Stefo Benlisoy
BM Sürdürülebilir Kalkınma Konferansı (Rio+20) beklendiği üzere uçurumun eşiğindeki yerkürenin ekolojik krizine ilişkin herhangi bir “gerçekçi” çözümün gündeme gelmemesiyle başarısız küresel zirveler silsilesine bir yenisini eklemiş oldu. Üstelik konferans doğanın metalaştırılması ve finansallaştırılmasına dönük yeni piyasa mekanizmaları tarif ederek küresel egemenlerin ekolojik krize ilişkin yanlış yolda yürümeye devam etme kararlılıklarını bir kez daha göstermiş oldu. Konferansa ilişkin tek kayda değer gelişme ise “yeşil ekonomi” kavramının yirmi yıl önceki Rio’daki BM Çevre ve Kalkınma Konferansı’ndan sonra hızla tedavüle giren “sürdürülebilir kalkınma” kavramını andırır biçimde bizi ekolojik krizden çıkarması beklenen yeni fetiş haline gelivermesi. BM Çevre Programı tarafından geliştirilen “yeşil ekonomi” kavramı sınırlı bir dünyada sınırsız büyümeye ilişkin kapitalist hülyanın devamlılığının garantisi, doğanın korunmasıyla sermayenin sonsuz kâr açlığını bütünleştirebilecek yeni bir simyacılık formülü. “Yeşil ekonomi” ile ekosistemlerin korunması adına doğanın tüm süreç ve fonksiyonları sermaye birikim sürecinin bir parçası haline gelebilecek. Bu çerçeve içinde artık sadece doğadan devşirilen maddeler değil “ekosistem hizmetleri” olarak adlandırılan doğanın tüm süreçleri sermayenin kâr arayışının nesnesi haline girmiş olacak, üstelik doğanın korunması ve “yeşil” ekonomi adına. “Yeşil ekonomi”ye göre geçmişte fiyatlandırılmayan doğal süreçler fiyatlandırılacak. Bunun hâlihazırdaki en yaygın örneği iklim krizine karşı mücadelede bir örnek olarak takdim edilen REDD (Ormansızlaşma ve Orman Bozulması Kaynaklı Emisyonların Azaltılması) uygulaması. Bu uygulama çerçevesinde ormanların sadece karbon tutma işlevine indirgenerek zengin hükümet ve büyük şirketler tarafından denkleştirme mekanizması çerçevesinde kirletme hakları elde etmek için alınıp satılmasına hizmet edecek. Hasılı sermaye yine muazzam bir “nicelleştirme” mekanizması olarak işlemekte. Sermaye egemenliğini kurduğu ve tahakküm altına aldığı her toplumsallığı nasıl basitleştirip nicelleştirmekteyse, giderek daha yoğun bir sömürüye tabi tuttuğu doğanın kendisini de basitleştirmekte, nicelleştirmeye tabi tutmakta. Üstelik “yeşil ekonomi” çerçevesinde hükümetlerin kriz nedeniyle kaynaklarının sınırlandığı gerekçesiyle doğayı ve insanlığı ekolojik bozulmadan kurtaracak süper kahraman rolü de tamamen şirketlere bahşedilmekte.
Zirvenin küresel sistemin ekolojik krizi çözme/sınırlandırma konusundaki müteselsil başarısızlığının yeni bir örneğini oluşturmasının yarattığı “hayal kırıklığı” ve ekolojik krizi giderme kapasitesinin giderek daha fazla sorgulanır olması, ekoloji hareketinin değişik kesimlerinde de bir strateji tartışması yaratacağa benziyor. Okuduğunuz yazı bu bağlamda kendisini konferans sonrası Yeşil Gazete’de Yeşiller Partisi üyesi Ahmet Atıl Aşıcı ile yeşil ekonomiye ilişkin bir mülakatta sergilenen kimi görüşlerin eleştirisine hasredecek.1 Zira ekoloji hareketinin değişik bileşenleri arasında yapıcı ilişki ve işbirlikleri ancak bu bileşenlerin birbirlerinin görüşlerini şablonlaştırma ve karikatürize etmenin ötesinde daha derinlemesine kavramasıyla mümkün olacaktır.
Hala güncel bir tartışma: Reform mu? Devrim mi?
Söyleşisinin belli bir noktasında Aşıcı sosyalist hareket içerisindeki kadim “reform mu devrim mi” tartışmasına anıştırma yaparak sözü yeşillerle ekososyalistler arasındaki “tartışmalara” getiriyor: “[…] sosyalist hareket içinde bir grup parlamenter sistem içerisinde reformlarla sorunlara çözüm bulunabileceğini savunurken, diğerleri devrimi ön plana çıkarıyordu. Buna benzer bir tartışma bugün ekososyalistlerle yeşiller arasında gerçekleşiyor. Ekososyalistler, her türlü iyileştirme çabalarını mevcut sistemi güçlendirdiği savıyla reddediyor. Bu söylemi özellikle iklim açısından geri dönülemez noktaya hızla yaklaştığımız günümüzde çok tehlikeli ve yanlış buluyorum. Sol tarih içindeki içindeki ‘bırakın daha kötü olsun, ne kadar hızla dibe çökersek o kadar hızlı çıkarız’ yaklaşımını bugün, ne yazık ki halen, kimi ekososyalist çevrelerde görüyoruz.” Her şeyden önce Aşıcı’nın reform-devrim tartışma ve kavramlarına ilişkin şematik ve donuk kavramsallaştırmasını sorgulayarak başlamak gerekiyor. Zira aslında Aşıcı’nın yukarıdaki satırlardan anlaşıldığı üzere bu neredeyse iki yüzyıllık tartışmaya ilişkin kafasında şematikleştirilmiş bir algı bulunmakta ve bundan ötürü de reform ve devrim kavramları arasında aşılmaz uçurumlar olduğu ön kabulünden yola çıkıyor.
Reform-devrim ya da “asgari program”la “nihai hedef” tartışması en açık biçimde 1914 öncesi Almanya sosyal demokrat hareketinde ortaya çıkmıştı. Bu tartışmalara belirleyici müdahalelerde bulunan Rosa Luxemburg açısından toplumsal devrim ile toplumsal reform arasında ayrılmaz bir bağ bulunmaktaydı ve işçi hareketinin bu iki “moment”inin karşı karşıya getirilmesi anlamsızdı.2 Yaşamın tüm biçimlerine canlı bir ilgi ve bağlılığı hayatının sonuna kadar koruyan Luxemburg, döneminin hâkim liberal rehaveti ve evrimci/aşamacı anlayışlara karşı gündelik taleplerle bir toplumsal devrim perspektifi arasındaki diyalektiği kavramıştı. Luxemburg işçilerin özözgürleştirici praksisine verdiği öneme tam da reform-devrim düalizmini berhava ederek ulaşmıştı. Ona göre kitleler tam da bu mücadeleler aracılığıyla, “bizzat kendi deneyimlerinin okulundan” kendilerini kuracaklardır.3 Bu kavrayıştır ki bugün ekososyalistlerin de daha geniş bir bağlamda kullandığı “ya sosyalizm ya barbarlık” sözünü Marksizmin evrimci bir kaderciliğe indirgenmesi tehlikesine karşı kullanmayı bilmişti.
Reformlar ve devrim arasında bir köprünün nasıl oluşturulabileceği meselesine değinen bir başka isim ise elbette Lev Troçki’dir. Troçki Geçiş Programı’nda4 1914 öncesi sosyal demokrasinin programını birbirinden bağımsız iki bölüme ayırdığını vurgular: burjuva toplumunun çerçevesindeki reformlarla sınırlı asgari program ve astronomik bir hedefe indirgenen kapitalizmden sosyalizme geçişi içeren azami program. Bu sosyal demokrasinin içerisindeki hâkim eğilim açısından bu ikisi arasında herhangi bir köprü bulunmamaktadır. Troçki ise bu noktada gündelik (reform) talepleriyle işçi sınıfının iktidarı ele geçirmesi hedefi arasında bir bağ oluşturacak geçiş talepleri sistemi oluşturulmasının önemine değinir. Yani bizzat kitleler kapitalizmin sınırlarını zorlayan ve sorgulatan gündelik talepler için mücadeleleri içerisinde kendi eyleme kapasitelerine güven kazanacak ve radikal bir toplumsal dönüşüm hedefini içselleştireceklerdir. Yapılması gerekense bu anlamıyla reform talepleriyle sosyalist dönüşüm hedefi arasında bir geçiş programı temelinde sürekli bağlar oluşturabilmektir.
Yukarıda söylenenler bağlamında Aşıcı’nın saptamalarındaki önemli bir sorun, “reform”u algılayışına ilişkindir. Reformların anlamlı ve savunulur olup olmadıklarına ilişkin bir tartışmanın başlaması gereken nokta hangi reformlar ve kimin reformları soruları olmalıdır. Reformlar ancak aşağıdakilerin, ezilenlerin kendi hayatları üzerinde egemen olma imkânı sunuyorsa anlamlıdır. Ekolojik modernleştirmeci elitler tarafından mevcut kapitalist toplumun ekonomik, toplumsal, kültürel ve ekolojik normlarına dokunmayarak yukarıdan aşağı teknokratik biçimde gerçekleştirilen “reform”larla ekososyalistlerin savunduğu “reformların” içeriği taban tabana zıttır. Rio+20 sürecinin tedavüle soktuğu “yeşil” ekonomik dönüşümü savunanların toplumsal katılımı sınırlayan ve değişimi teknokratlara havale eden yaklaşımına karşı ekososyalistlerin savunduğu ekolojik dönüşüm ve devrim toplumsal katılıma ve toplumun ekonomiye doğrudan müdahalesine dayanacaktır. Bu da siyasal ufkun kapitalizm çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olmayan aşağıdakilerin kendi kaderlerine egemen olmalarıyla, yani onların siyasal, demokratik ve örgütsel yeteneklerini geliştirebilecekleri bir toplumsal örgütlenme biçimini içermesiyle mümkündür. Bu anlamıyla ekonomik demokrasi ekososyalist projenin bütünleyicisidir. Ekososyalistler açısından ekolojik devrimin salt bir teknolojik değişime indirgenemeyeceği açıktır. Örneğin fosil enerji sonrası dönemde hangi alternatif enerji kaynaklarının tercih edileceği meselesi bu kaynakların kimlerin mülkiyetinde, kimler tarafından üretilip denetleneceği sorularından bağımsız olarak düşünülemez.
Ekososyalistler açısından ekolojik kriz insanın özgül toplumsal örgütlenişinin (kapitalizm) doğayla ilişkisiyle ilgili bir sorundur. Ama bu tespiti yapmak Aşıcı’nın iddiasının aksine ekolojik dönüşümü ihtilal sonrasına, kızıl-yeşil bir şafağın doğuşu anına erteleme ve her türlü “iyileştirmeyi” reddetme anlamına gelmez. Ekososyalistler ekolojik krizin önüne geçilmesinin ancak kapitalizm içerisinde iktisadın toplumun bütünü üzerindeki tahakkümünün sona erdirilmesiyle mümkün olabileceğini bir an olsun akıldan çıkarmadan gündelik hayattaki en küçük pratiğe dek her türlü insani etkinliğin insan-doğa ilişkisine dair kapitalizm ötesi bir anlayışı ihtiva etmesine çalışırlar. Dolayısıyla kapitalist toplumsal örgütlenişin ekolojik krizdeki birincilliğini yadsımadan gündelik mücadelede reformlar ve somut talepler için mücadele eder ve bunları ekososyalist bir perspektifle bütünleştirme çabasını gösterirler. Ekolojik krizin bütünüyle aşılmasının yolunun kapitalizmin yerini ekososyalist bir toplum biçimi alması gerektiği yönündeki soyut siyasal hedef, ancak insanların gündelik hayatlarına dair somut taleplerle ilişkilendirilmesi halinde gerçeklik kazanabilecektir. Başta su olmak üzere doğanın metalaştırılmasına karşı direnişlerden kamusal ulaşımın desteklenmesine, tarımın şirketleştirilmesine karşı direnişten nükleer enerjiye ve ormansızlaşmaya karşı mücadeleye kadar kapitalist kâr ve sermaye birikimi mantığının dışına taşan ve alternatif bir toplumsallığı imleyen taleplere dayalı toplumsal hareketlerin inşası ekososyalist bilincin kitleler nezdinde somutlanmasının, inanılır kılınmasının yoludur. Burada önemli olan yukarıda vurgulandığı gibi kitleleri mobilize edecek somut taleplerin “geçişsel” bir nitelik taşımasına önem vermek, yani ekolojik reformizmin sınırlarının dışına taşarak her talebin kendi somutluğunda sürdürülemez kapitalist üretimcilik ve bireyselleştirilmiş tüketimcilik mantığının dışına taşan bir nitelik taşımasını sağlamaya çalışmaktır.5
Aşıcı ise tam aksine söyleşisinin devamında reform meselesini nasıl algıladığını açık biçimde ifade ediyor: “Bir ekososyalist ya da sosyalist devrimi bekleyecek kadar zamanımız maalesef yok. Yerel hareketler elbette ki önemli, ama iş iklim değişikliği olduğunda hareketin de küresel olması gerekiyor. Küresel bir hareketlenme olsa da bu ülke hükümetlerini ortak bir çözüme zorlayacak boyutta değil ne yazık ki. Bu da sistemi içerden dönüştürmeye çalışmayı, yani reformist bir yaklaşımı gerektiriyor. Bu kapitalizmi kurtarmak demek değildir. Aslında demokrasi mücadelesinin iktisadi ayağıdır.” Aşıcı’nın yukarıdaki sözlerini tek tek ele alalım. Ona göre ekolojik krizin ulaştığı aşamada bir ekososyalist devrim bekleyecek zaman yok, üstelik yerel hareketler önemli olmakla birlikte iklim krizi gibi küresel bir sorunda hükümetleri “çözüme zorlayacak” bir küresel hareket de güçlü değil. Bu noktadan hareketle eğer bir devrim umudu yok, hareket de arzu edilen boyutta değilse Aşıcı’nın önerisi “sistemi içerden dönüştürmeye” çalışmak, yani kendi deyimiyle “reformist bir yaklaşımı” benimsemek oluyor.
Bu noktada yeniden bir hatırlatma yapmak gerekiyor. Rio+20 Konferansı içerisine bulunduğumuz ekolojik kriz felaketinden canlı yaşamı ve insanlığı çıkaracak bir inisiyatifi egemenlerden beklemenin beyhude olduğunu bir kez daha olanca açıklığıyla ispatladı. Egemen küresel siyasi ve ekonomik yapının ekolojik krizi önlemek bir yana etkilerini sınırlama noktasında dahi iflas ettiği açık değil mi? Sadece Aşıcı’nın zikrettiği iklim krizi düşünüldüğünde dahi küresel egemenlerin çok değerli yirmi yılı berhava ettikleri söylenebilir. Üstelik kendisinin de bildiği gibi krizin kontrol edilemez boyutlara varmasını engelleyecek zaman aralığı tam da bu yüzden oldukça daralmış, hatta kapanmış durumda. Yüzyıl ortasında yeryüzü ortalama sıcaklığında 4ºC’lik bir artışın giderek daha sıklıkla telaffuz edilmesi küresel sistemin hazin bilançosunun en acı kanıtını oluşturmuyor mu?
Ekososyalistler başından itibaren sermayenin kendi yarattığı krizi çözemeyeceğini vurguladılar. Sermayenin olsa olsa kendi yarattığı krizlerin maliyetini aşağıdakilere ve doğaya çıkartacağına işaret ettiler. Ekososyalistlerin hedeflediği radikal toplumsal dönüşümse üretim araçlarının toplumun demokratik denetim ve mülkiyetine geçtiği, her türlü üretim ve yatırım kararlarının demokratik, aşağıdan ve çoğulcu bir plan çerçevesinde belirlendiği, üretici güçlerin ekolojik rasyonellik çerçevesinde radikal biçimde yeniden yapılandırıldığı, ekosistemlerin onarılmasının temel toplumsal ilkelerden biri haline geldiği, kapitalizmin aksine kullanım değerinin değişim değeri üzerinde hâkim olduğu bir topluma ulaşmayı amaçlamaktadır. Giderek açık biçimde kapitalizmin ve piyasanın kör mekanizmasının ekolojik krizin üstesinden gelmede yetersiz olduğu açığa çıkarken üretim ve tüketim kararlarının ekolojik kriterler temel alınarak demokratik ve çoğulcu bir müzakere süreci sonrasında belirlenmesinin esas alınmasını daha güçlü ve cesur bir biçimde vurgulamak gerekiyor. Ekososyalist bir toplumda demokratik planlama süreci ve çalışma saatlerinin azalması, ekonominin radikal biçimde demokratikleşmesinin ve kullanım değerinin egemen olmasının önünü açacaktır. Kapitalizmin doğayı hoyratça sömüren savurganlığının yerine demokratik planlama eksenli bir ekonomi, kapitalizmin ürettiği silahlanma, reklam, otomotiv gibi devasa ama insani ihtiyaçlarla örtüşmeyen sektörleri ortadan kaldıracaktır. Ekososyalist toplum insanın tükettiği oranda varolmaya hak kazandığı, tüketim fetişisti mevcut toplum düzeninden farklı olarak ne emeğin ne de doğanın meta olmadan paylaşıldığı, insani özgürleşme ve deneyimlerin zenginleşmesine dayalı olacaktır.
Müesses nizam ekolojik krizin çözümü konusunda bugüne kadar gösterdiği performansla siyasal ve ahlaki meşruiyetini çoktan yitirdi. Sermayenin krizi ve ekolojik kriz karşısında çözümü, hatta kısmi iyileştirmeleri dahi egemenlerden beklemek artık tamamen boşuna. Tam da bundan dolayı içinde bulunduğumuz kapitalist uygarlığın krizinden ancak ekolojik krizin tüm kurbanlarının ve ezilenlerin mücadelesiyle çıkabileceğimizi durmaksızın savunmak gerekiyor. Doğaya ve emeğe sahip çıkan kitle mücadelelerinin boy vermesine katkı sağlamak önümüzdeki dönemin hiç kuşkusuz en yakıcı görevini oluşturuyor. “Gerçekçi” olmak adına iklim krizinin önlenmesi, ekosistemlerin onarılması için krizi bizzat yaratanlardan gelecek başarısızlığı defalarca kanıtlanmış sözde çözüm kırıntılarına bel bağlamak, “sonuç alıcı” olmak adına projeciliğe, lobiciliğe savrulmak kadar (olumsuz anlamda) “ütopik” bir tutum yok bugün. Egemenlerden ekolojik kriz karşısında aktif tutum almalarını beklemek, hükümetleri ya da sermaye çevrelerini ekolojik krizin kurbanları lehine harekete geçmeye teşvik etmek ham hayalden ibaret. Dolayısıyla bugün ekolojik kriz karşısında bütünsel, “sistemik” çözümler aramak, bu çözümleri pratikte sınamanın, başka bir dünyayı bugünden kurmaya başlamanın yollarını bulmak ve bu yolda aşağıdakilerin gücünü seferber etmekten başka çare yok. Tam da bu yüzden “gerçekçi ol, imkânsızı iste” sloganı hiç bugünkü kadar “gerçekçi” olmamıştı.
1 Söyleşinin tamamı için: Ahmet Atıl Aşıcı, “Şirketler de yeşil oldu diye Yeşil Ekonomi’yi gözden düşürmeye çalışmak, meydanı onlara bırakmak demek” http://www.yesilgazete.org/blog/2012/06/25/ahmet-atil-asici-%E2%80%9Csirketler-de-yesil-oldu-diye-yesil-ekonomi%E2%80%99yi-gozden-dusurmeye-calismak-meydani-onlara-birakmak-demek%E2%80%9D/
2 Rosa Luxemburg, Sosyal Reform mu Devrim mi?, çev: Nihal Yılmaz, Belge Yayınları, 1993.
3Michaël Löwy, “Kıvılcım Eylemde Çakar, Rosa Luxemburg’un Düşüncesinde Praksis Felsefesi”, Yeniyol 42.
4 Lev Troçki, Bildirgeler, çev: Erdal Tan & Masis Kürkçügil, Yazın Yayıncılık, 2003, ss. 16-18.
5 Michael Löwy, “Resistance is the only Way”, 2008 http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article1526
Stefo Benlisoy – Kollektif Ekososyalist Dergi