Masis Kürkçügil –
Türkiye’nin hangi alamete binip de ne tür bir kıyamete gittiğini, henüz birkaç yıl öncesine kadar Erdoğan’ı yere göğe koyamayanlar tarafından bile yapılan açıklamalardan anlamak mümkün.
Geçen yıl sona ermeden kimileri barış meselesinin üç ayda çözülebileceğini söylerken şimdi sokaktan geçen insanların ve en önemlisi çocukların kaza kurşununa kurban gittiği bir olağanüstü hal sözkonusu. Bu çatışmadan olmadık bir demokrasi üretmek artık şapkadan tavşan çıkaranlar için bile imkânsız. Çatışmayı kaçınılmaz kılan koşullara bakmak yerine “ben yapmadım o yaptı” makamından henüz ergenliğini yaşamaktan hoşnut kimilerinin açıklamalarını ciddiye almanın da gereği yok.
Erdoğan çok doğru bir söz söylemişti, ama bunu ekonomiyle sınırlı görmekte yanılıyordu: Türkiye üç yıldır patinaj yapıyor. Özellikle kurumsal alanda, güçler ayrılığında yapılan temizlik ve AKP’nin her düzeyde nâma yazılı bir yapılanmaya gitmesi bu patinajın özeti. Paten olmadan yaplan bu patinaj sonunda bir yerlerin kırlıp dökülmesi kaçınılmazdır. Egemenler açısından böyle bir patinajın da şart olmadığı açıkken Erdoğan’ın dayatmasıyla kurumlar, teamüller keşmekeş oldu. Bu patinajın nerelerin kırılıp dökülmesine yol açtığı en iyi örnek dış politika ve elbette çözüm süreci.
Bugün İran’ın yeniden sahne almasıyla Suudi Arabistan da pozisiyon değiştirmiş ve ABD ile Rusya arasında öncekine göre hayli farklı beklentiler oluşmuştur. Türkiye ise Halep’e giderken sınırın ötesindeki sürdürülmesi imkânsız bir parçayı Türkmenleştirme hevesindedir. İhvanı Müslimin’e abilikten bahçe tarımına geçiş gibi bir şey! Bu arada Hamas lideri Halid Meşal Riyad’da kralla görüştü! Esad Esed olalı yıllar oldu, Erdoğan “muhalifleri” desteklerken büyük bir başarıyla Rojava’nın inşasına tosladı.
“Milli irade” ve de “çözüm süreci”
12 Eylül rejiminin zemini üzerinden yeni bir otoriter rejim adım adım oturtulmaktadır. Güç ilişkilerine göre şekillenen bu adımların ta baştan belli olduğu veya zaten bu işin başının sonunun olmadığı, ezel ebed aynı rejimin içinde debelendiğimiz görüşü yeni mücadelelere hazırlıksız yakalanmanın nedeni olmuştur ve olmaya devam edecektir. Örneğin Cumhurbaşkanı’nın halk tarafından seçilmesine ilişkin referandum Abdullah Gül döneminde öyle yorumlanmamış olsa da (yorumlayacak olan ne de olsa Erdoğan’dı, Gül’de öyle bir güç bulunmuyordu) aniden “milli irade”nin temel kriteri haline gelmiştir. 12 Eylül 2010 referandumundan bu yana beş yıl geçti ve bu beş yılda gerçekleşenleri herhâlde kimse önceden kestiremedi. Bu beş yılın içinde yalnızca Gülen cemaati ile AKP arasındaki birlik ve beraberliğin artık taşınamaz bir hale gelmesi bulunduğu gibi KCK tutuklamaları ve elbette Gezi de bulunmaktadır. Yine de 7 Haziran seçimleri güç ilişkilerindeki kritik bir noktanın altını çizdi. Tabii 2012’deki bugüne benzer bir durumda çatışmaların yoğunlaşması ve hapishanede sürdürülen açlık grevlerine Öcalan’ın çağrısıyla son verilmesinin ardından başlayan ve yere göğe konulmayan, adında bile anlaşılamayan (milli birlik ve beraberlik, çözüm, müzakere, demokratik…) ancak kendini kurucusu ilan eden Cumhurbaşkanı tarafından (22 Mart!) Dolmabahçe’de hükümet üyeleri ve HDP temsilcileri arasındaki deklarasyondan sonra rafa kaldırılan görüşmeler de bu beş yılın önemli köşe taşlarından biridir.
Barış için en elverişli koşulların taraflardan birinin kendini güçlü hissettiği bir anda veya birinin diğerini dize getirdiğinde oluştuğunu sanmak fazlasıyla teknik bir görüştür. Giderilmesi mümkün olmayan yarılmaların birlik ve beraberlik veya kardeşlik nutuklarıyla ikame edilebileceğini sanmak abestir.
Kürt sorunun çözümünü yakın veya uzak görmekten öte hangi koşullarda ve ne tür toplumsal baskı veya destek altında gerçekleşebileceğine bakmak gerekir. Bu açıdan HDP’nin kendi doğal seçmeni dışındakilerden aldığı oylar toplam oyunun yüzde onbeşi kadar olsa da toplumsal destek bakımından önemi oranından fazladır. AKP için önemli olanın iktidarda kalmak olduğu düşünülürse Kürt meselesi çözülmekten ziyade yedeğe alınacak bir mesele olarak yıllardır sürüncemede bırakılmştır. Erdoğan’ın seçim döneminde elinde Kürtçe Kuran sallaması (ne zaman öğrendiyse!) dâhil bu konuya ilişkin söyledikleri çözümü içselleştirmediğinin kanıtıdır.
27 Temmuzda Akdoğan “statüko cephesi… HDP’yi bir proje olarak, taşeron şekilde kullandı. HDP barajı geçmek için bu bloku kaldıraç olarak kullandı ve karşılığında da süreci havaya uçurmuş oldu.” Garip bir ifade, herkes herkesi kullanıyor. Lakin itiraf açık: HDP barajı aşmasaydı…Tek başına bu ifadeler PKK’nın tutumu ne olursa olsun içine sürüklenilen girdabın gerekçesini sunmaktadır.
Suriye Türkiye’ye girdi!
Erdoğan nasıl Suriye’de kendisine uygun bir güvenlik bölgesi için şartları zorluyorsa PKK da uluslararası ölçekte IŞİD’e karşı mücadele eden PYD’nin şahsında (Şengal’de bizzat kendisi) kazanılan mevzilerden hareketle daha kapsamlı bir tasarım içindedir. Eğit-donat’tan sınırı geçen üç beş kişinin anında buharlaşmasıyla bölgede dışardan zorlamayla bir mevzi tutulmasının imkânsızlığı kanıtlanmış olsa da Erdoğan ok yaydan çıktığı için ısrar ediyor. Ancak ABD için parçalanmış bir Kürt bölgesi yerine Rojava’nın bütünlüğü IŞİD’e karşı mücadelede çok daha güvenli görülüyor. Ancak aynı ABD’nin Barzani’nin ve Türkiye’nin konumunu zedeleyecek bir PKK mücadelesini desteklemesini de beklememek gerek! Yeni koşullar oluşmuştur ve Suriye’de PKK makbul addedilirken Kandil’de kuşkulu görülmektedir. Öte yandan “IŞİD’i hallediyoruz” kisvesi altında PKK’yı çökertmeye yönelik Erdoğan hamlesi de kuşkuyla izlenmektedir. Hatta eski Ankara ABD büyükelçisi Edelman bu konuda açıkça ikazda bulundu: “Uzun vadede Kürtleri gözden çıkarmak, IŞİD’le mücadeleye büyük zararlar verir. Çünkü Türkiye’nin, Kürt güçlerin giremeyeceği bir bölge yaratmasına izin verilmesi, ılımlı güçlerin hâkim olacağı bir bölge yaratmaz. Nusra ve Ahrar-uş Şam gibi İslamcı örgütler için güvenli bir sığınak yaratır.” (NewYork Times 27 Ağustos)
PKK’nın böyle bir ortamda “misilleme” yapması, bölgedeki etkinliği açısından hayli tartışmalı bir durum. Hem uzun vadede Suriye’deki kazanımlarını pekiştirmek açısından esas gücünü oraya aktarması gerekmekte hem de Batı kamuoyunda PYD’nin prestij kazandığı bir ortamda “terör örgütü” kategorisinden “meşru” bir muhattaba dönme imkanının zora sokmaktadır.
Suriye’de Kürtler ABD, bazı AB ülkeleri ve elbette İran ve Rusya ile ilişkiler kurarken rejimle de dirsek temasını kaybetmiyor. İster pragmatizm densin ister realpolitika Erdoğan’ın ham hayal dünyası ile kıyaslanmayacak bir mesafe aldıkları kesin.
İki Hazirandan sonra bir de Kasım
7 Haziran seçimleri Gezi olaylarından sonra Erdoğan’ın şahsında rejimin sendelediği ikinci vaka olarak tarihe geçebilir. Bu açıdan 1 Kasım’da tekrarlanacak seçimler şimdi 7 Haziran sayesinde en az 7 Haziran kadar önem kazanmış bulunmakta. Bu imkânı küçümseme lüksüne kimse sahip olmamalı. Hele seçimlerin şaibeli olduğunu iddia ederek kendi seçeneksizliğini örtbas etmek için sandığa küserek sanki sokakta devrim oluyormuş gibi hezeyanlara da hiç kapılmamak gerekir.
Araştırma şirketlerinin sözcüleri 1 Kasım seçimlerinin 7 Haziran gibi AKP’nin tek başına iktidarına imkân vermeyen, dört partili bir meclisi oluşturacağı kanısında. AKP, MHP’den koparacağı milliyetçi oyların peşinde debelenirken HDP’nin oylarını konsolide etme ve belki de bir miktar artırma ihtimali ciddiye alınmakta.
Bu durumda yeniden koalisyon tartışmaları gündeme gelecektir. Ancak burada önemli olan ve giderek bir seçimle sınırlı olmayarak tarihsel bir mahiyet kazanabilecek olan HDP’nin gösterdiği (onun şahsında billurlaşan) performanstır.
1995 yılında ilk kez HADEP ile bağımsız bir siyasal parti olarak (Birleşik Sosyalist Parti ve SİP gibi katılımlarla) seçime giren Kürt ulusal hareketi %4,2 oy almıştı. Daha 2014 yerel seçimlerinde daha önceki benzerleri dolayında (örneğin DEHAP 2002’de 6,2) HDP %6,6 almışken, bugün HDP bazı araştırmacıların iddiasına göre milletvekili sayısı itibarıyla MHP’yi geçip üçüncü parti olabilir ve oy oranı olarak da hayli yaklaşabilir.
Kürt nüfusun %17-18 olduğu belirtilirken bunun %11 ila 11,5’unu almış olan HDP, AKP’nin kaybettiklerini kazanarak rahatlıkla birkaç puan yükselebilir. 7 Haziran seçimlerinde Kürt seçmenin dörtte üçünün oyunu alarak artık AKP ile bu alanda çekişmesini sonlandırmış olan HDP, Kürtlerin nitelikli çoğunluğundan ezici çoğunluğuna doğru gidebilir.
AKP ne kadar kalıcı?
“7 Haziran seçimlerinde AKP sahneyi terk etmeyecek. Ancak HDP barajı geçtiği takdirde sonun başlangıcı için bir gedik açılacak” demiştik (Mayıs 2015, sayı 14). AKP’nin tek başına iktidar olamaması, ardından gelen iki partinin toplamı kadar oy alabilmiş olması, yeniden toparlanmasının mümkün olup olmadığını tartışmalı hale getiriyor. AKP eriyen tabanını nereden telafi edecektir? Artık Kürt oylarının hayal olduğunu herkes söylüyor. MHP ile milliyetçilik yarışının kazandıracağı hem sınırlı hem de bu yarıştan hoşlanmayacak merkez sağ seçmeni kendinden uzaklaştırabilir.
Erdoğan’ın tabiri ile üç yıldır patinaj yapan bir ekonominin doğal sonucu çok övündükleri fert başına dolar hesabıyla milli gelirin (10,400’den bu yılsonu itibarıyla 9,200’e) düzenli bir düşüş seyri izlediği bir dönemde Erdoğan’ın çok övülen karizması çizik üzerine çizik yer. 1 Kasım seçimleri bu bakımdan ilerisi için bir sinyal verecektir. Ancak kesin olarak toplumsal çalkantılar, işsizlik, reel ücretlerdeki düşüş gibi belirtiler önceki dönemlerden daha ağır olacaktır. Yalnızca Türkiye için değil “yükselen pazarlar” denen bir dizi ülkede artık geri dönüşsüz bir biçimde büyüme oranları düşmekte (en azından birkaç yıl için bu seyir devam edebilir). Üstelik Türkiye bu kategorideki “en kırılgan ülke” olarak niteleniyor.
De facto
Erdoğan’ın kendini “fiilen” başkan ilan etikten sonra millete de buna uygun Anayasal değişiklikleri yapma görevi vermesiyle “darbe” tartışmaları alevlendi. Darbe olması kesindi de, bonapartist bir darbe miydi yoksa Peru’daki Fujimori benzeri bir darbe mi?
AKP’yi islamo-faşist ilan ettikten sonra onu bonapartist diye rütbeyi tenzile uğratmak biraz garip gelebilir. Gerçi faşizm ve bonapartizm arasında da bir “geçiş” sözkonusudur ama faşizmden bonapartizme değil bonapartizmden faşizme!
Bonapartizmin temel özelliklerinden biri ulusun üzerinde bir hakem rolü oynamaya sıvanmış bir rejim olmasıdır. Burada kılıç, bıyık ve üniforma hükümeti ele geçirir. Bonapartizmle mevcut “fiili”durum arasında bir benzerlik yok değil. Hükümet veya iktidar parlamentonun dışına kaymakta veya Erdoğan müstakbel ve hayali bir anayasaya uygun olarak bu yetkileri kullanmaktadır. De Gaulle’ün de 1958’de böyle bir rolü olmuştu, ama boylar hariç şartlar pek uymuyor! Bunca yılın kutuplaşmasından sonra Erdoğan’da o çok istediği millet babası figürünü bulmak imkânsızdır (de Gaulle öyle veya böyle İkinci Dünya Savaşı vesilesi ile kazandığı karizmayı kullanıyordu). Bir de denge arayışı sözkonusu değil. Yani emekçilerin siyaset sahnesine dörtnala girdiği ve sınıf mücadelesinin keskinleştiği bir dönemde olunmadığına göre bonapartizm türevi bir rejim de ihtiyaç değildir.
Bonapartizm tartışmasını Murat Yetkin Radikal’de açtı, daha doğrusu tazeledi. Daha anlamlı bir tartışma Ceyda Karan’ın Peru’daki Fujimori ile yaptığı benzerliktir. Meclisi feshedip, anayasayı rafa kaldıran Fujimori Aydınlık Yol hareketine karşı yürütülen savaşın yarattığı umutsuzluğu kullanarak doksanlı yıllarda muhalefetin de bölük pörçük olmasından istifade ederek bütün yetkileri elinde topladı.
İnsanlık tarihindeki önemli dönemeçlerdeki deneyimlerin, mücadelelerin ürünü olan bu tür kavramlaştırmalar için durum vaziyeti fazlaca abarttığımız söylenebilir. Her şeyden önce 7 Haziran seçimleri devlet imkânlarının kullanılması, medyanın tek yanlılığı gibi şerhler dışında oylama babında şaibeli değildir. Gerçi bunun böyle olması için çeşitli inisiyatiflerin çabasını küçümsememek gerekse de AKP de böyle bir şeye tevessül etmedi.
Seçimin şaibesiz olması Erdoğan’ın daha önce de belirttiğimiz üzere (Mart 2015, sayı 12, s.3) Meksika tipi başkanlıktan vazgeçtiği anlamına gelmiyor. Muhtarlar ve esnaflar temel güçleri değilse de “milli irade” temsilcileri olarak takdim edilmekte.
Erdoğan muhtarlarla muhtariyetini ilan ederken bir başka türlü muhtariyet ilan eden ve gayetle “milli” olan çeşitli il ve ilçelerdeki halk meclislerini derdest etme peşinde. Cumhurbaşkanı’nın mecliste kaybettiği çoğunluğu yine seçilmişler diye sunulan muhtarlar meclisi ile ikame etmesi yalnızca bizim tarihimizde değil dünya tarihinde de pek rastlandık bir şenlik değildir. Güruhu serseriyeden oluşan Bonapartizmin sivil vurucu gücü 10 Aralık çetesiyle muhtarları aynı kefeye koymak abestir. Onlardan istenen işbirlimcilik ve konu mankenliği. Ancak bu fiili durum yeni değil. Erdoğan Aralık 2014’te de Ak-Saray’ı yeni işleviyle takdim ederken devlet milletin sarayından yönetiliyor demişti. Yoksa Çayeli ilçesinin Büyükköy sakinleri “erken seçim istiyoruz, seni başkan yapacağız” dedikleri için ahalinin iradesine boyun eğmiş değil. Siyasi tarihe geçmesi gereken bu konuşmada Erdoğan “şimdi yapılması gereken bu fiili durumun hukuki çerçevesinin yeni bir anayasa ile netleştirilmesi, kesinleştirdilmesidir” (Hürriyet 16.08.2015) diyerek olmayacak bir anayasal çoğunluğa âmin demiş bulunuyor.
Buna karşılık yine “fiili” bir durum yaratmaya girişen “halk meclislerinin” muhtariyetlerini ilan etmeleri de elbette propagandif bir eylemin ötesine geçebilecek gibi değil. Özellikle genel seçimlerden sonra bölgede değişen güç ilişkileriyle muhtariyet arasında bir bağlantı kurulabilir.
Ancak keyfe keder güç ilişkilerinde karşılığı olmayan bir “fiili” durumu yaratma çağrısında olanlar için hayal hanelerinin hayli boş olduğu söylenebilir. İçi boş ve toplumsal olarak tuba ağacı gibi olan meclis fetişizmiyle yukardakiler arasında kategorik bir fark vardır.
Lakin bir yandan özyönetim ilan edip diğer yandan da anayasal hakkımız diye seçim hükümetinde yer almak da çelişkili bir duruma yol açıyor. Demirtaş da özerkliğin sivil halk meclisleri tarafından ilan edilmesiyle elde silahla beyan edilmesi arasındaki farkın altını çizdi.
“Sivil darbe” eleştirileri alarm seslerinin yükseltilmesi açısından anlamlıdır. Ancak henüz olaylar model olarak gösterilen bonapatizme veya Peru örneğine uzaktır.
Rejimin karakteri üzerine hassasiyetle durulması yürütülecek mücadele açısından anlamlıdır. Ancak rejimin ömür billah aynı yaftayla damgalandığı yıllar boyunca aradaki farklılılar ve dolayısıyla mücadele için sunduğu imkânlar veya gedikler değerlendirilmediğinden, rejimin kafadan faşist olması nedense kendilerine sıkı devrimci diyenlere bir huzur vermekte!
Bir kez daha…
1 Kasım seçimlerinden sonra da Erdoğan’ın kendine yakıştırdığı yetkileri kullanmaya çalışacağı, olası bir koalisyonun büyük ortağının AKP olmasının kaçınılmazlığı gerilimin devam edeceğini göstermekte. Ancak işleyen bir mecliste Saray’ın sınırlarını daraltmak muhalefet için bir mücadele alanı olabilir.
Seçmenin AKP’den tedrici kopuş olasılığını yeterli görmeyip kendilerince daha radikal olduğunu sandıkları ültimatomlarla veya davetlerle (“bizim eve gel” makamından) bir kitle hareketliliği yaratabileceklerini sananlar kendi içlerindeki gerilimleri bile gidermekten acizler. Sandığa ve seçime bağlı olmayan ve ondan esasta ayrı bir dinamiğe yatırım yapmayı gerektiren emekçilerin, ezilenlerin aşağıdan hareketinin inşası dışardan gündem dayatarak değil onların acil ihtiyaçlarından hareketle mümkün olabilir. Geniş kitleler henüz bu sandık ihtimalini tüketmekten uzakken sözde meclislerle bir alternatif yaratmanın mümkün olmadığı sandığa küsülen her dönem kendini göstermiştir. Sosyalist hareketin Gezi’den bu yana çıkarılacak bir bilançosu ise bu durumu hazin bir tablo olarak önümüze serecektir.
Nihayetinde emekçilerin, ezilenlerin bulundukları yerdeki sorunlar etrafındaki örgütlenmeleri, temsili demokrasinin labirentlerinden çok daha ulaşılabilir, çok daha etkin ve katılıma açıktır. Bu açıdan da elbette çok daha demokratiktir. Ancak bu iki kesimin en gelişkin hallerini bile tokuşturtmadan, yani Kurucu Meclis ve özyönetim organlarının ikisini de demokrasinin gereği olarak görerek halkın iradesinini açığa çıkarılmasına çalışmak gerekir.
Mevcut durumda sosyalist solun bağımsız bir seçenek olarak seçimlere katılması mümkün görünmemekte. Buna rağmen başka güçlerin sırtından akıl hocalığına sıvanmak yerine sınırlı gücüyle belli talepler etrafında bir kampanya yürütebilir. 7 Haziran seçimlerinde bağımsız biçimde yürütülen HDP’ye oy çağrısı kampanyalarının elbette ihmal edilebilir bir katkısı olmuştur. Ancak bu kampanyanın çok daha geniş bir ölçekte yapılması halinde katkının ötesinde yeni güçlere ulaşmak ve yeni bir yol arayışına girmek de mümkündür.
Birleşik Haziran Hareketi başlangıç noktasının çok gerisine düşmüş bulunmaktadır. Bunun bir nedeni de seçimlerdeki en azından tutuk tavrıdır. Bugün katılımcılarının azımsanmayacak bir kesiminin çeşitli nedenlerle uzak kaldığı-bıraklıdığı BHH, kendine hayran ancak kendi dışında ses getirmeyen bir haldedir. Barış Bloku adı üzerinde Barış için kurulan bir blok olsa da buradan bir Demokrasi Bloku (Cumhuriyet 12.08.2015) çıkarma konusunuda açıklamalar yapılmıştır. BHH’den kimi kesimler bu blokta yer almaktadır.
1 Kasım seçimlerine bigâne kalmak, 7 Hazirandan daha ağır sonuçlar doğurabilir. Bu bakımdan şu veya bu şekilde, mümkünse ve tercihen sosyalistlerin kendi görüşleri ve talepleriyle yürütebilecekleri ancak oyları HDP’ye yöneltecekleri faaliyetlere bir an önce girişmek gerekir. Bu HDP’nin siyasetinin kefili olmak anlamına gelmiyor. HDP’nin geriletilmesi ve yıpratılması AKP’nin şu an için bir numaralı hedefi olduğu; demokratik haklar konusunda örtüşen bir dizi talep HDP aracığıyla dile getirildiği; sürüklendiğimiz savaşa son vermek için örneğin Barış Bloku’nda olduğu gibi yanyana gelindiği için… Çocuklar, insanlar ölürken keskin emperyalizm teorileri etrafında sek sek oyanayarak vakit geçirmemek için…
30 Ağustos 2015
(Bu yazı Yeniyol’un Eylül-Ekim 2015 tarihli 15. sayısında yayınlanmıştır)