlanabildiği bir ülkede şartlar kadınlar için hepten çetin. Hal böyle olunca kadınların maruz kaldığı şiddeti ve kadın cinayetlerini görünür kılmak ve devletinden medyasına, şiddeti ve kadın cinayetlerini engellemek şöyle dursun meşrulaştıran ve normalleştiren kim varsa hesap sormak başlı başına hayati bir mücadele. Bir o kadar hayati olan ise, kadınların yalnızca “sıradan, adli, üçüncü sayfa” cinayet vakalarının ve şiddetin mağduru olmadıklarını, erkek şiddetine bir şekilde direnen, hayatta kalmak için direnen, ölmemek için öldürmek zorunda kalan kadınların varlığını ve mücadelesini, kadın dayanışmasını görünür kılmak; ataerkil yargı sürecine, ana akım medyanın linçine karşı bu kadınların yanında yer almak.
İstanbul Feminist Kolektif, geçtiğimiz yılın başından itibaren tam da bunu yapıyor; hayatta kalabilmek, kendilerini ve kimi zaman çocuklarını kurtarabilmek için, kendilerine şiddet uygulayan ve öldürmeye teşebbüs eden erkekleri öldürmek ya da yaralamak zorunda kalan kadınların hikâyelerini izliyor, yargı süreçlerini takip ediyor ve rapor haline getiriyor. Güldünya Yayınları tarafından yayınlanan “Kirpiğiniz Yere Düşmesin” işte bu çalışmanın ürünü.
İstanbul Feminist Kolektif’in titizlikle derlediği kitapta yaşamak için öldürmek zorunda kalan kadınlarla ilgili daha önce İFK tarafından hazırlanmış aylık raporlarda da yer alan pek çok veri, bilgi ve ayrıntıya ulaşmak mümkün. Fakat “Kirpiğiniz Yere Düşmesin,” veri derlemekten çok daha fazlasını yapıyor. Yargı süreçlerinin nasıl işlediğine, medyanın hikâyenin arka planını, sistematik şiddet geçmişini göz ardı ederek ve olayın kendisine odaklanarak kadınların özsavunma hakkını kullanmalarını nasıl adli cinayet vakalarına ve üçüncü sayfa haberlerine dönüştürdüğüne, kadınlara destek amacıyla gerçekleştirilen eylemlere ve müdahil olma süreçlerine özel bir yer ayrılmış. Feminist kadınlar tarafından hayatlarına sahip çıkan kadınlar üzerine yazılmış ve farklı mecralarda yayınlanmış yazılar da kitabın önemli bir bölümünü oluşturuyor. Ama elbette en önemlisi, kadınların kendi ağzından dökülenler; şiddetten korunmak için her yolu deneyen, en sonunda ölmemek için öldürmek zorunda kalan kadınların tanıklıkları.
Özsavunma haktır!
“Her gece düşünüyorum. Kafamda hâkim oluyorum, savcı oluyorum, avukat oluyorum, ‘nerede yanlış yaptım?’ diyorum, ‘başka ne yapabilirdim?’ diyorum. Yok, en ufak bir çıkış yolu, başka çare olmadığını bir kez daha, bir kez daha görüyorum.”
Yasemin Çakal
Ailesinden birinin tecavüzüne uğrayan Nevin Yıldırım’a cinayet zanlısı olarak çıkarıldığı mahkemede hâkimin ısrarla sorduğu soru, bu ülkedeki yargının cinsiyetini ortaya seriyor: “Tecavüze uğradığını ailene neden söylemedin?” Ya da Cemre Baytok’un makalesinin başlığı, cebinde sürekli bıçakla gezen kadın katillerine tepside sunulan ceza indirimlerinin meşru müdafaada bulunan, hayatını savunan kadınlardan neden esirgendiğini anlamamıza yetiyor: “Aynı bıçak: ‘Cepte taşınan’ ve ‘mutfaktan kapılan’ arasındaki fark.”
Kendisine sürekli işkence yapan kocasını öldüren yirmi dört yaşındaki Gülfidan Kuşoğlu’nu ve davayı izleyenleri şaşkına çeviren nefsi müdafaa ile beraat kararı, ne yazık ki yargının kadınların özsavunma hakkını dikkate aldığı nadir kararlardan biri. Hayatlarına sahip çıkan kadınların çoğu, kendi istediği gibi giyinmediği için sevgilisini öldüren erkeklerin öldürme eylemiyle, yirmi yıl boyunca “sizi öldüreceğim, bu evin içine gömeceğim seni, ne devlet ne anan hiç kimse seni bulamayacak” diyen kocasının işkencelerine çocuklarıyla birlikte maruz kalmış olan ve olay gecesi kocasının kendi üzerine saldırırken elinden düşürdüğü bıçağı kaptığı için canını kurtarabilen Ayşegül’ün öldürme eylemini birbirinden ayıramayan, ayırmak istemeyen, kadınların yaşadığı sistematik şiddet üzerine on dakika bile kafa yormamış olan hâkim ve savcıların karşısında buluyorlar kendilerini.
Erkeklerin beyanı ceza indirimlerinin kapısını açmaya yeterken, kadınların beyanı yargıyı ikna etmeye yetmiyor; delil üstüne delil, tanık üstüne tanık, rapor üstüne rapor isteniyor. Hayatta kalmak için, can havliyle kapılan bıçak ile sürekli cepte taşınan bıçak aynı kefeye konuyor.
Yetmiyor… Dava sürecinde Yasemin’i, Nevin’i, Çilem’i desteklemek, dışarıda sayısız kadının onlarla tek yürek olduğunu, mücadelelerine ortak olduğunu, asla yalnız yürümeyeceklerini söylemek isteyen kadınlar çoğu zaman mahkeme salonuna bile yaklaştırılmıyor, tartaklanıyor. Ama Nevin’in kendisine dışarıdan sürekli mektup yazan Hasbiye’ye yazdığı mektupta içini döktüğü gibi, seslerimiz bir şekilde birbirini buluyor: “Sizi içeri almadılar. Sağ olsunlar. Ben sesinizi mahkemenin ortasında duymuştum.”
Kadın dayanışması yaşatır
“Cezaevine ilk geldiğimde uyurken gözlerimin açık kaldığını söylüyordu koğuş arkadaşlarım, çünkü halen onu arkamda hissediyordum. Artık ensemde ölüm korkusu olmadan uyuyabiliyorum. Birçok kadın mektup yazıyor… Hepsine cevap yazıyorum, çünkü birbirimize güç verdiğimizi hissediyorum.”
Çilem Doğan
Derlemedeki makalesinde Ayşegül Taşıtman, Muğla’daki üniversite öğrencisi Feride’nin kaçırılmasının ardından bir kadının daha kaçırılıp katledilmesine engel olmak için kadınların sosyal medya üzerinden hızla nasıl örgütlendiklerini, devletten ve polisten nasıl hesap sorduklarını ve Feride’ye sağ salim ulaşılmasını sağladıklarını bize hatırlatıyor. Kadınların ya sistematik şiddet ve işkence ile öldürülmelerini, ya da yaşamak için öldürmelerini engelleyemeyen, şiddeti abarttığımıza kanaat getiren devlet, erkek şiddeti ile mücadelede sorumluluk almıyor; kadınları aile içine hapsetmek, susturmak ve izole etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Ama hiçbirimiz yalnız değiliz; hiçbirimiz yalnız olmak zorunda değiliz. Dört bir yanımız şiddetle, ölümle ve çaresizlik hissiyle çevriliyken birbirimizden güç alıyoruz.
Kadınlar inatla örgütleniyor. İnatla hem kendilerinin, hem de birbirlerinin hayatlarına sahip çıkıyor. Birlikteyken korkmuyoruz. Yolumuz, yordamımız değişiyor; kâh bir kadına öldüresiye saldıran bir erkeğin üstüne balkonlarımızdan saksılar fırlatıyoruz, kâh yaşam hakkı için hapiste olan bir kadına iki satır da olsa mektup yazıyoruz, kâh erkek adalet karşısında meşru müdafaa haklarını savunuyoruz. Kadın dayanışmasının yaşattığını biliyoruz.
Üstelik Çilem’in, Nevin’in, Ayşegül’ün, Yasemin’in, Gülfidan’ın, daha pek çok kadının direnişinde, hayatlarına sahip çıkışında kendimizden çok şey buluyoruz. Pınar Öğünç derleme içinde yer alan makalesinde hislerimize büyük bir isabetle tercüman oluyor: “Daha dün Sare Davutoğlu’nun ‘kadına şiddet’ demenin meseleyi büyüttüğü beyanının gösterdiği gibi, politik niyetsizlikten yılmış durumda kadınlar. Her şeye rağmen kendilerine akıl verilmesinden ve de işlemeyen adalet mekanizmasından… Her kadının içinde intikamının alınmadığını hissettiği bir şiddet hikâyesi var çünkü, geçmişten aldıkları dersler var.”
“Bu kitap mutlaka yayınlanmalıydı” hissi ile “keşke hiç yayınlanması gerekmeseydi” hissi arasında gelgitler yaşamadan okumanın pek mümkün olmadığı bu derlemenin isim annesi, geçtiğimiz yılın Temmuz ayında, evlendiği günden beri kendisine sistematik şiddet uygulayan kocasını öldüren Çilem Doğan. Hapishaneden kadınlara yazdığı mektupta kadın dayanışmasının hayatı nasıl değiştirebileceğini okuyanın aklına kazıyacak kadar güzel anlatıyor Çilem: “Bir kadın isterse kendini doğurabilir. Bir kadın isterse dağ başında bile kalsa dimdik durabilir. Mücadele verebilir, sıfırdan başlayabilir. Burada karanlık çöktüğünde yalnız hissetmiyorum kendimi. Siz iyi insanlar iyi ki varsınız. Kadın arkadaşlarım, hiçbir zaman kirpiğiniz yere düşmesin. Alnınız hep dik; dimdik onurlu kalsın. Bir kardeş olarak ellerimi avucunuzda hissediyorum.”
(Bu yazı Yeniyol’un Mart-Nisan 2016 tarihli 18. sayısında yayınlanmıştır)