Nurcan Turan –
Cinsiyetler arası savaşta yeni bir boyuta, şiddetli bir çatışma durumuna geçmiş durumdayız. İlk kez Çilem Doğan’dan duymuş olsak da kadınlar işledikleri cinayetleri yalnızca uğradıkları tekil şiddetle değil genel kadınlık durumuna da bağlayarak açıklıyor artık. Geçtiğimiz Mayıs ayında 75 yaşındaki kocası R.Ö’yü öldürdükten sonra jandarmaya teslim olan S.Ö. kendini ihbar ettikten sonra gazetecilere “Çekin gardaşım çekin. Hep erkekler mi öldürecek? Bir de karı öldürsün. O beni öldürecekti, ben onu öldürdüm” açıklamasını yapmıştı. Bundan sonra kadınların gündelik deneyimlerinin belki hepsini değil ama suç niteliğindeki eylemlerini siyasallaştırmaları ihtimali yüksek görünüyor.
Kadına yönelik şiddetin tarihsel, toplumsal, siyasal, küresel ve yerel diğer çatışma dinamikleriyle iç içe geçmiş birçok nedeni var. Şüphesiz bu nedenler üzerinde durmalıyız ve mücadeleyi hukuk-ceza alanıyla sınırlı kalmaktan çıkarmanın yollarını aramalıyız. Ezilmelerinden kaynaklı olarak tarihin her döneminde kadına yönelik şiddetin olduğunu, şiddetin daha çok siyasallaştırılmasıyla da şimdi daha çok görünür olduğunu söyleyip geçmek bize siyasette fazla bir alan açmaya yetmiyor, yetmeyecek. Şiddetin ve cinayetlerin güncel arka planını anlamak ve mücadeleyi hukuk-ceza alanından diğer alanlara kaydırarak radikalleştirmek ve derinleştirmek gerekiyor. Bu radikalleşme de yalnızca kadınlara yönelik koruyucu, destekleyici önlemlere yönelik talepleri yükselterek değil bunları erkeklerin ve kadınların cinayet işleme koşullarını, gerekçelerini ortadan kaldırmaya dönük daha genel toplumsal taleplere bağlanarak sağlanabilir. Hukuk-ceza hattında kurulan bir mücadele bu alandaki eşitsizliklere dikkat çekse de, şiddet ve cinayet failleri veya spesifik vakalar üzerinden şiddet sorununun hızla bireysel bir mevzuya indirgenmesine –medyanın da üstün katkısıyla– vesile olabiliyor. Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan örneklerinde gördüğümüz gibi kadınların erkekleri öldürdüğü durumlarda meşru müdafaa mıydı canavarca bir cinayet miydi sorusu tartışmanın odağına yerleşebiliyor.
Cinsiyetler arasındaki savaşa ilişkin unutmamamız gereken sarih gerçek, kadınların itaat etmiyor ve çeşitli biçimlerde direniyor oluşu. Diğer yandan, itaat etmemek ve direnmek hem tekil anlamda kadınlar hem de genel olarak kadınlık için her zaman zorunlu bir özgürleşme anlamına gelmiyor. Kadınlarla erkekler arasında bir iktidar ilişkisinden bahsediyorsak, kadınların özgürleşme talepleri karşısında daha radikal atakları ve nispeten istikrarlı yeni bir toplumsal cinsiyet düzeni oluşana dek, kadın ve erkek arasında kanlı savaşları da hesaba katmak durumundayız. Bugün yalnızca Türkiye’de değil bütün dünyada diğer şiddet biçimleriyle iç içe geçmiş biçimde artan kadına yönelik şiddeti, haklara yönelik kısıtlamaları, köktenci akımların ve otoritaryenizmin yükselişini pekala yeni ve şiddetli bir patriyarkal atak olarak da değerlendirebiliriz.Nasıl ki feminist hareketin yükseliş dönemleri diğer özgürlükçü hareketlerin yükselişine paralel bir çizgi izlemişse, şiddetin, eşitsizliğin ve yoksulluğun tırmandığı, reaksiyoner akımların güçlendiği bir dönemde cinsiyetçiliğin yükseleceğini öngörmemek ancak liberal bir saflıkla mümkün olabilir. Baskıcı, cinsler arasında hiyerarşiyi garanti altına alan ama aynı zamanda koruyucu ve düzenleyici bir işlevi olan baba ideali büyük yaralar aldı ama Erdoğan gibi figürler, IŞİD gibi akımlar bu yaraları kapatmak için iş başına çoktan geçti bile.
Peki bu atak ve kör şiddet karşısında kadınlar/feministler olarak ne yapacağız? Cinayet olasılıklarına karşı öncelikle özsavunma hakkını, haksız şiddete karşı meşru şiddeti birincil söylem olarak öne çıkarmak, kadınlara yönelik daha kör bir şiddeti önleme konusunda gerçekten etkili bir yol mudur? Günümüzde toplumsal cinsiyet ilişkileri açısından radikal ve şiddetli bir geçiş evresinde olduğumuzu, artan eril şiddetin patriyarkanın daha derin bir çözülüş sürecine gösterilen tepkinin bir parçası olduğunu vurgulayan Alev Özkazanç’ın sorduğu soruyu tekrar sormak önemli: Modern patriyarkayı krize sokan, cinsiyet savaşına katkıda bulunan bir unsur olarak feminist hareket, bugün sadece bir tarafın temsilcisi olmanın ötesine geçerek bu savaş ve cinnet ortamını sonlandırmaya yönelik olarak insanlık adına söz alabilir mi?[1] Bu soru basitçe, feminizmin kadınlarla erkekler arasında bir arabuluculuk oynama potansiyellerine değil, insanın ve dünyanın kurban edilmesine ve birbirinden ayrıştırılamayacak tahakküm ilişkilerine karşı köktenci bir eşitlik ve toplumsal dönüşüm ideolojisi olma potansiyellerine işaret eder.
Tecavüze Karşı Cinayet
Şiddet nedeniyle cinayet işleyen kadınlardan hiçbiri Nevin Yıldırım ve Çilem Doğan kadar gündeme gelmedi, kamusal destek görmedi. Bu kamusal desteğin ardında erkeklerin sistematikleşen kadın cinayetlerine yönelik bir tepki de vardı şüphesiz. Diğer yandan, her iki vakada da kamusal vicdana daha kolay seslenilmesini sağlayan bir unsur vardı: tecavüz ve namus. Bir taraftan cinsel namusu kadına gerektiğinde şiddetle dayatıp, kadın bedenini yalnızca cinselliğe indirgeyip, bir taraftan kadın bu namus uğruna cinayet işlediğinde yaşam hakkının kutsallığını öne sürüp yine kadını suçlayan, bunu meşru müdafaa görmeyen toplumsal ikiyüzlülüğü gösteriyordu bu iki vaka.
“Namusunu kaybeden” kadını insanlıktan düşüren, ne şekilde kaybederse kaybetsin tecavüzle birlikte hayatın bütün kirini, pisliğini kadının bedenine hapseden ve asla “temizlenmesine” izin vermeyen bir toplumsal düzende kadınların uğradığı cinsel saldırılar karşısında dehşete düşmesi ve meşru müdafaa hakkını kullanması etrafında dönmedi ne yazık ki tartışmalar. Nevin’in gerçekten tecavüze uğrayıp uğramadığı, Çilem’in gerçekten fuhuşa zorlanıp zorlanmadığı tartışmalarında feministler tecavüzün ve cinsel saldırının altını kuvvetlice çizdiler. Bu kadınlar bedenlerine yönelik büyük tehdit olan tecavüz ve tecavüz tehdidi altında bu cinayetleri işledikleri için serbest bırakılmalıydılar. Nevin Yıldırım’ın, tecavüz değil de maktulle rızaya dayalı bir ilişki yürüttüğü, terk edilmesi nedeniyle bu cinayeti işlediği iddiaları karşısında üretilen feminist cevaplar maalesef yine tecavüze çıktı. Gönüllü kurulan bir ilişki sırasında da tecavüz olabilirdi, kadınların tecavüzü dillendirmesi, ona karşı çıkması neredeyse imkansızdı, sonu cinayetle bitebilirdi.[2] Kadınların, toplumsal olarak en kabul edilebilir cinayet nedeni olduğu için, öykülerine cinsel bir boyut katmış olabilecekleri ihtimali tümden göz ardı edildi.
Tecavüzü kadın bedenine yönelik ayrıcalıklı bir şiddet eylemi, onları dehşete düşüren, felç eden, cinayet işlemelerine, intihar etmelerine neden olan bir şey haline getiren nedir? Kadınların ve erkeklerin tecavüzü diğer saldırı olaylarından daha dehşetli bir şey olarak deneyimliyor olmaları biyolojik bir tepki midir yoksa tecavüze ayrıcalıklı bir anlam vererek deneyimi koşullandıran toplumsal iktidar ilişkileri midir? Bütün kadınları doğallığında tecavüz karşısında korunmasız ve kırılgan, erkekleri ise güçlü ve kaçınılmaz olarak şiddet dolu olarak resmeden anlatılar, cinsel şiddeti görünür kılmakta ve kamusal vicdanı harekete geçirmekte etkili olsa da hiyerarşik cinsel farkı ve kırılgan dişil bedeni yeniden kurmaya, kadınları uğradıkları cinsel şiddet akabinde zorunlu olarak acı çekmeye sevk etmeye de hizmet etmez mi? Kadınları ve cinselliklerini korumak adına ayrı plajların, dolmuşların, sınıfların ve idam cezasının talep edildiği günümüzün muhafazakar bağlamında bu sorulara kolaycı ve geleneksel bakış açılarını desteklemeyen cevaplar aramaya çalışmak daha da önem kazanıyor.
Cinsellik, şiddet ve tecavüz konularında feminist hareketin en azından elli yıldır tartıştığı bu sorulara verdiği ortak bir yanıt olmasa da, biyolojik veya kültürel determinizme dayanan ve tecavüzün kadınlar için kaçınılmaz olduğunu ve hepsine benzer etkilerde bulunduğunu vurgulayan anlayışlar oldukça sarsılmış durumda. 1970’lerde Michael Foucault’nun tecavüze diğer saldırı suçlarından farklı bir statü tanınmaması gerektiği savı üzerinden, feministler de bir tahakküm eylemi olarak tecavüzün cinsellikle ilişkisi üzerine verimli tartışmalar yürüttüler. Tartışmaların çok kabaca, tecavüzü cinsel bir eylem olarak mı veya yalnızca şiddet olarak mı kavranması gerektiği üzerinden iki hatta yürüdüğü söylenebilir. Bu tartışmaların pratikte cinsel saldırılara karşı mücadeleye, ilgili taleplere yeterince yansıdığı söylenemez. Egemen feminist söylem, kadınları tecavüz karşısında her daim mağdur, faillikten yoksun, yıkılmaya-yok olmaya yazgılıymışçasına konumlandırarak bir anlamda kadının güçsüzlüğünü ve her şeyden önce cinsellikle belirlenen, cinselliğine halel geldiğinde de yıkılan bir varlık olduğunu teyit ediyor. Böyle bir yaklaşımın sonucunda, değişimin tek aracı yasalar haline geliyor; geleneksel olarak erkeğin koruması altındaki kadına, aile yerine devlet koruması talep ediliyor. Kadınların ancak şiddet sonrasında haklarını araması, tecavüzcüsünü öldürdüyse ceza indirimi alması, rehabilitasyon olanaklarından faydalanması en somut hedefler haline geliyor.
Özsavunma ve Geride Kalanlar
Şiddete direnirken karşı şiddet uygulayan kadınları savunmak için son dönemde sıkça kullandığımız özsavunma hakkı apaçık bir şey gibi görünse de, tartışılmayı hak eden bir kavram. Bu hak kapsamında kadının elbette şiddet anında kendini korumaya yönelik karşı şiddet uygulama hakkı vardır ama bu şiddetin sınırları nerede başlar, nerede biter? Hangi durumlarda öldürme özsavunma hakkı sayılır? Kadınların erkeklerin elindeki şiddet tekelini kırması eşitliğe giden yolda bir eşik midir? Özsavunmanın kapsamını şiddet anından şiddet öncesine ve hayatın geniş alanlarına doğru nasıl genişletebiliriz ve cinayet ile intiharı tek çözüm yolu olmaktan çıkarabiliriz? Maalesef bu soruların da kolay yanıtları yok, şimdilik tartışmaktan başka bir aracımız da bulunmuyor. Büyükşehirlerin belirli mekanlarında bir araya gelen, geniş kadın kitleleriyle herhangi fiziksel-siyasi bir bağı bulunmayan kadınlar olarak, doğallığında sahip olduğumuz ortaklığa güvenerek namus adına işlenen cinayetleri-edilen intiharları bayraklaştırma kolaylığından, önce yaşamı ve yaşamayı koruyan yaklaşımları nasıl geliştirebiliriz diye düşünmek durumundayız.
Şiddeti çeşitli iktidar süreçlerinin bir parçası –hem kurucusu hem sonucu– olarak alırsak özsavunmayı yalnızca iki kişi arasındaki son kanlı kavga momentiyle neden sınırlandırdığımız sorusu daha da çarpıcı hale geliyor. Nevin Yıldırım’ın iki yıl boyunca yaşadığı tecavüz sürecinde hiç kimseden, kurumdan, örgütten destek alamamış ve tek çare olarak öldürmeyi görmüş olması bir trajediydi. Trajedinin son perdesiyse, ömür boyu hapis cezası… Bir kısım kadın onu kahraman ilan etti diye, bu trajedi Nevin Yıldırım’ın hayatında başka bir şeye dönüşmüyor maalesef. Uzaktaki başkalarının hayatları üzerinden kahramanlık yapma ucuzluğuna kaçmadan, ölmek veya öldürmek hapishanesinin altını nasıl oyacağımız, trajedi perdelerini nasıl azaltacağımız soruları açıkta duruyor.
Trajedinin son perdesi tecavüz mağdurları için mevcut toplumsal cinsiyet ilişkileri içinde hiç kapanmıyor. Üzerine eşitsiz toplumsal ilişkilerin bina edildiği cinselliğin, benliğimizin en önemli unsuru olduğu, ona dokunulmasının onulmaz yaralar açtığı bir durumda tecavüze uğrayanlara bu yaşamda kısmi iyileşmeler dışında bir şans tanımak mümkün değil. Tecavüze uğrayanın değil, tecavüzcünün gerçekten suçlandığı ve kayba uğradığı bir insanlık mümkün olmalı.
[1] Alev Özkazanç, “Psikanaliz, Feminizm ve Şiddet, http://www.academia.edu/6760166/Psikanaliz_Feminizm_ve_Şiddet
[2] Bu yaklaşıma örnek için bkz: http://www.sosyalistfeministkolektif.org/web-yazilari/yasad-g-m-hic-bir-seyi-goenuellue-yasamad-m/
(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2016 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır)