Ernest Mandel
Söz konusu “Yahudi meselesi”, son 2 500 yıllık tarihin büyük gizemlerinden birini teşkil ediyor. Yahudilerin, diaspora’da, yani kendilerine ait bir toprak olmadan, ayrı bir etnik bütün olarak varlıklarını sürdürmelerini nasıl açıklayabiliriz? Aynı dönemde, Yahudilere karşı düşmanlığın, en anlaşılmaz koşullarda dahi, örneğin bugün neredeyse hiç Yahudinin bulunmadığı Polonya’da bile varlığını sürdürmesini nasıl açıklayabiliriz?
Bu olguların ilki midir, ikincisini yaratan? Yahudiler mi kendilerine karşı düşmanlığı yaratmıştır, antisemitizmin tüm çeşitlerinin iddia ettiği gibi? Veya ikinci olgu mu birincisini yaratmakta, yani Yahudiler, tam da bu karşılaştıkları düşmanlıktan dolayı mı, Kautsky ve Otto Bauer’in öne sürdüğü gibi bulundukları ortama tümüyle asimile olamamaktan dolayı mı varlıklarını sürdürmekteler? Yoksa bu iki olgu arasında daha karmaşık bir etkileşim mi mevcut?
Tarihin tüm büyük sorunlarına bilimsel bir açıklama getirme iddiasında olan Marksizm, kısa zamanda “Yahudi meselesi”nin gizemiyle karşı karşıya kalmıştır. Genç Marx’ın, en iyi çalışmaları arasında sayılamayacak (en azından kullanılan terimler itibariyle, içerik ise başka bir tartışmanın konusu olabilir) bir makalesinde bu anlaşılması güç meseleye eğildiği bilinmekte. Marksist düşüncenin gelişimi sırasında, Yahudi meselesine getirilen açıklamalardaki hakim anlayış, maddeci determinizmin damgasını vurduğu ve Kautsky tarafından temsil edilen ekolün yorumudur. Buna göre, Yahudilerin özgüllüğü, prekapitalist toplumda oynadıkları özel ekonomik rolden kaynaklanmaktadır. Onlara karşı beslenen düşmanlığın kökenleri Ortaçağa uzanmaktadır. XIX. yüzyılda kapitalizmin zaferi çerçevesinde Yahudilerin giderek özgürleşmesi, onların küçük ve büyük burjuvazi içerisinde asimile olmalarına yol açmıştır. Bundan sonra karşılaştıkları sorunlar ise, temelde bu toplumsal sınıfların (her türle etnik kökene sahip üyelerinin) sorunları olmuştur.Daha incelikli olmakla beraber, Otto Bauer’in, Gramsci’nin ve Lenin dahil Rus Marksistlerin değerlendirmeleri, aynı temel çizgileri paylaşıyordu.
Yahudi halkının, Orta ve Doğu Avrupa’nın birçok bölgesinde ezilen bir ulus olarak varlığını kabul etmek söz konusu değildi. Yalnız bu bölgelerde değil, Yunanistan’da, Hollanda’da, Büyük Britanya’da ve Amerika Birleşik Devletleri’nde Yahudilerin karmaşık toplumsal yapısını, dünya proletaryasının ayrılmaz bir parçası olan geniş Yahudi proletaryası ile birlikte gerektiği gibi değerlendirmek, ve işçi hareketinin ortaya çıkışında oynadığı özel ve çoğu zaman öncü rolü göz önünde bulundurmak da söz konusu değildi. Nathan Weinstock bu olgular üzerine heyecan verici bir kitap yazdı: “Sefaletin Ekmeği” (la Découverte, Paris, 1984-1986). Lenin, örneğin, leninist örgüt ilkelerinin birçoğunun temelinde bulunan Yahudi işçi örgütü Bund’a karşı olan borcunu hiçbir zaman kabul etmemiştir.
Bu konudaki tek istisna yaşlı Friedrich Engels’dir. O, XIX. yüzyıl sonu antisemitizminin, prekapitalist antisemitizmden tümüyle farklı toplumsal kökenlere sahip olduğunu, ve bunun sosyalizm ve işçi karşıtı gerici hareketin elindeki güçlü bir silah olduğunu görebilmişti. İşçi hareketinin, Yahudileri bu düşmanlara karşı savunması bir görevdi.
Yaşlı Engels’in katkısının izinden giderek, Troçki, Yahudi meselesine daha diyalektik, daha düzgün bir yaklaşıma sahip olan tek Marksist teorisyen olarak çıkar karşımıza. Hayatının sonuna doğru Troçki, Yahudilerin Avrupa’daki ulusal gerçekliğini, ve bununla birlikte toprak hakkını, siyonizmin gerici mitine hiçbir taviz vermeden açıkça tanımıştı.
Yahudi meselesinin materyalist bir yorumu için gerekli anahtarı bulan kişi ise yoldaşımız Abraham Léon’dur. Onun “sınıf-halk” kavramı, kesinlikle diyalektik bir kavramdır: Tarih boyunca Yahudi cemaatlerinin ayakta kalışının yanı sıra onların yokoluşunu da açıklamaktadır. Bu cemaatler belirli bir ortamda, toplumsal açıdan vazgeçilmez, özel bir ekonomik rol oynadıkları ölçüde ayakta kaldılar ve geliştiler. İktisadi gelişmenin, başka toplumsal katmanların gözünde bu rolün yararlılığını ortadan kaldırdığında ise Yahudi cemaatleri baskı altına alınmıştır. Ve toplumsal yapıları çok olağanüstü olmayıp da, kendisine karşı düşmanlık beslemeyen özel bir çevreyle birbirine karıştığı ölçüde, çoğunlukla bütünlüklü bir asimilasyon sonucu ortadan kalktılar.
Enzo Traverso, Yahudi meselesinin Marksist analizinin tüm bu gelişim aşamalarını bütünlüklü biçimde inceliyor. Bunula birlikte, tezini fazla tek yanlı yorumladığı ve biraz çabuk bir biçimde Kautskyci geleneğe dahil ettiği A. Léon’un kavrayışına fazla eleştirel yaklaştığı söylenebilir. Bu, Traverso’nun eserine yöneltmemiz gereken iki eleştiriden ilkidir.
Diğeri ise, Rus Komünist Partisi’nin Yahudi seksiyonu –Yevsektia– tarafından “asimilasyoncular” ile “milliyetçiler” arasında gerçekleştirilmeye çalışılan geçersiz uzlaşmayı haklı kılmak için yaratılan “toprak dışı halk” kavramıyla ilgili. Bu gerçekliğe uymayan bir kavramdır. Bilimsel dayanağı yoktur. Yahudilik durumunun sözde “biricikliği”ne verilen sadece yeni bir ideolojik biçimdir.
Aslında, Yahudiler –ya da tercih edersek: Yidiş milleti– Polonya’da ve SSCB’nin batı kısmında belirli bir toprakta gerçekten yoğunlaşmışlardı. Orada, Sovyet iktidarının bir toprak ve siyasi-devlet özerkliği tanıdığı onlarca milletten çok daha kalabalıklardı. SSCB’nin bu kısmındaki birçok bölgede çoğunluğu oluşturuyorlardı.
Böylece, Sovyet iktidarının siyasi-devlet özerkliğinin klasik ayrıcalıklarını reddettiği tek milliyeti oluşturuyordu Yahudiler. Daha sonra, SSCB Başkanı Kalinin, Birobidcan davasının gerekleri için bu özerkliği tanıdı. Siyasi-devlet özerkliği sadece kültürel özerkliğe indirgendi. Tüm Yahudi yurttaşları, hep birlikte nüfus cüzdanlarına “Yahudi” ibaresini yazmaya zorlamak, aynı zamanda asimilasyon sürecine de sekte vurmuştur. Bir devlet özerkliğinin –ve de silahlı öz-savunma yapılarının– yokluğunun doğurduğu koşullarla birlikte bu zorunlu ibare, 1941’deki nazi katliamlarını kolaylaştırmıştır.
Ancak bu eleştiriler Traverso’nun eserinin taşıdığı değerin yanında talidir. Kitap, Yahudi meselesinin geleneksel Marksist analizinin yetersizliklerinin temel nedenini ortaya seriyor: “Yahudi meselesi…klasik Marksist düşüncedeki kimi çatlakları açığa çıkarıyor, özellikle de tarih’te din olgusunun önemini kavrama yeteneksizliğini ve ulus’u düşünmedeki zorluğunu”.
Bu hataların sorumluğunun temelde Marx’ta, hele de Engels’te yattığını düşünmüyoruz. Daha çok onların tilmizlerinin büyük çoğunluğunun eseridir bunlar. Enzo Traverso’nun kitabı, onların, tarihin her türlü tek-nedenli yorumundan kurtulmasına, ancak bu arada da bu anlayışın paralelinde bulunan tümüyle tasvirci bir eklektizme de düşmemesine yardımcı olacaktır. Çünkü dini olguların (hatta ekonomik gelişmeyle eşzamanlı olmayan kültürel ve ideolojik olguların) sürekliliği ve büyük çeşitliliği sadece kaydedilmekle kalmamalı, onlar da açıklanmalıdır. Piskoposluk kurulu üyesi Houtard gibi Katoliklerin dinler tarihinin materyalist bir yorumuna yaklaştıkları bir dönemde Marksistlerin bundan kurtulmasının sırası değildir.
(Quatrième International, no:39, Aralık 1990-Ocak 1991. Çeviren: Uraz Aydın)