Foti Benlisoy
6-7 Eylül olayları sırasında Pandeli’nin (Çobanoğlu) Balıkpazarı’ndaki meşhur lokantası da talan edilir. Dükkânı yağmalanan Pandeli yılgınlığa kapılır ve lokantacılığı bırakmaya karar verir. Ancak rivayete göre devrin başbakanı ve lokantanın müdavimlerinden Adnan Menderes, Pandeli’nin bu kararını öğrenince pek üzülür ve “Pandeli Türkiye’ye lazımdır” diyerek onu vazgeçirmeye çalışır. Menderes, Pandeli’nin gönlünü almak için lokantasının bugün de bulunduğu yere, yani Mısır Çarşısı’na taşınmasına aracılık eder.
Menderes hakikaten “Pandeli Türkiye’ye lazımdır” dedi mi demedi mi bilinmez; ancak bu söz, İstanbul Rum topluluğuna karşı işlenmiş en büyük suçlardan biri olan 6-7 Eylül pogromunun mimarlarından birinin “ülkeye lazım” gördüğü azınlık mensupları hakkında oldukça aydınlatıcı. Şu ya da bu Rum (ya da Ermeni vs.) efendilerinin hayatlarına “lezzet kattığı” sürece “Türkiye’ye lazımdır”. “Gavurlar”, hadlerini bildikleri, ve en önemlisi “keyif verici madde” kabilinden İstanbul’un hayatına tat ve koku kazandıran çeşniler oldukları müddetçe ve ancak bu takdirde takdire ve ilgiye şayan addedilirler. Hele devrimizde, “çokkültürlü, medeniyetler beşiği İstanbul” mavalının geçer akçe olduğu devrimizde, Rum müziğinden tavernasına bu “keyif verici madde” iyi de satar. Üst orta sınıflarımızın hayatına kozmopolit bir zenginlik havası katar. Çocukluğundaki Rum ya da Ermeni arkadaşları yadetmek, gayrimüslimlerin zerafeti ya da nezaketinden bahsetmek, Rumlar İstanbul’dayken şehrin çok daha “medeni” olduğundan dem vurmak, Ermeni mezelerinden ya da Rumların sofra adabından konuşmak adeta bir “statü söylemi” halini alır. İstanbul’u satmanın, yani şehri küresel sermaye akışlarının bir düğüm noktası olacak şekilde “markalaştırmanın” garantili yollarından biri, onun kültürleri “birleştiren” çoğulcu karakterini vurgulamaktır. Gayrimüslimler de bu imaj çalışmasının, bu vitrin düzenlemesinin, yani kenti pazarlamanın olmazsa olmazları haline gelirler artık. Nostaljikleştirilmiş, sevimli bir folklorik unsur haline getirilmiş zımmiler bundan böyle hoşgörüye ve yadedilmeye layıktırlar…
Tom Amca malum, Harriet Beecher Stowe’un Tom Amca’nın Kulübesi’nde, romana adını veren siyah köledir. Aslında kölelik karşıtı bir romana ismini vermiş olsa da “Tom Amca” tabiri, zaman içerisinde otoritelere karşı son derece itaatkâr olan, yerini bilen, yumuşak başlı, uysal, sadık, efendisine karşı sempatik ve iyiliksever siyahları tarif etmek için kullanılır olur. İşte gayrimüslimler de birer “Tom Amca” oldukları, olabildikleri müddetçe iltifata mazhar olurlar. Gayrimüslim diplomatların, mimarların, müzisyenlerin, sporcuların vs. Osmanlı’ya ve dahi Türkiye Cumhuriyeti’ne olan hizmetleri öve öve bitirilemez. Devlete ve millete sadık gayrimüslim “Tom Amca” tiplemesi yerlere göklere çıkartılır. Yılmaz Özdil gibi pespaye bir milliyetçi dahi İstiklal Marşı’nın orkestrasyonunu Edgar Manas adlı bir Ermeni müzisyeninin yapmasından Türklüğe övünç çıkartır. “Bizim” gayrimüslimler, yani yerli ahali-i gayrimüslime, muhtelif diyasporalar gibi fitne fücur yuvası değildir, onlar ailemizin, soframızın sadık birer parçasıdır.
Hasılı, uysal ve sempatik, itaatkâr ve “haddini” bilir oldukları, zararsız ve keyif verici oldukları müddetçe, “Tom Amca” gibi davrandıkları sürece bilumum gavur “Türkiye’ye lazımdır”. Onların nostaljikleştirilmiş, sevimli kılınmış temsilleri Türk milliyetçiliği için bir tehdit değil bilakis bir kendi kendini övme vesilesidir. Mesela Egemen Bağış, cenazesinde verdiği demeçte önce Lefter’in “Türkiye sevdalısı” olduğunu vurgulama gereği duyar. Egemen Bağış için Lefter herhalde Pierre Loti gibi bir Türk muhibbidir. Bağış hemen sonra, “Türkiye’nin bütün renklerini burada gördük. Kendisi bize gerçekten Türkiye’nin farklılığını gösterdi” diyerek Lefter’in cenazesinden Türkiye için iftihar vesilesi çıkartır. Böylece gerçekleştirilen törende devlet erkânının varlığı memleketin ne derece hoşgörülü ve dahi çoğulcu olduğunun bir nişanesi olarak sunulur. Ancak milli kahraman statüsü ihya edilen ve İstanbul Rum topluluğun başına gelen bir dizi felaketin faillerinden sayılması gereken Rauf Denktaş’ın vefatı nedeniyle yarıya indirilmiş bayrağın Lefter’in naaşının üzerine konmasında hiçbir çelişki ya da beis de görülmez. Önce Lefter, sonra da Denktaş cenazesine katılmakta “Türkiye’nin zenginliği” açısından hiçbir tutarsızlık yoktur. Öyle bir “renklilik”, öyle bir hoşgörüdür ki bu milliyetçiliğin temel söylem ve pratikleriyle, sembolleriyle asla çatışmaz, onları hiçbir şekilde tehdit etmez, bilakis onları teyid eder.
Aynı günlerde Hrant Dink suikastı davası tamamlanır. Kendisine davadan çıkan karar hakkındaki yorumu sorulduğunda Abdullah Gül, “Türkiye’de hukukun karşısında herkesin eşit olduğunu, yabancı şirketlere karşı da yabancı uyruklu insanlara da hep eşit davranmış bir ülke olduğumuzu göstermemiz lazım” deyiverir. Basit bir dil sürçmesi değil, tipik bir “lapsus” ile, yani konuşurken bilinçaltında asıl tasavvur edilen şeyin söylenecek şeyin yerine “yanlışlıkla” söylenmesi haliyle karşı karşıya olduğumuz aşikârdır. Freud’a göre lapsus, şuur dışı bir arzuyu açığa çıkaran, onu ele veren bir hatadır. Milliyetçi böbürlenmelerin bir parçası kılınan ya da üst orta sınıfların kozmopolit özlemlerine hitap eden riyakâr hoşgörünün ardında yatan bu bastırılmış arzu, gayrimüslimlerin birer “yabancı” olduğudur. (Yabancı şirket meselesi Abdullah Gül’ün fantezi dünyasındaki bir başka özlem olmalı). Bu hoşgörünün son sınırı Tom Amca’nın kulübesidir. Hrant gibi o kulübeden ayağını dışarıya atmaya cüret eden, “Tom Amca rolünü kabul etmeyen “yabancıların” katli vaciptir.