Masis Kürkçügil –
Siyasal tahlille siyaset dedikodusu arasındaki sınırın kalktığı yerde gerçeklikle zaten zayıf olan bağlar kopar ve “şimdi” denilen “an” bir mutlaklık kazanır. Tarih o mutlaklığa kurban edilir. Stratejik ufuktan yoksun siyasal tartışmaların akibeti kaçınılmaz olarak “an”ın girdabına sürüklenir.
Siyasal tahlil diye etrafında dolaşılan AB, ABD, Rusya ile ilişkiler, bir başka ifadeyle AKP’nin bölgesel manevra kabiliyeti, Kürt meselesinde Türk-Kürt kardeşliği diye başlayan çözüm sürecinin bitişinden sonra “hamilik” diye itiraf edilen ve benzeri meseleler gazete başlıklarından indirildiğinde, üzerine biraz da ahkam kesildiğinde muhalefet yapıldığı sanılmasın. Elbette bunları mümkün mertebe yakından izlemek gerekir. Ne de olsa yönetenlerin yönetme beceriksizlikleri de güç ilişkilerinde dikkatle ele alınması gereken bir husustur. Ama burada kalındığı takdirde kat edilebilecek bir mesafe yoktur.
John Berger sanata ilişkin gibi gözükse de umudu yeniden yeşertmek için şu sözleri söylerken aslında bize stratejisi olmayanın hikayesi de olamayacağını anlatır: “Öncelikle bir ufuk keşfetmek lazım. Bunun için de umudu tekrar bulmalıyız -yeni düzenin önümüze çıkarttığı ya da çıkartır gibi yaptığı bütün engellemelere rağmen.”(Sanatla Direniş, Metis yay, s. 149)
Siyasal tahlil, siyasal stratejinin hizmetinde olmadığı sürece real politikin kapanından kurtulamaz. Düzen içi siyasetin yalpalanmalarından hazırlop birtakım boşlukların doğacağı beklentisi kağıt üzerinde köklü değişimlerin eşiğinde bulunulduğu zehabına kapılınmasına yol açsa da ardından hüsran hızla sökün eder. Oysa stratejinin hizmetindeki siyasal analiz, öncellikle güç ilişkilerinden hareket ederek bir öznenin inşasını vazgeçilmez bir görev olarak önüne koyar. Böylece amaçsız bir çırpınış yerine gündelik siyasetin girdabından kurtulma ihtimalini kollayarak “bilinçli eylem”e geçilebilir.
Herkesin kendi Miladı var
Tarihte bir “sıfır” noktası yoksa da insanlar sürekli bir milad peşindedir. Mayıs /Haziran 1968 Fransası’nın “bu daha başlangıç, mücadeleye devam” diye türkçeye çevirilen mottosu sayıklamaya vardığında anlamını yitirmekte. Aşağıdan bir toplumsal muhalefetin inşa edilmesinde (örneğin Gezi böylesi bir çağrıya örnek oluşturabilir(di) ise de 7 Haziran 2015 genel seçimleri için aynı şeyi söylemenin mümkün olmadığı kısa zamanda belli oldu) takvimsel veya tepkisel eylemler bir başlangıç olabilse bile yetersizdir. Bunun için köstebeğin sebatla ve inatla kendi yolunu inşa etmesi gerekir. Başkalarının güzergahında gidilecek yolun cazibesine kapılmak yerine eşitsizliklere karşı yürütülecek mücadelelerdir aslolan.
İki farklı siyaset anlayışının kendi halindeki zirveleri olarak anılabilecek iki olayın harmanlanmasına yönelik çabalardan, aradan geçen dört yılda anlamlı bir sonuç alınamadığı gibi Gezi tarzı, bütün güzellemeler ve kutsamalara rağmen bir miktar da kurumsal siyasete kurban edildi. Gezi kimsenin tapulu malı olmayıp gelecek mücadelelerin bir halkası iken onun da protokolü oldu.
Öfkelenme bir başlangıçtır, ardından başkaldırı, isyan sökün ederse bir merhale daha kat edilmiş demektir. Ötesini bu ilk iki merhale belirlemezse de, bu iki merhale yeni bir merhalenin eşiğine getirir ki o da bir başka siyasettir; yani kurumsal, resmi siyasetin karşıtı olarak bir ütopya ile bezenmiş siyaset. Buna aşağıdan ya da plebyen siyaset de diyebiliriz.
Gezi’nin dördüncü yılında, Gezi’nin tarihsel anlam ve önemini Erdoğan Temmuz kalkışmasındaki ikilemle ortaya koydu. Ona göre kalkışmaya karşı çıkanlar Geziciler değildi. Yani ikilem FETÖ’cüler veya açık seçik bir muhataptan ziyade Gezi’ciler ve kalkışmaya karşı çıkanlar arasındaydı. Tehlikeli sularda yüzmeyi göze alarak bu ikilemin irdelemesinde yarar vardır. Ne de olsa Gezi günlerinde %50’yi zor tutuyoruz diyenlerin de sokağa çıktıkları bir vakadır. Tabii her sokağa çıkanın “muhalif” olmadığı veya hayırlı işler için sokağa çıkmadığı da eklenmelidir. Darbeye karşı çıkışın da illa demokrasi talebi anlamına gelmediğini de unutmayalım.
Bir anonim özne olarak Gezi’nin olmadık siyasi tartışmalarda anılması tarihsel olarak önemlidir. Öte yandan Gezicilerin Temmuz 2016 darbe kalkışmasında zerre kadar dahli yokken onu kuşkuyla karşıladıkları da söylenebilir. Ne de olsa “ne istediler de vermedik” denen kesimle yürütme arasında Gezicilere karşı yürütülen cihadın üzerinden çok geçmemişti. Öteki evdeki kavganın dışardan inandırıcı bulunmamasını olağan karşılamak gerek.
Gezi, Temmuz kalkışması ve Referandum özneleri arasında istikrarlı bir saflaşma aramak abestir. Her biri çok farklı düzeylerde tecelli eden bu olaylar arasında bir illiyet bağı kurmak da mümkün değil.
CHP’den Sencer Ayata’nın sözleri bu konuda belki de yaygın bir yanılsamayı veciz bir şekilde dile getirmesi açısından önemli: “ ‘Hayır Hareketi’ yaşanılan en önemli demokratik deneyim olmuştur. Bu referandum süreci, Cumhuriyet mitinglerinden de, Gezi eylemlerinden de daha önemli bir deneyim. Örneğin Gezi’de yaratıcılık, kahramanlık, dayanışma çok üst bir düzeydeydi. Ama yelpaze daha sınırlıydı. Alan daha sabitti. Şimdi ise, Türkiye’de ilk defa özgürlüğü savunan farklı kesimler, bu kadar geniş bir yelpaze oluşturdular.” (17 Nisan Birgün)
Kimi bireylerin üç tür eyleme de katılmış olmaları bu olayların arasında bir illiyet bağı olduğunu göstermez; hatta her birinin AKP karşıtlığı altına toplanması da aldatıcı olabilir. Haki rengin etkisinde olan Cumhuriyet mitingilerinin belki bir hayali vardı (pek de hayırlı olmasa da) ama ütopyası yoktu. Keza Refandum’daki “Hayır” cephesi de başka bir dizi konuda yanyana gelmeleri mümkün olmayan istemezükçü kesimlerden oluşmuştu. Bunların arasında yalnızca Gezi kağıda dökülmemiş bir ütopyayı naif bir biçimde de olsa ifade etmeye çalıştı.
Hayır’dan ne çıkar?
Referandum sonuçlarını meşru görmemek siyaseten mümkün olmasa da bunun etrafında bir hareket geliştirmek, türdeş olmayan bir seçmen kitlesinden özgürlük ve demokrasi adına bir “cephe” yaratma hevesi kısıtlı ve sınırlı muhalefet imkanlarının da harcanmasına neden olmakta. Üstelik bu türdeş olmayan seçmen kitlesini bir bütünmüşcesine 2019 başkanlık seçimine yönelik olarak konsolide etme hevesi, büyük siyaset yapan güçler için bile çapsızlığın göstergesi iken –Cumhurbaşkanlığı seçimindeki Ekmeleddin İhsanoğlu’nun ortak adaylığı hâlâ hatırlardayken üstelik– sosyalist hareket için ise tam bir ham hayal dünyasına abone olmanın göstergesidir.
Türkiye’de siyaset en azından Gezi’den bu yana bir meşruiyet krizi demesek de en azından meşruiyet kaybından malulken, önümüzdeki iki yılın sükûnet içinde geçeceği garantiymişcesine 2019’u hedeflemek kadar abes birşey olamaz. Üstelik bu kadar kurumsal çerçeveye sıkıştırılımış bir siyaset düzen partilerinin işi olabilir ama varoluş sorunuyla karşı karşıya bulunan sosyalist hareketin kendi inşa sorununu böylesi bir takvime bağlaması elindeki imkanların da erimesine razı olması demektir.
Gezi’nin 4. yılı, kurumsal olarak demesek de kalıcı olanın yalnızca ramazandan ramazana, kurulan yeryüzü sofraları olduğunu gösterdi. Antikapitalist Müslümanların önayak olduğu bu eylem tarzi onların tahayüllerindeki paylaşımcı-dayanışmacı yanı göstermesi açısından ilginç. Sosyalist hareket ise Gezi’nin gözüne soktuğu birlikte hareket etme zorunluluğunu anlamaktan belli ki hâlâ hayli uzak. İspanya’daki M-15’in bir parti hüviyeti kazanmasına (PODEMOS) benzer bir durum olmasa da gösteri günleri dışında ortak eylemlilikler için bile yanyana gelme ne kelime, o günden bu güne yarılmaların sürmesi, Gezi deneyiminin rüzgarının boşa harcanmasının göstergesi.
Bölünme Saflaşma
Kutuplaşmadan sonra Referandum vesilesiyle “Türkiye bölündü” tespitleri, bölünmeye milli gelire katkı, eğitim düzeyi gibi bir takım “bilimsel” ölçütler de eklenerek sürdürüldü. Eskiden Kürt meselesinden dolayı bölünülüyordu şimdi geleneksel “laikci-dinci” (malum bizdeki laik laik değil dindar da pek dindar sayılmaz –her şey bir yana Diyanet gibi bir kurumun varlığında laiklikten söz edilebilen tek ülke Türkiye olmalı) ayrımına daha coğrafi ve sosyal ve hatta mektep medrese boyutlarında bölünmeler eklenmeye başlandı. Sonunda okuyamayanı, toplumsal bakımdan yoksulları ve “geri” bölgelerde yaşamakta olanları neredeyse vatandaşlıktan çıkartmaya varacak bir tasnifle karşı karşıyayız. Büyük kentlerdeki kıl payı öne çıkan “hayır”dan hareketle yapılan analizlere dikkat etmekte yarar var. Çünkü bize “sınıfsal” bir ayrım sunmuyorlar. Kimse proletaryanın güzide evlatlarının hayır merkezli, mesela Kadıköy’de, sömürücülerin en azılılarının da örneğin Sultanbeyli’de oturduğunu iddia edecek değil herhalde.
Emek cephesi açısından elimizde araştırma yoksa da dikkatli bir gözlemi buraya aktarmakta yarar var. “Beyaz yakalı kesimlerin Hayırcı olduğu görülüyor. Mavi yakalı kesimlerde bu oran görece düşük. Yine de, ekonomik krizler, taşeron gibi kritik meseleler, “Reisçi” diyemeyeceğimiz, ideolojik olarak kendini bu kadar bağlamayan, daha pragmatist mavi yakalı seçmen de tepkiyi artırdı. Ama çok da abartmamak, o kesimde hâlâ hegemonik bir güç olduğunu söylemek lazım. Mavi yakalı işçinin sosyalleşme alanlarının tümünde bu hegemonya var.” (Express, Haziran 2017, Hakan Koçak ile görüşme)
Brezilya’da yüzbinlerce insan yolsuzluğa karşı otuz saatlik otobüs yolculuğu ile gösterilere katılırken, sosyal meseleleri kendilerine dert edinirken veya İngiltere’de İşçi Partisi’nin posta, demiryolu ve enerji gibi temel sektörlerde kamulaştırma ve büyük şirketlere ek vergiler talebiyle seçime hazırlanırken Türkiye’de emekçilerin, ezilenlerin yakıcı sorunları etrafında bir saflaşma yerine yüzyıllk terane sürdürülmekte. AKP’yi itibarsızlaştırmak için orta sınıfa hoş gelecek bir tasnif merakı var. Üstelik siyasi tarihimizin geleneksel ayrımının peşine katılarak yeni bir dünya kurmaya çalışmak da ilginç.
Dünyanın dört bir yanındaki saflaşmayı başka bir gözlükle Türkiye’dekini ise bambaşka bir gözlükle okumak mücadele eksikliğine bir bahane aramaya varabilir. Emekçiler nezdinde bir hegemonya mücadelesi vermeden toplumda bir hegemonya sağlamaya çalışırken başkalarının değirmenine su taşımak kaçınılmazdır.
Neyin hegemonyası?
Hegemonya derken başkalarının sırtından bir paye çıkarılmayacaksa bizzat kendi stratejik hedefin doğrultusundaki kazanımların haneye yazılır. Bugüne kadar AKP’nin belirlediği gündemler etrafındaki saflaşmalarda kendilerine bir paye biçenlerin helak oluşları, bu yanılsamaya hayırlı bir şekilde kapılmayanların hanesine de hegemonya açısından da fazla birşey kaydetmemiştir. AKP’den ve daha da ilginci, adını da koyarak muhafazakâr denen “sosyolojik” kesimden demokrasi beklentisi içinde olanların akibeti malum. Neoliberal itikadı es geçerek AKP’ye olmadık değerler atfedenler siyasetin garnitürü bile olamamışlardır. Şimdinin tetikçilerinden bir zamanların kalemşörlerinden bir fikriyat çıkarmak abestir. AKP’de yeni başkan olarak yaptığı ilk toplantıda Erdoğan’ın neredeyse bütün kaleleri zapt ettik lakin ilim irfanda tökezledik anlamına gelen sözleri önemli bir itiraftır. Lakin işbitirici otoriterliğin bu tür bir hegemonyaya ihtiyacı olmadığı gibi böylesi bir hegemonyayı ihaleyle halletmesi de mümkün değildir. İşbitirici otoriterliğin dozajı arttıkça ilim irfan ibresi daha da aşağı düşecektir.
AKP’nin ideolojik bir hegemonya kazanması için en büyük engel işbitirici bir popülizmin otoriteryanizmle hemhal olmuş bileşimini bir dünya görüşü sanmasıdır. Troller elbette iyi kötü kalem oynatmış yanaşmalardan çok daha AKP gerçekliğine uygundur. “Geçiş” evresinde cemaatten liberallere çeşitli desteklere ihtiyaç vardıysa da Aziz Babuşçu “inşa döneminde” artık onlara ihtiyacı olmadığını açıkça söylemişti. Şeytanın avukatlığını yaparsak liberaller tekneden atılana kadar seslerini çıkarmadılar ama Cemaatle AKP, darbe girişimi olmasaydı da eninde sonunda kapışacaklardı. Ortaklık artık gereksiz hale geldiğinde cemaat liberaller gibi küsecek değildi!
Hayır’dan öteye köy var mı?
“Hayır”ı desteklemek elbette bir gedik açılması veya durumun daha da vahim bir hale gelmesini engellemek açısından önemliydi. Ancak kurumsal çerçevedeki en küçük değişikliğe önem atfedenlerin “Hayır”a demesek de kendi “hayır”ına bir sosyal içerik kazandırmaya çalışmaması, yani sonrası için bir güç biriktirmesinden vazgeçmesi veya bunun esaslı bir görev olarak görmemesi, “Hayır”ı sistem içinde boğar. Toplumsal bir özne olarak işçi sınıfının kendi gücüne güvenini açığa çıkarmaya yönelik bir hat tutturmayı sürekli erteleyerek siyaset yapmanın sonucunda bağımsız bir siyaset gütme imkanları giderek daralmıştır.
Sosyalist hareket ne kadar sınırlı olursa olsun kendi gücünü küçümsememelidir. Konjonktürün gerektirdiği mücadeleleri yerine getirirken doğrudan bir ittifak kurmayarak farklı güçlerle aynı yönde giderken bile sosyalist güçler antikapitalist bir program etrafında derlenip toparlanmayı asla ihmal etmemelidir. “Hayır”a toplumsal bir içerik kazandırmanın onu zayıflatacağı gerekçesiyle genel geçer bir hayırın etrafında derlenmek sonuçta çok daha derin olan Gezi’den herhangi bir ders çıkarılmadığını da göstermektedir.
Gezi’den esinlenen ve onun özlemlerini siyasallaştıracak bir odak oluşturma konusundaki beceriksizlik “hayır”da çok daha kesin bir şekilde ortaya çıkmıştır.
Bugün Brezilya’da sokak gösterilerinde Haziran 2013’deki ücretsiz ulaşım hareketinden çıkarılan dersler önemli olmaktaysa Gezi bir amentü halinden çıkarılıp “hareketin birliğini” sağlamak, aşağıdan bir muhalefet oluşturmanın manivelası olarak Hayır’da kendini bulmalıyıdı. Maalesef bu noktaya gelinemedi. Daha da garibi “Hayır”ı bir blok olarak değerlendirip örneğin 2019 Başkanlık seçimine bu bloku alternatif olarak geliştirme sevdasıdır. Böylece fiilen CHP’nin yörüngesinde bir siyasetle sınırlı kalınıyor. CHP 17 Büyükşehirde “hayır” çıkmasını dikkate alarak yerel seçimleri genel seçimlerin (elbette başkanlık seçiminin de) bir provası olarak değerlendirmek niyetindeymiş, Meral Akşener ile Kılıçdaroğlu’nun görüşmesine göre (Cumhuriyet, 3 Haziran 2017). “Herkes kendi kimliğiyle” diye bir ara başlık var. CHP ile MHP muhalefetini anladık, ama böyle bir kokteylde sosyalistler nasıl yer alacak?
HDP cenahından da benzer arayışlara sinyal verilmekte. “Önyargılar kırıldı. Meral Akşener Diyarbakır’a geldi mesela, bölge insanının elini sıktı. Bu çok önemlidir. Bir arada yaşamanın gereği olarak insanlar birbirleriyle görüşebilmelidir. Bu referamdumda işte bu önyargılar kırılmıştır” demiş Nursel Aydoğan (23 Nisan 2017, Cumhuriyet).
“Cumhuriyet değerleri” AKP’ye karşı mücadelede ortak cephenin mottosu haline gelirken “Cumhuriyet değerlerinin” sosyal içeriğinin pek de parlak olmadığı atlanmakta. Demokrasi adına talep edilen hususların hangilerinin bu değerlerin arasında yer aldığı da hayli tartışmalıdır.
Oysa toplumsal sorunlar etrafındaki bir saflaşma ihtiyacı Evet-Hayır ikileminin çok ötesinde bulunmaktadır. Eşitsizlikleri, esaretleri, adaletsizlikleri kökeninden ele alacak bir saflaşma gündelik kazanımlar için mücadeleyi gözardı etmez; hattta ancak böylesi bir saflaşmanın ürünü olan mücadelelerde gündelik kazanımlar kalıcı ve gelecek için anlamlı olabilir.
Gündelik siyasetin hayhuyu arasında esas meselenin (stratejinin) güme gitmesi toplumsal muhalefetin sularının hayli geri çekildiği dönemlerle sınırlı olmayıp yükseliş dönemlerinde de geçerlidir (örneğin Şubat devriminden sonra Bolşevik merkezin tereddütleri). Taktik takıntısı zihni sinir projelerine indirgenince üç günde bir tazelenen beklentiler eldekinin de heba olmasına varmakta. Geçtiğimiz iki yılda adı farklı olsa da üç aşağı beş yukarı aynı yöndeki arayışlarını ürünü olan çeşitli toplanmaların yerinde yeller esiyorsa bunun bir nedeni de gündelik politikanın cazibesinin inşa ve strateji meselelerini köreltmesidir.
Siyasal tahlilin, yolaçıcı olması gerekirken gündelik polemikle sınırlı kalması kimi zaman hegemonya mücadelesi için gerekli olsa da, orada kalındığında garip bir tatmin elde edilse de sınıf mücadelesinde herhangi bir karşılığı olmayacak. Polemik vesilesiyle hiç değilse kendi cenahımızın birikimini artırabilirsek ne ala.
Nereye doğru?
Bir dedektifi kıskandıracak titizlikte ve elbette takıntılıkta 15 Temmuz darbesinde bir hinoğlu hinlik arama sevdası nesnel gerçekliğin bir kısmını aydınlatma babında ilginç gelebilir. Ne var ki iyi saatte olsunların bilebileceği alanlarda ahkam kesmenin ahaliyi bilinçlendirme bağlamında neye karşılık düştüğü de atlanmamalıdır. Hele dış politika başta olmak üzere milyonların haleti ruhiyesini konspirasyon mantığıyla açıklamaya çalışmanın bir bilançosunu çıkarmanın vakti geldi de geçiyor. Hâlâ BOP başkanı Erdoğan teranesiyle Ortadoğu’daki gelişmeleri (üstelik de en az on yıllık) açıklamaya çalışmak milletin anti-emperyalist damarlarını kabartabilir ama gerçeklikle yüzleşmesini sürekli ertelemekten başka bir işe yaramaz.
Paradoksal gibi gözükse de eşyanın tabiatına uygun olarak (veya “Allahın lütfu”ndan ne kast ediliyorsa) 15 Temmuz kalkışması, önceki dönemin ittifakının (Cemaat+AKP) berhava olmasıyla olağan bir rejime geçişi değil, Erdoğan’nın “her şey huzura, refaha kavuşmadan biz OHAL’i kaldıramayız” sözünde ifadesini bulan olağanüstü bir rejmin kurumsallaşmasına varmış durumda. TÜSİAD YİK toplantısında konuşan Cumhurbaşkanı Erdoğan, iş dünyasının “OHAL’in kaldırılması” talebine “endişenizi anlamakta zorlanıyorum. OHAL bizim sanayicilerimizin işadamlarımızın neyini engelledi” yanıtını vermiş (18.5.2017). TÜSİAD’ın şikayeti dış ilişkilerle ilgili, yoksa işçiler grev yapamıyor diye sızlandıkları yok! Cemaat ile AKP arasında bir demokrasi yarışı olmadığı gibi paylaşım savaşı bitince adalet, güvenlik, eğitim gibi kurumlarda eskisini aratan bir icraat açığa çıktı. Yine de referandum gidişata takoz konamasa da bir çizik atılmasının mümkün olduğunu gösterdi. Direnme kanallarının henüz tükenmediği bir ortamda direnişi tekil, bireysel olmaktan çıkarıp toplumsallaştıracak araçları inşa etmek gerekir. Seçim veya referandum gibi kurumsal siyasetin kendi takvimine bel bağlanamayacağına göre ve de Gezi gibi olayların bir vahiy gibi değil de kestirilemeyen faktörlerin bir bileşimi olarak tezahür ettiği gözönüne alınırsa eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri kendine dert edinen ve mutlaka belli bir sürekliliği olacak birleşik faaliyetler olmadan güç ilişkilerinde anlamlı bir değişiklik mümkün değildir.
Hikaye basittir, emekçilerin, ezilenlerin toplumsal olarak beslendikleri alanları işbitirici otoriterliğe terk ettikten sonra, örneğin CHP’nin solu ile flört ederek kazanılacak herhangi bir hegemonya yoktur. Hayırcı-evetçi demeden eşitsizliklerin, adaletsizliklerin, esaretin en yakıcı sorunları etrafında aşağıdan bir birlikteliği sebatkar bir biçimde kurmaya çalışarak yürümekten başka çıkar yol yoktur. Seçimler gelir geçer, ama örneğin Metal Fırtına’daki işçilerin önemli bir kesimini kazanamazsanız tarih yapma şansınız da yoktur!
(Bu yazı Yeniyol’un Mayıs-Haziran 2017 tarihli 22. sayısında yayınlanmıştır)