Masis Kürkçügil


Ocak 1979

Yüzü aşkın insanın katledilmesi ile toplumun hassas kesimlerinin tümüne birden bir alarm verilmiştir. Yalnızca farklı mezhebe sahip olan insanların değil, yalnızca demokratların, ilericilerin, devrimcilerin değil, çocukların, kadınların ve yaşlıların öldürüldüğü Kahramanmaraş “soykırımı” toplumun bugüne dek benzeri görülmemiş bir faşist tertiple karşı karşıya olduğunu göstermektedir. İlk kez sivil faşist güruhlar bu kadar tertipli ve bu kadar yoğun, acımasız ve vahşi bir biçimde, bu kadar kitlesel bir cinayet işlemektedirler. Bu açık kitle terörüne karşı ne hükümetin beyanattan ne kolluk kuvvetleri önleyici bir işlev görmemişlerdir. En basit insanlık hakkını, ‘can güvenliğini’ devlet güçlerinin sağlayamamış oluşunun yanısıra halk da savunma gücünden yoksundur. Eğer devlet “yurttaşların” kitlesel teröre, Başbakanın deyişiyle ‘soykırımına’ karşı can güvenliğini sağlayamıyorsa, “yurttaşların” birleşerek kitlesel bir biçimde kendilerini savunmaları suç mudur? “Direnme hakkı” faşistler için Kahramanmaraş’ta doğmuşsa (!) ve bu engellenememişse, halka salık verilecek olan evlerinde oturup başlarına gelecekleri beklemek mi olacaktır? Artık “nefsi müdafaa” bireysel değil kitlesel bir geçerlilik kazanmadıysa, kapılarına üç hilal resmetmeyen herkesin katledilmesini mi beklemek zorundayız? İşçi sınıfı, çalışan yığınlar, ezilen kesimler, ezilen   ulus   savunmasız,    faşist   çetelerin   insafına bırakılmıştır. Özsavunma (nefsi müdafaa) derken bir devrim çağrısı yapmıyoruz; en basit insanlık hakkı olan can güvenliğinin başkası tarafından sağlanabileceğine dair, varsa inancı olanların, bu inancın son olaylarla berhava edildiğini söylüyoruz. Faşist çetelerin teröründen kaybı olacak herkesin, evleri basıldıktan, çocukları öldürüldükten sonra değil, iş işten geçmeden bir yumruk gibi aktif bir tarzda ortak savunmayı hazırlamaları gerektiğini belirtiyoruz. Faşistler, iddia edildiği gibi yalnızca komünistleri, devrimcileri değil, gazetelerde herkesin görebildiği gibi bebeleri, neneleri öldürerek bir insanlık suçu işlemektedirler. Bu vahşet kapınızı çaldığı zaman geç olacaktır. Böylesi ‘soykırımların’ bir kez daha tekrarlanmaması için bireysel çözümlerin, bireysel mücadelenin ve bireysel kaçışların olanaksızlığını, kitlesel teröre (‘soykırımına’) karşı kitlesel özsavunmayı toplumun kılcal damarlarına kadar yaygınlaştırmanın kaçınılmaz görev olduğunu söylüyoruz. Bu bir ayaklanma çağrısı değil, bugüne dek emekçilerin kazanılmış mevzilerinin savunulması ve yaygınlaştırılmasıdır. 26 Aralık 1978’de Türkeş basın toplantısında “Göreceksiniz birçok yerde yine olaylar meydana gelecektir” demektedir Bu yalnızca bir tehdit ise dahi, tehdit altında yaşayan insanlar olmayı reddetmeli ve gereken cevabı verebilmeli-yiz. Canını zor kurtaran 9 çocuklu bir baba “Ya bize yaşama hakkı versinler ya da yurt dışına sürsünler de kurtulalım” diyor. Yaşama hakkını kimse kimseye bahsedemez. Eğer bu hakkımız çiğneniyorsa yaşama hakkımızı kendimiz,’ çocuklarımız için savunmak suç mudur? Yaşadığımız topraklardan gitmesi gerekenler bizler değil faşistler olmalıdır; sürülmesi gerekenler canilerdir, çalışan, ezilen yoksul halk değil.

Kahramanmaraş olayları bir provokasyon mu?

Kahramanmaraş olaylarının açık bir tertibin ürünü olduğu, ‘soykırımına’ öngelen olaylardan da anlaşılmaktadır. Bir sinemadaki filmi bahane eden provakatörler bir bombayı araç olarak seçmekle kalmamış, iki öğretmenin öldürülmesine varmıştır olaylar. Provakasyon, cenazelerin kaldırılması sırasındaki olaylarla artık kitlesel bir boyut kazanmış ve önceden haberli olduğu kesin olan hazırlıklı faşist güruhlar, üzerinde MHP-ÜGD yazıları bulunmayan heryeri tahrip etmeye, insanları katletmeye girişmişlerdir. “Devlet nerededir sorusu parlamentoda ve tüm düzen basınında yükselmektedir.

Sağlık Bakanı Mete Tan beyaz gömleklerini göstererek çemberi aşabildikelirini belirtmekte, Vali’nin dahi can güvenliğinin tehlikede olduğu, hatta “saldırganların’1 olay yerme varan İçişleri Bakanına dahi saldırdıkları bilinmektedir. Hatta vilayet binası az daha faşistlerin eline geçecektir. Sokağa çıkma yasağı ölü sayısını arttırmıştır. Çünkü bir CHP İl Yönetim kurulu üyesinin dediğine göre “…MHP’liIer AP’lilerin de desteğiyle, bu yasağı çiğnediler… Organize bir durum sözkonusudur. Olayları bir MHP Kahramanmaraş milletvekili Yusuf Özbaş yönetiminde, Ankara’dan gelen yüzleri maskeli 50 militanın organize ettiği herkesce bilinmektedir.” (24.12.1978, Milliyet)

Bu provakasyon faşist tarih içinde bir gelenek olduğu gibi, Türkiye’de de ilk değildir ve Türkeş’in beyanatından da anlaşılacağı üzere son değildir. Kitlelere demagojik bir tarzda seslenerek onları kendi gerçek çıkarları doğrultusunda hareket etmek yerine kendi kuyularını kazdırmaya çalışmak faşist propaganda ve terörün en belirgin yönüdür. Artık kimsenin kolay kolay inanamayacağı mezhep çatışması açıklaması, ancak ‘soykırımın’ faşist karakterini gizlemeye çalışanların işine yaramaktadır.

Faşistlerin böylesine kitlevi bir harekete geçmeleri için iş, bu mezhep çatışması ile sınırlandırılmadığı için yeni gerekçeler çekine çekine eklenmeye başladı. 27 Aralıktaki konuşmasında Batur, “Türkiye’nin, sosyal, ekonomik, etnik ve mezhep konularında asırlık problemleri vardır” demekte ve hükümet dahil tüm düzen partileri bölücülükten şikayet etmektedirler. Etnik grupların bir ayaklanması varsa bunun belirtilmesi gerek. Ama kimse böyle birşey dememektedir. O zaman sorunaçıktır: bu “etnik gruplar” kimlerse -ki bu asırlık problemlerden biri olarak görüldüğü halde, bu problem üstüne bir tartışma ya da bilimsel çalışmanın kimi bilim adamlarına nelere mal olduğu da bilinmektedir- onlara karşı bir hareket sözkonusudur. “Etnik grupların” kendilerini savunmalarının ise nasıl karşılanacağı bilinmektedir.. O takdirde provakasyon yalnızca ‘soykırım’ ile sınırlı kalmamakta, “etnik gruplara” yönelik olmaktadır. Yani apansız, savunmasız bir halde yeni ‘soykırımlarını’ meşrulaştırmaya yönelik bir provakasyon vardır.

Provakasyondan beklenenler bu kadarla sınırlı değildir. MHP hükümetin bir nebze faşist güruhlara karşı operasyonlara girmesi ile sıkıyönetim teranelerine başlamıştır. El hak bugün bu isteğini gerçekleştirmiştir (Sıkıyönetime oy veren MHP’liler 13 vilayeti az görerek daha da fazlasını istemişlerdir). Bu MHP için bir basandır. MHP’nin Sıkıyönetimden beklediklerini şöyle sıralayabiliriz: Partiler düzeyinde, MSP’nin dinci görünümünü aktif mücadele içinde kendine kanalize etmek ve böylece tabanını genişletmek yine aynı şekilde AP’nin yeterince milliyetçi olmadığını eylem içinde kanıtlayarak AP’yi faşizmin hıkdeyicisi haline getirmek ve ordu içindeki mevzilerini ilkin savunmak sonra genişletmek şu anda kitlelerin CHP kişiliğinde somutlanan parlamenter sisteme güvenini sarsmak, devlet aygıtlarını laçkalaştırmak. Üç CHP’linin konuşmaları bu açıdan ilginçtir. Batur şu soruyu sormaktadır: “Milletimizin bundan böyle, partilerimize, yöneticileine ve parlamenter demokratik sisteme güven ve inançları kalacak mıdır?’ Prof. Halûk Ülman (yeni CHP’nin biçimlenmesinde bir ideolog olarak yer alan ve artık CHP+Ordu anlayışının silinmesi gerektiği üzerine ısrarla durmuş olan) ise: “Bu sabah Türkiye’de yeni bir dönem başlıyor. Buna CHP+Sıkıyönetim denebilir. Bunun anlamı Türkiye’de sivil politikanın iflas etmesi-dir..Bu dönem kitlelerin politikaya ve politikacıya inananı ve güvenini yitirdiği bir Türkiye, umut diye siyasal kadrolarda askeri yönetime yönelen bir Türkiye dönemidir,” diyor. CHP’den Prof. Turan Güneş de aynı kuşkuyu paylaşmaktadır: “…Vatandaş Sıkıyönetimi memnunlukla karşılayacaksa, bunun anlamı sivil siyaset adamlarına güvencesinin azalması demektir” (Bkz. 27 Aralık 1978 tarihli günlük gazeteler). Yani askeri müdahale bir umut haline geliyor, yani tam da faşistlerin istediği gibi kitleler politikadan soğuyor ve alanı terörist faşist güruhlara ve onların çanak yalayıcılarına bırakıyorlar.

MHP şimdilik sistemli bir şekilde yürümektedir. CHP de yol açmaktadır. 24 Aralıktı Kahramanmaraş’tan ilk haberler gelirken CHP Genel Sekreteri Üstündağ: “Halk anarşinin kaynağının MHP ve bazı yasa-dışı sol gruplar olduğunu öğrendi.” diye talihsiz bir beyanatta bulundu. Bu yetmezmişcesine Kahramanmaraş’a giden CHP’li milletvekilleri MHP’lilerle ortak deklarasyona imza attılar. Halk artık kimi kime ‘şikayet edecektir?! MHP açıkça CHP’nin tutumu sayesinde meşruiyet yolunda bir adım daha atmıştır. Bir provakasyonla başlayan olay kitlesel bir faşist teröre varmış ve ülke düzeyinde politik durumu sarsalamıştır.

Kahramanmaraş ‘soykırımı’ engellenebilir miydi?

Demirel, “İddia ediyorum, hükümetin herşeyden haberi vardı ama tedbir almadı (25 Aralık) demektedir. Belki polisiye bir ihbar yoktur ama Demirel devam etmektedir: “Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar, bir olaylar zincirinin parçası sayılmalıdır. Kars’ta, Erzincan’da, Sivas’ta, Elazığ’da, Malatya’da, Gaziantep’te, Urfa’da meydana gelen olaylar zincirine Kahramanmaraş olayları eklenmiştir. Kars’tan Adana’ya kadar olan bu büyük çizgi üzerindeki büyük şehirlerimizde bugünkü hükümet kurulduğundan bu yana olaylar büyük boyut kazanmış, adeta alevlenmiştir.” 26 Aralıkta Tercüman ise şöyle bir haber geçmektedir: “Devlet istihbarat teşkilatlarınca içişleri bakanlığına ve hükümete gönderilen raporlarda ‘sıcak hat içinde yer alan illerin Kars, Erzincan, Sivas, Tunceli, Malatya, Elazığ, Urfa, Gaziantep, Kahramanmaraş, Adana’da birtakım kıpırdanmalar olduğu…”

Sorun hiçte açık değildir. Ya hükümet acizdir ya da Turan Güneşin müstehzi sorusundan yapılacak bir çıkarsama ile Hükümet kendi gücüne aşırı güvenden umursamazlık içindedir: “Bazı arkadaşlar MİT devlete istihbarat vermiyor çünkü MHP’lilerin elinde diyorlar. Peki sol bilgileri niye vermiyor? Öyleyse MİT’in yarısı da TİKKO’cuların eline mi geçmiş?” Yakın zamanda dillere destan plan 1970 tarihinde Demirel’e verilen bir raporda faşist hareketin gelişmesi üzerine ne kadar doğru bilgiler ve hatta gelişim hakkında ne kadar doğru saptamalar yapıldığı bilinmektedir. O günden bugüne sokaktaki insanın bile gördüğü gelişmeler herhalde istihbarat or-ganlarının gözünden   kaçmamıştır!    Öyleyse    sorun    nerede düğümlenmektedir? CHP kesinlikle devleti rizikoya sokmak istemiyor. Açıkça devlet kadrolarında faşistlerin yuvalandıkları tüm dünya ve kendilerince bilinirken bir temizliğin devlet organları ve devlet bürokrasisi içinde gedikler açacağı korkusu ile işi zamana tevdii ederek faşist militanların ikna olmasını beklemektedir! Yılmaz Alpaslan (26 Aralık) şu soruyu yöneltmektedir: “Bu aciz hükümetle ne yapacaksınız?  Valisi güvenmiyor, polisi güvenemiyor,   ordusu güvenemiyor.” Bu güvensizliğin bir kanıtı, olaylardan birkaç gün önce İstanbul siyasi polisi ile Asayiş şubesi arasındaki bir anlaşmazlığa yolaçan, ‘solcuları’ içeren olur olmaz bir listenin ilanı ile ortaya çıktı. Adından istifalar geldi. Resmi açıklamalar sırasında söylenenler ilginçti (19 Aralık): “Elde kesin bir kanıt yoktur, uygulamak istenen denge’ politikası sonucu bu kişiler açıklanmışlardır. İzlenen yol yanlıştır ve polisi yıpratıcıdır. Kim suç işliyorsa onun üzerine gidilir. Neden hep sağcılar yakalanıyor? Sorusu karşısında izlenen ‘denge politikası’ polisi yanlış sonuçlara götürür.” İktidarla hemen hemen aynı siyasal düşüncede olan polislerin böylesine kritik bir dönemde kilit noktalardan istifa etmesinin gerekçesi açıktır. ‘Denge politikasına’ bağımlı olmadan faşistlere karşı etkin önlemler almaktan yana olanlar rahat çalışamamaktadırlar!

CHP böylece kendi deyişiyle ‘silahlı sola’ da karşı olduğunu ispatlamaya çalışırken, gerçekte tüm sola karşı tutumunun burjuva merkezci bir partiden farklı olmadığını kanıtlamaktadır. Bunun en açık örneklerinden biri, reformist solun dayanışma yaklaşımlarına karşın son CHP kurultayında kendisi için önemli olanın soldaki %l değil geriye kalan %50 küsur olduğunu beyan etmesidir. Yani Ecevit soldan veba gibi kaçarken faşistleri de içeren 45 milyonun peşine düşmüştür. Bu hayalciliğin de ötesinde, tam bir “sosyal-demokrat” umursamazlığı ve siyasal miyopluğudur. Ama bir yandan da Demi-rel’in ağzına almaktan sakınacağı baskı yasalarını “demokratik” bir biçimde sunmaktadır, 12 Mart’ta Nihat Erim’in ünlü balyozunu şalla örtmeye niyetlenmesinden anlayış olarak farklı olan nedir? Ecevit demokrasisi mavi berelilerle kuşatılmış, her an tehdit altındaki bir demokrasidir, Ecevit bu tehditi politik parlamenter manevralarla aşmaya çalışmaktadır; Böylece toplumsal örgünlerin hiçbirine yanaşılmamakta, demokrasiye kendisinin de 12 Mart döneminde belirttiği gibi “bekçilik” edebilecek çalışan yığınların denetiminden kaçınmaktadır. Halûk Ülman. “CHP, eski CHP değildir, Ecevit eski Ecevit değildir” derken bir sosyal demokrat olarak öngördüğü toplumsallaşmanın yerine bonapartist çözümlerin kesinlikle tercih edildiğini görmektedir. (Bkz. Toplumcu Düşünce, sayı 4) Evet yönelinmek istenen demokrasi tek adam demokrasisi ise bunun adı konmalıdır. Muhalefetteyken en azından düşünce özgürlüğü için yapılan vaadlerin ne oranda gerçekleştirildiği gazetelerdeki yayınevi ve dergi sorumlularının tutuklanmaları ve haklarında açılan dava haberlerinden anlaşılabilir. Kimsenin kimseden, demokrasi dilenmeyeceği, CHP saflarından yükselen “toplumsallaşma” tartışmalarından da çıkarsanabilir.

CHP kendi grubunu tatmin edemiyorsa, soldan gelecek eleştirilerin daha radikal olması kaçınılmazdır. Açıkçası değil CHP kuyrukçuları, CHP’lilerin kendileri bile ‘demokrasi’nin varlığını tartişmaktaysa, devrimcilerin kendi demokrasi anlayışlarını tartışp uygulamaya sokmalarının neresi anti-demokratik?

Yeni bir döneme doğru mu?

Son aylarda çeşitli hükümet alternatifleri üzerine tartışmalar gazetelerde görülmektedir. Ayrıca İran halkının Şah’a karşı yürüttüğü mücadele, Amerikan emperyalizminin bu temel dayanağını iyice sarsalamış, yeni siyasal oluşumlara olanak hazırlamıştır. Financial Times, yabancı gazeteler arasında en iyimser çözümlemeyi yapmaktadır: “…Sıkıyönetim komutanları, son sıkıyönetim deneyi sırasında büyük acılara neden olan sola yönelik bîr büyücü avı yerine, şiddet olaylarından suçlu olanların ensesine yapışacaklardır. Bu olduğu takdirde, aşırı sağcı Milliyetçi Hareket Partisinin Meri Alparslan Türkeş, ektiği rüzgardan fırtına biçebilecektir… Batı için Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu sorunların gayet önemli olduğunu, Türkiye’nin stratejik konumunun NATO planlamacıları için daima önem taşıdığını” belirten gazete “İran’daki son olaylardan sonra Türkiye’nin istikrara kavuşması daha da arzu edilmektedir,” Sayılarla manzarayı umumiye şimdilik bu kadar iyimser olmayı oldukça güçleştirmektedir: resmi rakamlara göre yüzü aşkın cinayetin işlendiği Kahramanmaraş’ta tutuklananların sayısı ancak 70’i aşarken, ‘soykırımını’ protesto eden 300’ü aşkın liseli Sıkıyönetime gönderilmiştir. Sıkıyönetim komutanlıkları göreve başladıkları ilk gün sözlü-yazılı protestoları ve Sıkıyönetim üstüne yapılabilecek eleştirileri yasaklamıştır. Sıkıyönetimin yalnızca Kahramanmaraş’ta kitlevi cinayetleri işleyen faşist güruhların peşine düşüp (Financial Times’in beklediği gibi) onları yuvalarına kadar izlemeleri mümkün müdür? Ecevit’in son kurultayda dediği gibi “asıl suçlular perde arkasında. Çoğu da egemen güçler katında, kiminin yasal, kiminin ekonomik dokunulmazlığı var.” Eğer öyleyse, ki öyledir, Sıkıyönetimin “asıl suçlular”ın peşine düşmesi nasıl olacaktır? İlkin daha düne kadar Ecevit’in kendisi devletin işgal edildiğini devlet kadrolarına yoğun faşist yerleştirmelerin olduğunu tekrar tekrar belirtiyordu. Yani faşistlerin devletin her kademesinde hâlâ dayanakları ya da en azından tutamak noktalan vardır. Mevzilerin boşaltılmasını sağlamak Sıkıyönetim içinde sözkonusu olabilecek olsaydı, MHP ısrarla Sıkıyönetim istemezdi. Açıkçası yukarıda sözü edilen asıl suçluların otaya çıkarılıp gerekenin yapılması ancak bir sistem sorunudur. Bunlar devletin kendisine ayrılmaz bir parça gibi yapışmışlardır, koparılmaları mevcut devletin yapısını da oldukça değiştireceği için ne Ecevit böyle birşeyi göze alabilmiştir ne de Sıkıyönetim bunu göze alabilir. Yapılacak olan “denge politikasını” daha hızlı bir biçimde gerçekleştirmek olacaktır.

Sıkıyönetim solu ve devrimci çevreleri fenersiz yakalamıştır. Sosyal Demokrasiyi faşist görenlerin, ülkede faşist diktatörlüğün varolduğunu düne kadar iddia edenlerin, hükümetin etkin önlemler alması halinde destekleneceğini, faşizmi kitlesel bir mücadele gerçekleştirmeden yeneceğini sananların yeniden ve yeniden düşünmeleri gerekir. Ne dün MC’nin yerine CHP ağırlıklı hükümetin geçmesi, ne bugün Sıkıyönetimli hükümet hem faşist değildir (faşist terörün boyutu Kahramanmaraş’ta görülmüştür; faşizm, bunun ülke çapında meşru bir şekilde yapıldığı bir rejim olacaktır) hem de bütün bunlar iktidar bloku içindeki basit yer değiştirmeler değildir. MC, faşist partinin gelişmesinin birikim evresini göstermektedir.

CHP’nin yanısıra Sıkıyönetimin yönetime ortak olmasının ise uzun vadeli olamayacağı gerçeği henüz “faşizm geldi” diyerek paniğe kapılmak için bir sebep olmadığını göstermektedir. Ama zaman da geçmektedir.

Faşist katliamlardan faşist katliamlara savunmanın gündeme gelmesi, yenilgiden sonra teorik açıklamalar ve teşhisler üretilmesi ancak zafer için hiçbir somut önerileri olmayanların işidir. Faşist katliamlara ve tüm gerici baskılara karşı savunmanın ortak bir tarzda örgütlenmesi gereği, bikez daha ve çok acı bir şekilde kendini kabul ettirmiştir. Çeşitli grup ve örgütler kendi bağımsızlıklarını koruyarak anti-faşist mücadelede aktif olarak yeralmak isteyen herkese açık bir savunma cephesi kurmak zorundadır. Aradaki ayrılıkları en azından bu konuda ortak çalışmayı engelleyecek kadar büyüten her grup, örgüt ve kişi, açıkça kitleleri savunmasız bırakmakla kalmayıp kendi çevresini de boşaltarak tecrit olacak ve sonunda yok olacaktır. Kimse geçmişi unutmasın, herkes geleceği kendine göre hazırlasın ama bugün savunmayı, inşa etmek istediği geleceğin asgari ortamı olan savunmayı, ortak bir şekilde hazırlasın. Bu yalnızca anti-faşist güçlerin gruplar, örgütler düzeyinde birliğini değil kitlelerin de birliğini gerektirir.