Uraz Aydın –

 

2015 yazıyla birlikte Türkiye tekrar savaş atmosferine girdi. Unutmak için değil fakat ait olduğumuz türden utanmamak için ortak hafızamızdan silinmesini arzu ettiğimiz görüntüler, anlatılar, tüm anlatılamayanlarıyla birlikte bir kez daha gözümüze ve yüreğimize boca ediliyor. Çıplak cesetler, katledilen çocuklar, linçci güruhlar, enseye sıkılan kurşunlar, şehadete düzülen methiyeler, dumanı tüten kentler… Bu vahşetin tekrar gündemin asli unsuru haline gelişinin sebepleri konusunda kimsenin bir şüphesi yok oysa. Halkların Demokratik Partisi’nin son genel seçimlerde elde ettiği %13’lük başarının bedeli bu. 7 Haziran gecesi, barış ve demokrasi talep edenler açısından nasıl ki umudun yeniden yeşermesine vesile olduysa, muktedirler katında artık B mi C mi X mi bilinmez ama, çözüme hiçbir şekilde hizmet etmeyecek bir planın devreye sokuluşunu tetikledi.

 
Saray ve Süreç
 
Her şey Ceylanpınar’da iki polisin öldürülmesiyle başlamadı elbette ki. Suruç katliamı ve Ceylanpınar suikasti, her iki tarafın da hazırlandığını görebildiğimiz bir çatışmayı tetikleyen bir işaret olarak görürebilir ancak. Ama geçerken şunu da belirtelim ki can alma heveslisi IŞİD örgütü/devleti her türden kıyımını, vahşetini, barbarlığını gururla sunmaktan çekinmiyorken, tüm tarafların kendisine atfettiği Suruç katliamını hâlâ sahiplenmemiş olması fazlasıyla şüphe uyandırıcı bir hâl. Ceylanpınar konusunda ise, PKK’nin sözcülerinin önce sahiplenip ardından bundan vazgeçmesi ve yerel birimlere gönderme yapması, sonra da kendilerine karşı kullanılabileceği çekincesiyle sahiplenmek durumunda kaldığını açıklaması, ortada en azından bir muğlaklığın söz konusu olduğunu gösteriyor.
 
Türk devleti-Kürt hareketi arasındaki ilişkilerde yeni bir evreye geçişin kırılma noktasını Kobanê’de görmek durumundayız. Kobanê’nin kuşatılması karşısında rejimin tavrını ve bunun Kürtlerde doğurduğu öfke patlamasını, o denetlenemez isyanı belki de ileride AKP’nin düşüşünün başlangıç noktalarından biri olarak tespit etmek gerekebilir. Ya da, tarih güç ilişkilerince belirlenen her daim açık bir süreç olduğundan, iyiden iyiye diktatoryal bir rejime geçişin köşe taşlarından biri olarak… Kobanê vesilesiyle iktidar partisine oy veren Kürtlerin önemli bir kesiminin tercihlerini gözden geçirmesi HDP’nin seçim başarısının en temel unsurunu oluşturur. Kürt oylarını yitiriyor oluşu Erdogan’ın, çözüm sürecinin kilit bir noktasını teşkil eden Dolmabahçe mutabakatını reddetmesine ve direksiyonu olabildiğince sağa kırarak, devletçi-milliyetçi geleneğin “Kürt sorunu yoktur” söylemini benimsemesine yol açtı. Çözülmesi gereken bir sorunun olmadığı tespiti de kaçınılmaz olarak İmralı’ya fiilen görüş yasağı getirilmesi ve sürecin Kürt tarafının yegâne aktörü durumundaki PKK lideri Abdullah Öcalan’ın dilsiz kılınması sonucunu doğurdu. Bunu, tüm seçim kampanyası süresince Kürt Özgürlük Hareketi’ni savaşın içine çekmek için her türlü yöntemin denenmesi takip etti: Gerillanın çatışmaya girmesi ve asker ölümlerinin meydana gelmesine dönük Diyadin provokasyonu, HDP bürolarına dönük saldırılar ve bombalamalar, HDP kampanyasını yürütenlerin işkenceden geçirilerek infaz edilmesi veya linçe uğrayıp yakılması ve nihayet Diyarbakır mitingindeki bombalı saldırı. Hem HDP/Demirtaş’ın hem de, öğrenebildiğimiz kadarıyla Kandil’in tüm bu kışkırtmalara herhangi bir karşılık verilmemesi konusunda olabildiğince sağduyulu davranarak kitlesini denetleyebilmesi, hiç şüphesiz Kürt Özgürlük Hareketi’nin başarı hanesine yazılmalıdır, ki %13’ü aynı zamanda bu tutumun da bir sonucu olarak okumak gerekir. Ve Kobanê’den bu yana, elbette ki Selahattin Demirtaş figürünün belirleyici katkısı ve HDP’nin kapsayıcı söylemiyle örülen bu başarı Saray tarafından savaş sebebi sayıldı.
 
Fakat savaş opsiyonunun devreye sokulmasındaki bir diğer temel etken de, genel seçimlerden bir hafta kadar sonra PYD’nin ÖSO’yla birlikte IŞİD’in 2014 ocağından beri denetiminde tuttuğu Tel Abyad’ı ele geçirmesi ve böylece Kobanê ile Cizire kantonlarını birleştirmesiydi. Bu ise bölgedeki güç ilişkileri bakımından PKK açısından son derece mühim bir gelişmeydi. KDP’nin ve Kuzey Irak’ta artık iyiden iyiye kurumsallaşmış bir özerk yönetimin Kürtler açısından oluşturduğu çekim gücünü kırabilecek biçimde Rojava’daki “PKK devletleri”nin büyük oranda çoğrafi birleşmesi (üçüncü kanton Afrin haricinde) anlamına geliyordu bu. Rojava’daki özerk yönetimlerin demokratik, seküler ve çokkültürlü (siyasal çoğulculuk açısından bir hayli sıkıntılı olmakla birlikte) yapılarının taşıdığı önemin yanı sıra bu gelişme, düşman-kardeş Barzani çizgisinin Kürt halkı üzerindeki hegemonya savaşı için elindeki temel avantajının, bir eşitleme yoluyla elinden alınması demek aynı zamanda. Tel Abyad’ın IŞİD’den kurtarılarak PYD’nin denetimine geçişine Erdoğan’ı verdiği tepki gayet sarih biçimde olacakları açıklıyordu: “Suriye’nin kuzeyinde, güneyimizde bir devlet kurulmasına asla müsaade etmeyeceğiz. Bunun bilinmesi istiyorum. Bedeli ne olursa olsun bu konudaki mücadelemizi sürdüreceğiz.” (26.06.2015)

 
Seçimler ve Batı
 
AKP’ye giden Kürt oylarının HDP’ye yönelmesinde Kobanê meselesi ve Erdoğan rejiminin tutumu belirleyici olduysa HDP’nin 7 Haziran genel seçimlerindeki başarısına giden yol Batılı seçmeni kazanabilmek açısından meşakatli olmuştur. Bunu doğrudan AKP’nin otoriterliğine karşı oluşan hissiyatın ve bir patlama noktası olarak Gezi Direnişi’nin bir sonucu olarak görmek doğru olmaz. Elbette bir etki söz konusudur ama bunu doğrusal, tek yönlü bir yol olarak değil, çeşitli kavşaklarla örülü bir süreç olarak telakki etmek gerekir. Ve HDP’nin değeri, yanlış yola saptıktan sonra da sabırla geri dönüp tekrar uygun bir yol bulmaya gayret etmiş olmasındadır. Kabul edelim ki kolay iş değildi, Gezi’deki pozisyonu “Kürtler nerede”yle anılıyorken rejime karşı ayaklanan bu kesimleri kazanmaya çalışmak. Bu tartışma çokça yapıldığı için tekrar geri dönmenin anlamı yok. Ama otuz yıldır savaşan, direnen ve de her geçen gün artan ölülerine ağlayan bir halkın, önderi gördüğü şahıs tarafından milli bayramında ilan edilecek düzeyde bir barış imkanını yakaladıktan bir ay sonra, öznesi fazlasıyla heterojen ve sembolleri pek iç açıcı görünmeyen bir isyana kitlesel biçimde ve balıklama dalmasını beklemek siyasi körlükten öte bir şey değildir. Bu bagajla yola çıkan HDP, 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan adayı olarak direnişin bir şekilde başlıca figürlerinden biri haline gelmiş Sırrı Süreyya Önder’i seçerek bu bağı kurmaya yeltendiyse Önder’in CHP’yi öncelikli hasım kılan kampanyası ve elbette İstanbul’u AKP’den almaya dönük “bas geç”le özetlenen toplumsal refleksle birlikte umduğunu bulamadı. Bu noktadan geri dönerek,  Selahattin Demirtaş’ın öne çıkarılması (ki bunun iç dengeler açısından kolay olmadığını biliyoruz) ve kapsayıcı, demokrat, hoşgörülü ve espritüel bir kampanya ile 10 Ağustos 2014 Cumhurbaşkanlığı seçimleri için aday gösterilmesi ile bu kırılganlığı gidermeye dönük ciddi bir çaba sergilendi. Demirtaş’ın aldığı % 9.8’lik oy oranı ciddi bir başarı sayılabileceği gibi %10’luk barajın da aşılabileceği umudunu doğurdu. Fakat Kürt seçmende bir kırılma yaratan Kobanê eylemleri ve taşıyıcısı olduğu şiddetin (ölümlerin yanı sıra Türk Devleti’nin sembollerine ve devleti temsil eden kurumlara dönük saldırılar) HDP liderinin barışçıl söylemine ciddi biçimde gölge düşürerek Batı’dan gelen cumhuriyetçi oyların geri çekilmesine sebebiyet vermesi kuvvetle muhtemeldi. Ancak burada da HDP batılı seçmen nezdinde hegemonyasını korumaya ya da yeniden inşa etmeye gayret etti. HDP’nin parti olarak genel seçimlere katılma tercihi karşısında aslında bunun bir danışıklı dövüş olduğu ve barajı aşamayarak AKP’nin değirmenine su taşıyacağı, barajı geçerse özerklik karşısında Erdoğan’ın başkanlığını destekleyeceği yönündeki ulusalcı propagandaya ve batılı kamuoyundaki çekincelere de seçim kampanyasını “seni başkan yaptırmayacağız” mottosu çerçevesinde örerek güçlü bir yanıt verdi. Bu bir hayli önemli çünkü HDP kazanmak istediği bir toplumsal kesimin esas kaygısına karşılık gelecek biçimde kampanyasını yeniden şekillendirdi, bizzat kampanya içerisinde partinin söylemi ve kimliği, vurguları itibariyle dönüşüme uğradı. O meşhur “emanet oy” tartışmasına sebep olan bu kesimin %1-1.5’i aşmadığı ve barajın geçilmesinde belirleyici olmadığı biliniyor. Fakat sadece Kürt halkının taleplerini içermeyip AKP’nin baskı ve yolsuzluk düzeni karşısında demokrasi, barış ve adalet arzu eden herkes için bir seçenek haline gelebilmesi için vazgeçilmesi zor bir kesim bu.

 
Parti ve Dağ
 
Bugün muktedirler katında savaş seçeneğinin tekrar benimsenmiş olmasının amacı aşikar. Başta Demirtaş olmak üzere HDP’yi itibarsızlaştırarak, “terör örgütünün uzantısı” olarak göstererek barajın altında kalmasını sağlamak ve de mümkün mertebe milliyetçi oyları kazanmak. HDP vargücüyle barış talebine sarılıyor. Saray’ın kirli savaşını teşhir ederken savaşan taraflardan biri olan PKK’ye de doğal olarak ateşkes çağrısında bulunuyor. Fakat bu çağrılar giderek Kandil ile HDP arasında bir gerilimi açığa çıkarıyor. Buna bakarken esasında hatırlamak gerekir ki PKK daha önceki Kürt siyasal partileriyle, tarihsel olarak ortaklaştığı hususlar olmakla birlikte hiçbir zaman tam örtüşmemiştir. İlk kürt siyasal partisi HEP’in ortaya çıkışı elbette ki Kürt sorununun, PKK’nin silahlı eylemlerinin 1984’te başlamasıyla birlikte görünürlük kazanmasının etkilerini taşır, fakat tümüyle bağımsız bir biçimde, PKK dışı aktörlerle ve hatta daha heterojen bir yapı olarak tahayyül edilerek kurulur. İlk başta PKK önderliği tarafından şüpheyle yaklaşılır bu partiye. 1991 yılında Abdullah Öcalan “HEP’in önünün açık tutulması ve bela olmaktan çıkarılarak bir gelişme aracına dönüştürülmesi”nden söz etmektedir mesela (akt. E. Aydınoğlu, Kürt Özgürlük Hareketi, Versus, 2014, s.82). Elbette ki zamanla, kapandıkça tekrar kurulan bu partilerle PKK arasında çok daha ciddi bir örtüşme söz konusu olur. Fakat bunu herhangi bir şekilde birebir organik bir bağ şeklinde düşünmemek gerekir. Bu HDP için daha da geçerlidir. HDP yukarıda andığımız süreçle birlikte PKK’den, KCK’den ayrı bir kimliğe bürünmüş durumda. Kandil’in HDP’ye uzaktan direktif vermesi, bu kimliği örseleyebilip inandırıcılığını zedeleyebilir. Ayrıca PKK’nin de olası bir çözümde ne tür bir siyasal rejim tahayyül ettiği konusunda ciddi kuşkular uyandırabilir.
 
Cemil Bayık (17.08.2015), Demirtaş’ın “PKK’nin ‘ama’sız olarak silahlı eylemlerini durdurması lazım. Silahın demokrasi açısından mazereti yoktur” çağrısına değinirken “Bize göre, ne Türkiye ne de biz bu sorunu silahla çözebiliriz” diyen Öcalan’ın yirmi yıldır söylediğini tekrarladı. Ancak “tek taraflı” silahların susmasının mümkün olmadığını belirterek  “bize bir garanti verirlerse üzerimize düşen rolü yerine getiririz” ifadesini kullandı. Devletle kalıcı barış müzakerelerinin yeniden başlaması için PKK’nin koşullarının “bombardımanın durması, Öcalan’a ulaşabilmeleri, Kürt aktivistlere yönelik operasyonların durması, ateşkes müzakerelerinin bağımsız gözlemcilerce izlenmesi” şeklinde beyanat vermiş. Bir “üçüncü göz”e karşı olduğu bilinen Erdoğan’ı  ikna etmek için “misilleme”nin ne kadar etkili bir yol olduğunu beraber göreceğiz.
 
KCK yürütme konseyi eşbaşkanı Bese Hozat da (24.7.2015)  “Silahları bırakma konusunda çağrı yapacak Öcalan’dır” diyen Demirtaş’ı da isim vermeden eleştirmişti: “HDP’den bazı kişilerin AKP’nin bu oyununa gelerek silah bıraktırma adresi olarak Önder Apo’yu göstermeleri büyük bir yanlıştır. Bu, AKP’ye, “Önder Apo’ya baskı uygula” demekle eşdeğer bir yaklaşımdır. Bu yaklaşım ne niyetle yapılırsa yapılsın son derece apolitik, yanlış bir yaklaşımdır ve asla kabul edilemez.” “Öcalan’a ulaşabilme” bir ateşkes şartı olurken onu bir adres olarak  göstermek neden apolitik ve kabul edilemez, anlamak biraz zor.
 
Bu verdiğimiz örneklerin ardından Kandil’den HDP’nin hatalarını, zayıflıklarını, yetersizliklerini sıralayan daha birçok mesaj geldi. Hepsinin üzerinde durmaya gerek yok, ama tutarlılık konusunda benzer sıkıntılara sahip olduklarını belirtelim.  Ama burada artık, elbette güçlü temas noktaları bulunmakla birlikte iki farklı dinamiğin işlediğini , hele de Öcalan’ın yokluğunda, görmek gerekir. Biri demokratik siyasetin zemininin imkanları ve ihtiyaçlarına göre şekillenirken diğeri barış konusunda oyalanmış, kandırılmış, aldatılmış bir ordunun (ve özellikle yaslandığı ve çoğu kez denetleyemediğini itiraf ettiği gençlik tabanının) varolduğunu, yenilmediğini hissettirme ve hissetme ihtiyacının yanı sıra Ortadoğu’daki güç ilişkilerinde edindiği role göre de gelişiyor.
 
Savaş koşulları altında oluşan bu manzara çerçevesinde HDP içindeki ve dışındaki enternasyonalist sosyalistler için tutum almak zorlaşıyor. Saray’ın savaşına ve Devlet terörüne karşı durmanın ötesinde, Kürt halkının kendi kaderini tayin hakkını savunduğunu ilan etmek, mücadele biçimlerindeki farklılaşma ve stratejik perspektifteki çoğulluk (ve belirsizlik) nedeniyle yeterli olamıyor. Eğer Kürt halkı kendi geleceğini, tüm kurumlarının savunduğu gibi demokratik özerklikte görüyorsa (ki gerçekten öyle mi, bağımsızlık fikri halkın kolektif tahayyülünde zulümden kurtulmanın kesin bir yolu olarak mevcudiyetini korumuyor mu?), bu, 6 milyonu da aşacak bir güçle donanmış bir siyasetin mücadelesiyle müzakere masasının tekrar kurulması yoluyla mı gerçekleşecek? Yoksa kimseden talimat almadığını belirten ve KCK yürütmesinin de sık sık uyarmak durumunda kaldığı silahlı bir gençliğin özsavunmayla bileşik biçimde, fiili biçimde uyguladığı “özyönetimle” mi meydana gelecek? Hangisi halk? Barışa ulaşmak için devrimci halk savaşı mı, serhildanlar mı, sivil itaatsizlik ve demokratik siyaset mi, kent savaşı mı, tüm demokrasi güçlerinin ortak kitlesel seferberliği mi? Ki bu önermelerin hepsi birden Kandil’den çıkan metinlerde yer alabiliyor.
 
Bir kavram olarak marksizmin şüpheyle yaklaştığı “halk” doğal olarak çoğuldur. Sınıfsal olduğu kadar siyaset, kültür, toplumsal cinsiyet ve de kuşaklar düzeyinde bölünmeleri ihtiva etmektedir. Ve dün Gezi’de isyan eden gençlikle kuşakdaş bir Kürt gençliği bugün elinde silah sokaklarını koruyor. Zaten marjinalleştirilmiş şehirlerin “kent paryaları” olarak aşağılanmışlıklarına şiddetle karşılık vererek özneleşiyorlar. Onlar da halk, ve kaderlerini böyle tayin ediyorlar…
 
Tarihsel ve toplumsal dönüşümlerin, uzun vadeli tahakküm politikalarının ürünü olan sorunların çözümü de bugünden yarına değil, tarihsel ölçekte gerçekleşebilir ancak. Tüm bu kaos ve gerilimler arasında, cılızlığına rağmen sosyalist solun bugün üstlenmesi gereken asgari görevler ise ortada: Kör şiddeti eleştirmekten çekinmeden Barış için birleşik mücadele zeminlerini çoğaltmak, Kürt halkının haklarına ve taleplerine sahip çıkmak ve bir kez daha HDP’nin oylarını artırmak için çalışmak.

 

(Bu yazı Yeniyol’un Eylül-Ekim 2015 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır)