Özlem Onaran
Gelgelelim emek payındaki gerileme sistem açısından potansiyel bir realizasyon krizi kaynağı olacaktı. İşçilerin satın-alma güçlerindeki gerileme tüketim potansiyellerini sınırladı. Talep yetersizliği ve finansal düzenlemeden-arındırma [kuralsızlaştırma] artan kârlılığa rağmen yatırımları azalttı. Böylece neoliberalizmin tek yapabildiği 1970’lerin kâr sıkışıklığı ve aşırı-birikim sorunlarının yerine realizasyon sorununu koymak oldu. Finansal yenilik/buluşlarla borçlanmanın sürüklediği tüketim bu potansiyel realizasyon krizine kısa vadeli bir çözüm getirmiş gibi görünüyordu. 2007 yazından bu yana bu çözüm de çökmüş durumda. Kriz geniş kapsamlı banka kurtarma paketleriyle ve mali teşviklerle denetim altına alınmıştı. Finansal spekülatörlerle şirketler şimdi kalkıp krizi bir “mali” kriz ya da “devlet dış-borç krizi” olarak yeniden yaftalıyor ve kendi kârlarının ve servetlerinin vergilendirilmesini önlemek için Yunanistan’dan İngiltere’ye uzanan bir yelpazede çeşitli ülkelerde hükümetler üzerinde kamu harcamalarında kısıntıya gidilmesi yönünde baskı uyguluyorlar. Kısıntıya gidilmesinde mutabık olan hükümetler sanki bu aynı spekülatörler onlarca yıllık neoliberal politikalardan en fazla yararlananlar ve krizin başlıca yaratıcıları değillermişcesine hareket ediyorlar. Kamu harcaması kesintileri “israfta kısıntıya gitmek” şeklinde formüle ediliyor ve böylelikle kriz yüzünden banka kurtarma paketleri, çevrim-karşıtı mali teşvikler ve vergi geliri kayıpları olmasa kamu borcunun söz konusu olmayacağı gerçeği karartılıyor. Ücretler üzerinde baskıyla birlikte bütçe kısıntılarına gidiliyor olması şirketler için iyi haber! Oysa kamu borcunun azaltılması yönündeki baskı toparlanma açısından en büyük tehdidi oluşturuyor. Resesyonda dip noktasına varılmış olsa bile mali teşvikler bir kez geri çekildiğinde toparlanmanın nereden geleceği tartışmalı.
Ücret Baskılaması, Küresel Dengesizlikler ve Avrupa
Krizin kökenindeki ücret baskılamasına dayanan realizasyon krizi küresel dengesizliklerle derin biçimde bağlantılıydı. Borca dayalı tüketim modeli ABD ve İngiltere gibi ülkelerde bir cari açık yaratmaktaydı. Bu açık Almanya ve Japonya gibi gelişmiş ülkelerin, Çin ve G. Kore gibi gelişmekte olan ülkelerin ve petrol zengini Orta-Doğu uluslarının fazlaları tarafından finanse edilmekteydi. Çoğu durumda cari fazlaları mümkün kılan ücretlerin baskılanması oluyordu.
Avrupa bağlamında Almanya gibi ülkelerin ücret baskılama stratejileriyle cari fazlaları, Avro Bölgesinin periferisinde, özellikle Yunanistan, Portekiz, İspanya ve İrlanda’daki ya da Doğu Avrupa’da özellikle Macaristan, Baltık Devletleri, Romanya ve Bulgaristan’daki ve aynı şekilde İngiltere ve İtalya gibi kimi ülkelerdeki cari açıklarla, kamu ya da özel kesim borcuyla örtüşmekteydi. Kriz Avrupa içerisindeki tarihsel ayrışmaları açıkça ortaya çıkarmış ve şu anda küresel krizi bir Avrupa krizine dönüştürmüş durumda.
Kriz mevcut kurumlarıyla birlikte AB’nin bir bankalar ve şirketler birliği olduğunu bir kez daha ortaya koymuş bulunuyor. Avrupa bankalarının nihaî kredi merciî olarak hareket etmiş olan Avrupa Merkez Bankası (AMB) sıra Avro Bölgesi hükümetlerine geldiğinde hukukî statüsü yüzünden aynı işlevi yerine getirmiyor. AMB’nin üye devletlerin devlet iç-borçlanma senetlerini doğrudan satın alması yasak. Bankalar yalnızca AMB tarafından kurtarılmakla kalmamış, faaliyetlerini sürdürdükleri makro-ekonomik ortam da resesyonun büyük bir buhrana dönüşmesinin önüne geçebilmek için çevrim-karşıtı genişlemeci mali politikayla desteklenmişti. Oysa şimdi aynı bankalar yüksek bütçe açıklarına ve kamu borcuna sahip hükümetlerden ödeme aczi riskini telafi edecek yüksek faiz oranları talep etmekte ve ödeme aczi riskini azaltmakta başarısız olan hükümetleri krediyi kesmekle tehdit etmekteler.
Gerek kamu borcunun gerekse bütçe açığının yüksek olduğu ve bu durumun yüksek bir cari açıkla eşleştiği Yunanistan gibi ülkelerde spekülatörlerin saldırısı bu ülkeleri bir devlet dış-borç krizinin eşiğine getiriyor. Aslında Yunanistan’dan önce 2009’da Doğu Avrupa ülkeleri saldırıya uğramaktaydılar. Yunanistan’ın ardından dikkatler çok geçmeden Portekiz ve İspanya’ya çevrilmiş durumda.
Sorunun kökeninde Avrupa’nın periferisini herhangi bir yetişip yakalama perspektifi olmaksızın merkez ülkeler için bir pazara dönüştüren neoliberal model bulunmaktaydı. Bir yandan yeterince büyük bir Avrupa bütçesinin olmaması, diğer yandan da periferide üretken yatırımları hedefleyen kayda değer mali transferlerin yokluğu üretkenlikte merkeze göre bir yakınsamayı engellemekteydi. Bir taraftan İstikrar ve Kalkınma Paktı diğer taraftan AB rekabet düzenlemeleri ulusal sanayi politikalarının uygulanmasını sınırlamaktaydı. Sanayi politikasının ve üretkenliği artıracak üretken yatırımların yokluğunda, Avronun benimsenmesinden sonra göreli rekabet güçlerini kendi para birimlerini devalüe ederek artırma imkânından yoksun kalan ülkelerin rekabet stratejileri temelde ücretleri sınırlamaya ve işgücü piyasalarının artan kuralsızlaştırılmasına ve eğretileştirilmesine dayanacaktı. Buna karşın, Almanya çok daha saldırgan bir ücret ve işgücü piyasası politikası uygulamaya girişmiş olduğundan, Yunanistan, Portekiz, İrlanda, İspanya gibi ülkeleri kurtarmaya ücret sınırlamaları da yetmeyecekti. Sonuçta, emeğin gelir içindeki payı Avrupa’nın tamamında sert bir şekilde gerilemiş oldu.
2000 – 2007 arasında nominal birim işgücü maliyeti Fransa’da %2, İngiltere’de %2,3, İtalya, İspanya, İrlanda ve Yunanistan’da %3,2 ile %3,7 arasında artarken, Almanya’da yılda %0,2 düştü. Özellikle periferideki nominal işgücü maliyetleri daha yüksek bir enflasyon oranına bağlı olarak Almanya’dakinden daha hızlı artıyordu. Yine de bu, bu ülkelerde hiçbir ücret sınırlaması olmadığı anlamına gelmiyordu: 1990’lar ve 2000’li yıllar boyunca tüm Batı AB ülkelerinde üretkenlik artışları reel ücretlerdeki değişimin üzerinde oldu. Hatta reel ücretler 2000’li yıllarda gerek Almanya’da gerekse İtalya, İspanya ve Portekiz’de, en büyük açık Almanya’da olmak üzere geriledi. Almanya’nın sıradışı rekabet avantajı artan üretkenlikten değil salt ücret baskılamasından kaynaklanıyordu. Aslına bakılırsa Almanya’da üretkenlik artışı oldukça mütevazı ölçülerdeydi; mesela 1991 – 2007 döneminde İngiltere, İrlanda, Yunanistan ve Portekiz’de sağlanan artışların gerisindeydi.
Düşük ücretlere bağlı zayıf talep nedeniyle Almanya’da büyümenin ana kaynağı ihracatlar olmuştu ama bu da AB’nin periferisindeki cari açıklar pahasına cari fazlalara yol açmıştı. Gerçekten’de yüksek cari fazlası, yüksek tasarrufları ve düşük iç talebiyle Almanya bir bakıma Avrupa’nın Çin’i olmuştu. Çevre ülkelerde düşük ihracatla yüksek ithalatın yarattığı açığı özel kesim borçlanmasının sürüklediği tüketim kapatmaktaydı. Yunanistan’da ve daha düşük bir oranda Portekiz’de hane-halklarının ve şirketlerin borçlanmalarının yanısıra mali açıklar da artmaktaydı.
2009 Aralık ayında Yunanistan’da gemi azıya alan periferideki devlet dış-borç krizinin artalanında işte bunlar yer almaktaydı. Yunanistan’ın ödeme aczine düşmesine ve Avro Bölgesinden çıkışına dair spekülasyonların ardından Avro Bölgesi hükümetlerinin Yunanistan’daki krizle ilgilenme kararları, aylar süren bir duraksamadan ve Alman Anayasa Mahkemesinin herhangi bir kurtarma operasyonunu anlaşmalara aykırı bulup ihtimal dışı bırakmasına ilişkin endişelerden sonra nihayet 2010 Mart sonunda gelebildi. Avro Bölgesine üye ülkeler, yüklü bir IMF finansmanı ile ağırlıklı olarak eşgüdümlü iki-taraflı krediler yoluyla Avrupa finansmanı içeren bir pakete katkıda bulunarak Yunanistan’a destek olmaya hazır olduklarını ilan ettiler. Bu kredilerin herhangi bir diliminin kullanımı Avrupa Komisyonunun ve AMB’nın değerlendirmelerine bağlı olarak sert kesintilere uğratılabilecek. Kredi yalnız ve yalnız Yunanistan’ın finansal piyasalarda borçlanamaması veya borçlanma faiz oranının temerrüt faiz oranı düzeyinde olması halinde kullandırılacak. Buna karşın spekülatörler bunun Yunanistan’ın iflas sorununa bir çözüm getirmeyeceğinin farkındalar ve paket meblağını herhangi bir ödeme aczi halini önlemek için yetersiz buluyorlar. 2010 Nisan ayında IMF ve Avro Bölgesi teknokratları kredi koşullarını müzakere ederlerken iki yıllık Yunan hazine bonosu faizi neredeyse %15’e yükseldi ve Yunan hazine bonolarının risk derecesi yatırım-yapılamaz [junk] statüsüne indirildi. Bulaşıcılık, kendi bonolarının kredi notu da hafifçe düşürülen İspanya ve Portekiz’i tehdit etmeye başladı; İrlanda’da hazine bonosu faizleri yükseldi ve gözler İtalya, Belçika, İngiltere gibi merkez ülkelerdeki ve hatta ABD’deki devlet dış-borç sorununa çevrildi. Paket meblağında sonradan yapılan arttırım sorunu yalnızca erteleyecek. AB açıkların gerisindeki nedenleri sorgulamıyor; üretkenlikte ıraksamaya ilişkin tüm yapısal sorunları ve Almanya’nın “komşunu yoksullaştır” politikaları yüzünden cari açıklarda oluşan dengesizlikleri görmezden geliyor. Avro Bölgesi hükümetleri tarafından planlanan 30 milyar Avroluk ilk kurtarma paketi beklenmedik bir şekilde, çoğunluğu Almanya ve Fransa merkezli bankaların, Yunanistan’ın borcunu yeniden yapılandırması halinde Yunan hazine bonolarına yaptıkları yatırımlarda uğrayacakları tahmini zarara kabaca tekabül etmektedir (The Economist, 2010a); dolayısıyla Avro Bölgesi hükümetleri aslında kendi bankalarını kurtarmaktadırlar. Başlangıçta telaffuz edilen meblağ bankaların spekülasyonunun baskısı altında daha yüksek tutarlı 3 yıllık bir paketin ilk bölümü haline getirildi.
AB politikacıları tarafından Yunanistan için önerilen rol modeli İrlanda olmuştu: İrlanda 2009’da %12,5 düzeyinde olan bütçe açığını 2014 yılında %2,9’a çekebilmek için daha şimdiden kamu kesimi ücretlerini %5 ila %15 arasında düşürmüş, sosyal refah harcamalarında ve diğer kamu harcamalarında kesintiye gitmiş durumda. Harcamalarda yapılan bu sert kesintiler, piyasaların güvenini AB yardımı olmaksızın yeniden tesis ettiklerinden övgüyle karşılanıyor. Buna karşın, bu durum Yunanistan’daki krizin bulaşma etkileri sonrası spekülatörlerin daha yüksek faiz talep etmelerini engellemiş değil. Öz-disiplini nedeniyle kutlanan diğer rol modeli ise GSYİH’nın iki yılda %25 azalması ve 2009’da %22,9’luk bir işsizlik pahasına reel bir devalüasyon yapan ancak bunu kur çıpasını terkederek değil, ücretlerde ve kamu harcamalarında çok hacimli kesintilerle gerçekleştiren Latvia.
Yunanistan şu anda 2009’da GSYİH’nın %13,6’sına ulaşan bütçe açığını, harcamalarda ve kamu kesimi ücretlerinde çarpıcı indirimlerle, emeklilik yaşını öteleyerek, yüksek vergi artışlarıyla, hazine arazilerinin satışıyla ve – ki pakette yer alan yegâne doğru şey – vergi kaçaklarıyla mücadele yoluyla 2013 yılında %3’e çekmeye zorlanıyor. Kemer sıkma önlemlerinin büyük bölümü emekçi halkın canını yakacak. Buna karşın, kemer sıkma planının Yunanistan’ı iflastan nasıl kurtaracağı belli değil. Resesyon derinleştikçe vergi gelirleri azalacak ve ciddi kesintilere rağmen bütçe açığı düzelmeyebilecektir. Ayrıca yüksek faiz oranları ödeme aczi sorununu daha da ağırlaştırmaktadır. Economist dergisi (2010b) şayet Yunanistan bütçe açığını 2014 itibariyle GSYİH’nın %2,6’sına düşürecek olursa nominal GSYİH’nın %5 gerileyeceği tahmininde bulunuyor. Bütçe açığının bu şekilde azaltılması yine de %153’lük bir borç GSYİH rasyosu anlamına gelebilecek.
Avro Bölgesinin dışında İngiltere ana-akım partiler arasında bütçe açığının nasıl ve ne zaman azaltılacağı konusunda bir başka büyük yarış arenasını oluşturuyor. İngiltere’nin bütçe açığı GSYİH’sına oranla %11,7’ye ulşan bir rasyoyla AB içinde en yüksek açıklardan biri olmakla birlikte, borcun ortalama vadesinin 13,7 yıl olduğu, faiz hadlerinin en düşük tarihi seviyelerde seyrettiği ve borç/GSYİH rasyosunun %68,6 olduğu dikkate alındığında kamu borcu üzerine bu kadar laf edilmesi şaşırtıcı. Üstelik kamu borcu/GSYİH rasyosundaki yükseliş kısmen GSYİH’da bir azalmadan kaynaklanıyor. Resesyon 2009 sonundan bu yana durgunluğa [stagnation] dönüşmüş durumda; bu aşamada kamu kesiminde yapılacak kesintiler durgunluğu çifte dipli bir reseyona dönüştürebilecektir. Azaltılmış bütçe açığının özel yatırım üzerinde varsayılan olumlu etkisi, daha düşük hazine borçlanmasının daha düşük faiz oranlarına ve dolayısıyla daha yüksek özel yatırım ve tüketime yol açacağı savına dayanır. Tüketicilerin borçlarını azaltmaya çalıştığı, yatırımların toparlanmaya dair belirsizlikler nedeniyle ertelendiği ve faiz oranlarının şimdiden düşük seyrettiği mevcut koşullarda bu kanal hiçbir uygunluğa sahip değildir. Gelirde ve güvende azalma, işini kaybetme, borç geri ödeme baskısı hane-halkı tüketimini kısıtlamaktadır. Gerek yatırım gerekse tüketim bankalar krediyi gevşettiklerinde dahi normale dönmeyecektir. Bu koşullar altında mali bir krizden bahsetmek daha ziyade sermaye lobilerinin bütçe açığını finanse edecek vergi artışlarını önlemek, krizin bedelini gelirde, istihdamda ve toplumsal hizmetlerde yapılacak kesintilerle ücretlilere ödetmek ve sendikaların kamu kesiminde kalan güçlerini ezmek için bir “ulusal ivedilik” durumu yaratmak için bir bahanesi gibi görünmektedir.
AB’nin her yerinde gündeme gelen kemer sıkma paketleri ülkeleri bir kronik düşük iç talep modeline itmektedir. Ücret kesintilerinin deflasyonist sonuçları borç sorununu hem özel sektör hem de kamu kesimi için bir iflas durumuna dönüştürebilir. Geçmişte Almanya’da düşük iç talep yüksek ihracat talebiyle ikame edilmişti. Ne var ki diğerlerinin açıkları olmadan Alman ihracat pazarı da durgunluğa sürükleneceğinden Avrupa’nın tamamını ücret baskılamasına ve kemer sıkmaya dayalı bir Alman modeline uydurmak mümkün değildir. Dünyada çevre ülkeler [periferi] resesyondan çıktıkça bunların talebinin Alman ihracatçılara bir süre yardımcı olması mümkündür, gelgelelim bu oyunda her ülkenin kazanan taraf olması mümkün değildir. Özellikle Avrupa’nın periferisi açısından daralan iç talep ne iktisaden ne de siyai bakımdan istikrarlı olan uzayıp gidecek durgunluk ya da hatta resesyon anlamına gelmektedir.
İngiltere’de, Almanya’da, İtalya’da, İsveç’te, Macaristan’da, Baltık ülkelerinde ve Romanya’da reel ücretler 2008-09’da 2007’ye kıyasla daha şimdiden düşmüş durumda. İrlanda, Yunanistan, Portekiz ve İspanya 2010’da sert reel ücret kesintilerine hazırlanıyorlar. İşsizlikteki keskin ve uzun sürecek [kalıcı] artışlar ücret kayıplarını büyük bir olasılıkla daha da vahim hale getirecek. İşsizlik 2009 yılında Avro Bölgesinde 190 baz puan artarken bu artış İngiltere’de 230 baz puan oldu. İrlanda ve İspanya’da inşaat sektörünün çöküşüne ve geçici işlerin kaybına bağlı olarak (sırasıyla 600 ve 670 baz puanlık) istisnaî biçimde yüksek artışlar kaydedildi. İşsizliğin daha da artması ve kayda değer bir kalıcılık sergilemesi bekleniyor. Firmaların resesyonu bir üretkenlik artışı stratejisinin bahanesi olarak kullanmak istemeleri ve yeni bir tensikat [işten çıkarma] furyasını başlatmaları veya toparlanmanın çok sonrasında bile işe almaları dondurmaya girişmeleri mümkündür. Şayet firmalar çalışma saatlerini arttırıp yeni istihdamı erteleyecek olurlarsa, bu durum işsizlerin ve istihdam piyasasına yeni dâhil olan gençlerin iş bulma şanslarını daha da azaltacaktır. Kriz o zaman hem uzun süreli işsizlikte hem de işgücü piyasasından ayrılan hevesi kırılmış işçi sayısında bir artışa yol açacaktır. Bunun yanısıra krizin daha önceden var olan darboğazları açığa çıkarmaktan başka bir şey yapmadığı otomotiv sanayiî ve inşaat gibi sektörlerde yapısal işsizlik sorunları da mevcuttur. Bir bütün olarak ekonomide toparlanma bu sektörlerde kaçınılmaz biçimde istihdam yaratacak değildir.
Enternasyonaist Bir Avrupa İçin!
Kurtarma paketlerinin maliyeti apaçık ortada olduğu halde, bu bedeli sorumlulara ve zenginlere ödetmek için hiçbir çaba sarfedilmiyor. İngiltere’de banka primlerinin vergilendirilmesi sorunun yalnızca küçük bir boyutunu hedefliyor. İktisadî kriz ekolojik bir krizle iç içe geçmiş durumda ve kapitalizmin iktisaden, ekolojik bakımdan ve siyasi olarak istikrarlı ve sürdürülebilir olmadığını ortaya koyuyor. Avrupa’nın dört bir yanında filizlenen mücadeleler krize Avrupa’da enternasyonalist bir alternatif geliştirmenin bir kaldıracı haline getirilebilir. Farklı AB ülkelerinin mevcut ücret baskılama politikaları bu ülkelerin emekçi halklarına benzer şekilde zarar veriyor. Almanya’daki Yunanistan’da bir kamu harcaması krizi olduğu yolundaki popüler argüman Avrupa’daki dengesizliklerin önemli bir bölümünü Alman işçilerinin son on yıldaki ücret, işsizlik tazminatı ve emeklilik hakkı kayıplarının yaratmış olduğu gerçeğini gizliyor.
Bu hakikati ortaya çıkarmak alternatif bir Avrupa için bir emekçi halklar ittifakını inşa etme yolunda büyük bir adım oluşturmaktadır. Enternasyonalist bir çözüm merkezde ve periferide ulusal alternatiflere – mesela Lapavitsas ve çalışma arkadaşlarının (2010) Yunanistan için önerdikleri Avrodan çıkışa ve antikapitalist bir gündeme dayalı seçeneğe – kıyasla çok daha güçlü bir cephe yaratabilecektir. Küçük bir ülkede ulusal bir çözüm izolasyona [yalıtılmaya] ve azgelişmişlik sorunlarının uzun dönemli kalıcılaşmasına yönelir. Üstelik taktik açıdan konuşmak gerekirse, Avrupa’daki mevcut durumda Avrupa-karşıtı, Avro-karşıtı politikaların emek-yanlısı antikapitalist bir stratejiden çok milliyetçi, sağ-kanat bir seferberliği hareket geçirmesi daha güçlü bir olasılıktır.
Sol stratejinin enternasyonalist bir alternatiften kazanacağı çok daha fazla şey vardır.
Büyük kriz demokratik tarzda planlanmış, katılımcı bir sosyalist iktisadî model doğrultusunda büyük bir politika yeniden yapılandırılmasına çağrıda bulunmaktadır ve bunun başlangıç noktasını acil istihdam, bölüşüm ve ekolojik sürdürülebilirlik sorunları oluşturmaktadır:
Ø Kamu taşımacılığında kamu istihdamı, mevcut konut stoğunun ısı yalıtımı, sıfır enerjili konutlar, yenilebilir enerji, eğitim, çocuk bakımı, huzur evleri, sağlık, belediye ve toplum hizmetleri;
Ø Karbon salımlama hedefleriyle tutarlı düşük bir büyüme oranında tam istihdamı gerçekleştirmek için çalışma zamanında işçilerin bir gelir kaybı olmaksızın (emek üretkenliğinin tarihsel artış oranına koşut) esaslı bir kısaltma;
Ø İşten çıkarmaların dondurulması ve özel firmalarda taban ücretler, iflas eden firmaların işçilerin denetiminde kamu kredileriyle desteklenen yeniden mülk edinilmesi [temellükü];
Ø AB düzeyinde eşgüdümü sağlanan bir asgari ücret;
Ø Düşük işsizlik bölgelerinden yüksek işsizlik bölgelerine yeniden-bölüşümü gerçekleştirecek bir Avrupa işsizlik sigortası sistemi;
Ø AB GSYİH’nın %5’i seviyesinde AB düzeyinde müterakki [gelire ve servete göre artan oranda] vergilerle finanse edilecek bir AB bütçesi;
Ø Daha yüksek ve müterakki kurumlar vergisi oranları, veraset vergisi, en yüksek marjinal vergi oranı nüfusun en zengin %1’lik bölümünün gelirine tekabül eden bir gelir eşiğinin üzerinde %90’a varan servet ve gelir vergileri için vergi eşgüdümü;
Ø Kamu borcunu yeniden yapılandırmak için hazine bonosu ve devlet tahvili stoğu üzerinde en yüksek marjinal vergi oranı belli bir eşiğin üzerinde %100’e varan müterakki bir servet vergisi;
Ø İstikrar ve Kalkınma Paktının ilgası;
Ø AMB’nın üye ülkelere ve bunun yanısıra Avrupa Yeniden İnşa ve Kalkınma Bankası’na ödünç para [kredi] verme yeteneğine sahip gerçek bir merkez bankasına dönüştürülmesi;
Ø İşçilerin ve paydaşların (tüketiciler, bölgesel temsilciler vb.) demokratik katılımı ve denetimi altında bankacılık sektörünün ve enerji, ulaştırma, konut, eğitim, sağlık, sosyal güvenlik gibi kilit sektörlerin kamulaştırılması;
Ø Avrupa içerisinde ve sınırları boyunca sermaye denetimleri.
Kaynakça
Lapavitsas. C., Kaltenbrunner, N., Lindo, D., Michell, J., Painceira, J.P., Pires, E., Powell, J., Stenfors, A. , Teles, N. (2010). “Eurozone crisis: not just a Greek virus”, Research on Money and Finance Occasional Report, School of Oriental and African Studies
The Economist 2010a, “Greece’s sovereign debt crisis”, April 17, 66-68.
The Economist 2010b, “Greece’s bail-out maths”, March 27, 78.
Özlem Onaran Middlesex Üniversitesinde (İngiltere) iktisat dersleri vermektedir. Cambridge Journal of Economics, World Development, Applied Economics, International Review of Applied Economics, Eastern European Economics, Labour gibi dergilerde küreselleşme, bölüşüm, istihdam, yatırım ve finansal krizler üzerine makaleleri yayınlanmıştır. Dördüncü Enternasyonalin Britanya seksiyonu Socialist Resistance ve Türkiye seksiyonunun yayın organı Yeni Yol ile işbirliği yapmaktadır.