Enzo Traverso
İlk bakışta bu iki adı bir nefeste birarada anmamız tuhaf bir şey olarak görülebilir. Biri Ekim Devrimi’nin lideri ve diğeri her türlü politik aktivizme uzak duran ayrıksı [eksantrik] bir Alman yazın eleştirmeni, bunların ortak yanları neydi? Yaşadıkları sürece birbirleriyle hiç tanışmamışlardı ve hiç kimse de 1940 yılındaki ölümleri arasında bir bağlantı kurmamıştı. Öte yandan, Benjamin’in ölümü hiç dikkat çekmemişken -hatta yakın arkadaşları bile ölümünü epey bir gecikmeyle duymuşlardı-, Kızıl Ordu’nun eski lideri Troçki’nin öldürülüşünün haberi bütün dünyaya yayılmıştı. [Ortak yanları olarak] belki ikisinin de Marksist olduğuna işaret edilebilir -ama ne Benjamin’in aklına İhanete Uğrayan Devrim gibi toplumbilimsel ve siyasal bir inceleme, ne de Troçkinin aklına Tarih Felsefesi Üzerine Tezler gibi büyük oranda mesiyanizm ve dinle dopdolu bir metin yazmak gelirdi. Öte yandan ikisinin de Yahudi oldukları ortak nokta olarak eklenebilir -ama Ukrayna’nın bir köyündeki Yahudi köylülerle Berlinli Yahudi bir sanat müzayedecisinin ailesi arasında nasıl bir ortaklık olabilir ki? Böylesi bir ortak unsur sadece Nazi mercileri için bir anlam taşıyordu: Onlar ‘yahudi bolşeviği’ Troçki’ye karşı nefretle doluydular ve de ‘Yahudi ve Marksist’ olmasından dolayı onların gözünde çifte suçlu olan Benjamin’in ardına düşmüşlerdi.
Benjamin ve Troçki’nin köken olarak geldikleri yerler, öğrenim alanları, siyasal deneyimleri, kısacası bütün yaşamları birbirinden tamamıyla farklıydı. Ama yine de onların tinsel yönelimlerinde ve genel olarak politik düşünüşlerinde örtüşmeler saptamak da mümkündür. Troçki’nin yazılarında Benjamin’in adına rastlamayız ve Rus devrimcinin sürgünde bazen Frankfurter Zeiitung’un yazın sayfalarını okuma fırsatını bulup bulmadığını da bilmiyoruz. Buna karşın Benjamin’in Troçki’nin değişik yazılarını dikkatli bir biçimde okuduğunu ve onlardan önemli oranda etkilendiğini biliyoruz. 1926’da İngiltere Nereye Gidiyor?’u okumuş ve bir yıl sonra Rusya’da Yeni Yazın adlı makalesinde büyük hayranlıkla Troçki’nin Edebiyat ve Devrim’de geliştirdiği Proletkult eleştirisine değinmişti -bu eleştiri kendisinin Proletkult’a eleştirisiyle birçok açıdan örtüşüyordu. (karş. GS II.2,755-62) İkisi de devrimin görevinin yeni bir ‘proleter kültür’ yaratmak olmadığı, bunun yerine sömürülenlere sınıf egemenliği izlerini taşıyan geçmişte üretilen kültürün (yani bir anlamda ‘burjuva’ kültürün) sahiplenilip, benimsenmesi için olanak yaratmak olduğu görüşünde birleşirler. Gençliklerinde ikisi de klasik yazın geleneğini beğeniyle okumuşlar ve Goethe yahut Tolstoy üzerine önemli incelemeler yazmışlardı. Daha sonraları Freudcu psikanalize, sanat ve yazın alanında avangardizme, özellikle de gerçeküstücülüğe duydukları ilgi ikisinin paylaştığı konulardı. Andre Breton’la birlikte Meksika’da kaleme aldığı ünlü Bağımsız Devrimci Bir Sanat İçin adlı manifestoya, Troçki, sanatsal etkinlikte tam özgürlük ilkesini özellikle vurgulayan şu ifadeye yer vermiştir: “Sanatta her şey caizdir.” Bu ifade Benjamin’in 1929’daki gerçeküstücülük üzerine düşüncelerini çağrıştırmaktadır -Benjamin gerçeküstücü harekette Bakunin’den sonra Avrupa’nın yitirdiği ‘radikal bir özgürlük kavramını’ yeniden bulur. (Benjamin 1995a, 165).
Benjamin 1932 ilkbaharında Gretel Adorno’ya yazdığı bir mektupta, Troçki’nin otobiyografisi ve yine onun Rus Devriminin Tarihi üzerine, “yıllardan beri böylesine nefes kesici bir merakla” yutup bitirdiği başka bir şey okumadığını yazıyordu (Benjamin 1966, 553). Moskova’da bulunduğu Aralık 1926 ve Şubat 1927 arasındaki dönemde Benjamin -ki bu SBKP’nin Sol Muhalefet’in Stalin’e karşı mücadelesiyle sarsıldığı bir dönemdir-, Rusya’nın iç meselelerine karşı pek ilgi göstermemişti. Radek ve Lunaçarski onu pek fazla etkilemiş ve arkadaşlarının iktidardaki partiyi parçalayan fraksiyon çatışmaları üzerinde hararetli tartışmalarını -bunlar Rusça yapıldıklarından dolayı takip edememişti. Bununla birlikte bu tartışmaların yankılarını duymuş olmalıydı; çünkü Moskova Günlüğü’nde Sovyet rejiminin ‘devrimci sürecin dinamiğini durdurma çabası’ içinde olduğunu vurgulamış ve artık ülkenin ‘isteyerek ya da istemeyerek restorasyon dönemine girdiği’ sonucuna varmıştı (Benjamin 2001, 76).1937’de Benjamin, Pierre Missac’ın Cahiers du Sud’da övgüyle tanıttığı İhanete Uğrayan Devrim’i okumuş ve Danimarka’da Brecht’le yaptığı konuşmalarda Troçki konusu üzerinde birçok kez durulmuştu. Brecht, Karl Korsch’un etkisiyle Stalinizme ve ‘tek ülkede sosyalizm kuramına’ yöneltilen Troçkist eleştirilere belirli bir sempati duyduğunu belirtiyordu. Birlikteki konuşmaların birinde Brecht SSCB’yi ‘işçi monarşisi’ olarak tanımlarken, Benjamin onu ‘okyanusun derinliklerinden çıkartılan boynuzlu balık ya da benzeri garip yaratıklar gibi hilkat garibeleriyle’ karşılaştırıyordu (Benjamin 2000, 132). Benjamin’in Stalinizme karşı duyduğu kuşku, Fransız Halk Cephesi ve İspanyol Cumhuriyeti’nin yenilgisinin yol açtığı hayal kırıklığıyla daha da derinleşir ve 1939 Alman-Sovyet Paktı’ndan sonra -Tezler’de ‘kendi davalarına ihanet ederek yenilgilerini daha da pekiştiren’ politikacılar suçlu olarak damgalanır (Benjamin 1995, 44)- radikal bir reddedişe dönüşür. Benjamin’in Troçki’ye duyduğu sempati onunla 1930’larda biraraya gelen diğer tanıklarca da vurgulanır. Werner Kraft’a göre Brecht (belli koşullarla) “Stalin’e karşı, Benjamin belli koşullarla Troçki’den yanaydı” (Kraft 1972, 69). Benjamin’le 1932 yılında Balear Adaları’nda tanışan Jean Selz onun ‘kararlı bir anti-Stalinist Marksizm’ yandaşı olduğunu yazar. “Benjamin Troçki’ye büyük bir hayranlık duyuyordu.” (Selz 1968, 42)
Ama, biri Dördüncü Enternasyonal’in kurucusu ve diğeri Paris -19. yüzyılın başkentinin yazarı olan böylesi iki farklı figür arasındaki bu eşine az rastlanır yakınlık, sadece gerçeküstücülüğe duydukları sempati ve Stalin’in yönetimi altında bürokratlaşan Sovyetler Birliği’ne yönelik eleştiriyle sınırlı değildi. Onların yazıları Sosyal Demokrasi ve İkinci Enternasyonal’in olgucu [pozitivist] Marksizminin eleştirisinde de birçok yönden benzerlikler taşır. İkisi de, sosyalizmi tarihin ‘doğa yasalarının’ kaçınılmaz ürünü olarak gören ve işçi sınıfına -kazanımlarının otomatik olarak ortaya çıkacak yeni düzenle güvence altına alacağından dolayı- hiçbir şey yapmadan sadece pasifçe beklemeleri görevini veren evrimci ve nesnelci anlayışların reddedilmesi ve terkedilmesi söz konusu olduğunda sözlerini hiç sakınmıyorlardı. Bu pasiflik kısa bir süre içinde [yönetim] aygıtlarında bürokratik tutuculuğa ve her türlü devrimci kopuş karşısında aşırı bir korkuya dönüşmüştü. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce Rus, Alman ve Avusturyalı sosyal demokratlar Troçki’nin sürekli devrim kuramını ‘ütopik’ karakterinden dolayı eleştiriyorlardı; onu, özellikle toplumsal gelişimin ‘nesnel yasalarını’ hiçe saymakla ve -demokratik, mutlakiyet karşıtı, ‘anti-feodal’ bir devrim olması gereken- Rus devriminden sosyalist bir devrim yaratmak istemekle suçluyorlardı. Plehanov başta olmak üzere, Rus Marksistlerinin büyük çoğunluğunun evrimci basmakalıp ifadelerine karşı Troçki, Rus toplumunu proletaryanın iktidarı almasından önce uzun bir kapitalist ekonomik büyüme döneminden geçmesi gerekliliğine mahkum eden sarsılmaz bir tarih yasasının olmadığını savunuyordu. Ona göre, durağan gibi görünmesine rağmen, Rus toplum yapısının arkaik mujik yaşam dünyasını endüstriyel modern yaşamla yanyana getiren eşitsiz ve bileşik bir gelişime tabiydi. Moskova ve St. Petersburg’un aydınları arasında en ‘batılı’ olanlar, Çar’ın ve izbe, tahtadan köylü kulibelerinin Rusya’sında sosyalizmi kurma fikrini bir sapkınlık olarak görüyor ve bütün umutlarını var olmayan bir liberal burjuvaziye bağlıyorlardı. Troçki’nin sürekli devrim kuramını doğrulayan Ekim Devrimi, İkinci Enternasyonal’in okulundan geçmiş birçok sosyalist tarafından tarihte bir sapma olarak değerlendirilmişti. Troçki 1921’de Komünist Enternasyonal’in Üçüncü Kongresi vesilesiyle şunları yazıyordu: “Otomatik gelişmeye duyulan güven, oportünizmin en önemli ve en karakteristik özelliğidir.” (Troçki 1972, 211) Troçki daha sonraları, Karl Kausky’nin yapıtını değerlendirirken, İkinci Enternasyonal Marksizminin ‘organik’ ve barışçıl kapitalist bir gelişme döneminde, -hemen hemen Paris Komünü’nün yenilgisi ve Birinci Dünya Savaşı arasında- ortaya çıktığını ve bunların izlerini taşıdığını ileri sürer. Ona göre, savaş, kapitalizmin krizi ve gericiliğin yükselişi üretici güçlerin kesintisiz büyüyeceğine ve Sosyal Demokrasi’nin durdurulamayacak ilerlemesine ilişkin körce yanılsamalara bir son vermiştir.
Marksizmi Karl Kautsky’nin kitapları üzerinden değil de, Georg Lukacs’ın Tarih ve Sınıf Bilinci gibi heterodoks bir yapıtıyla keşfeden Benjamin, Sosyal Demokrasi’ye yönelik eleşrisini ilk kez 1937’de Alman tarihçi ve koleksiyoncu Eduard Fuchs üzerine yazdığı bir incelemede formüle eder Benjamin, 19. yüzyılın sonuna doğru, tarihi artık durdurulamaz organik, sürekli bir gelişim olarak kavrayan Sosyal Demokrasi içinde evrimci bir determinizm biçiminin ve ilerlemeye ilişkin kör bir inancın egemen olduğunu yazar. Benjamin işçi hareketinin taktiğini ‘doğa yasaları’ndan çıkarsayan, toplumsal süreçleri ‘fizyolojik’ ve ‘patolojik’ diye ayıran ve soldaki ‘anarşist sapmaları’ jeoloji ve biolojiye ilişkin yetersiz bilgiye bağlayan İtalyan sosyalisti Enrico Ferri’nin saf olguculuğuyla alay eder. “Böylelikle,” diye ekler Benjamin, “determinist anlayış, yıkılmaz bir iyimserlikle birleşir.” Bu nedenle de artık “parti kapitalizme karşı mücadeledeki kazanımlarını riske atmaya daha az istekli olmuştu.” Tarih determinist bir karakter almış, partinin zaferi ‘kaçınılmaz’ olmuştu (Benjamin 2007a, 50). İlerleme anlayışının ve reformist yazgıcılığın bu eleştirisi 1940’ta Tezler’de son formülasyonunu buluyordu: “Sosyal Demokratların kafasında öncelikle canlanan, insanlığın kendisinin ilerlemesiydi (sadece bilgi ve yeteneklerinin değil). İkincisi, ilerleme sonu olmayan bir şeydi (insanlığın sonsuz yetkinleşme gücüne denk düşüyordu). Üçüncüsü, [temel olarak] karşı konulamaz bir şeydi (kendi dinamiğiyle çizgisel ya da sarmal bir yol izliyordu).” (Benjamin 1995b, 46) Sosyal Demokrasi’deki teknik fetişizminin ve tarih yazgıcılığının, doğalcılığın ve bilimciliğin yadsınması Benjamin’i, devrimci eylemi için “herhangi bir biçimde bir ilerleme inancını değil, [yaşanılan] zamanın adaletsizliğini bertaraf etme kararlılığını” (Benjamin 2007b, 195) ön koşul olarak alan Auguste Blanqui figürünün yeniden keşfine götürüyordu.
Troçki, otobiyografisinde vurguladığı gibi, Antonio Labriola’nın olguculuk karşıtı okulundan geçmişti ve 20. yüzyılın başlarında sürgüne geldiği İsviçre’de [bu yüzden] Plehanov’un açık düşmanlığına maruz kalmıştı. Viyana’da bulunduğu dönemde (1907-1914) Avusturya-Marksistlerinin Yeni-Kantçılığına büyük bir şüpheyle yaklaşıyordu. Bununla birlikte Troçki’nin aldığı kültür -İkinci Enternasyonal’in olguculuğuna eleştirisine rağmen- bütünüyle aydınlanmacı ve rasyonalist bir Rus Marksistinin kültürüydü; böylesi bir Marksist için, Benjamin’in endüstriyel ve kapitalist modernizm eleştirisinin temel ögelerini oluşturan romantik kaynakları karşısında, Aydınlanmanın mirası daha büyük bir anlam taşıyordu. Bu durum bana göre ikisinin Sosyal Demokrasi’ye karşı muhalefetinin uyuşmasını daha dikkate değer, daha şaşırtıcı kılıyor. Troçki 1926’daki Radyo Dostları Birinci Kongresi dolayısıyla kaleme aldığı -tekniğin olanaklarına ilişkin safça değerlendirmelerden pek de azade olmayan- bir yazıda (benzeri değerlendirmeler Walter Benjamin’in 1935’teki Tekniğin Olanaklarıyla Çoğaltılabildiği Çağda Sanat Yapıtı incelemesinde de bulunur) determinist yaklaşımlara, ilerleme düşüncesinin egemen olduğu bir tarih anlayışına mesafe koyuyordu. “Liberal bilginler” diye yazıyor Troçki, “insanlığın bütün tarihini sürekli bir ilerleme çizgisi olarak yorumlayagelmişlerdir. Bu yanlıştır. İlerleme çizgisi, bir eğri çizgi gibi zikzaklıdır.” (Troçki 2000, 283).
Paul Klee’nin Angelus Novus resminin ünlü alegorik yorumunda Benjamin, ilerlemeyi yıkıntı ve döküntülerin durmadan arttığı bir yığınla, fırtınaya kapılan tarih meleğinin kanatları kaskatı kesilmiş, çaresizlik ve büyük dehşet içinde karşısında durmadan yükseldiğini gördüğü bir felaketle karşılaştırır. Yanlış bir biçimde insanlığın ilerlemeye doğru zafer alayı olarak görülen şey, aslında galip gelenlerin faşizme ve savaşa götüren zafer alayıydı. 1930’lu yılların sonuna doğru ve özellikle 1940’ta Troçki’nin yazıları, Nasyonal Sosyalizminin Avrupa’da nihai zaferi durumunda, insanlığın temel kazanımlarının toptan ortadan kalkacağı bir tehlikeye ilişkin birçok araştırmaları içerir. Sonuç ona göre sadece bir ‘çöküş rejimi’ olabilir, ‘uygarlığın çöküşünü haber veren’ [bir rejim]. (Alıntıyı yapan Broue 1988, 917) Tekniğin kapitalizm altında tümüyle anti hümanist olduğu ve toplum zararına kullanıldığına ilişkin görüşleri de büyük oranda benzerlikler taşıyordu. Daha 1930’da, Ernst Jünger’in Krieg und Krieger [Savaş ve Savaşçı] kitabının bir eleştirisinde Benjamin, milliyetçiliğin teknikte -ondan ‘mutluluk için bir anahtar’ yapmak yerine- bir ‘çöküş fetişi’ gördüğünü vurgular. (Benjamin 1995c, 125) Diğer yandan Troçki de Geçiş Programı’nda, geç kapitalizmin gittikçe artan bir biçimde, üretici güçleri yıkıcı güçlere dçnüştürme eğiliminden söz eder. 1940’ta, savaşın başlarında şöyle yazıyordu: “… yeri göğü fetheden tekniğin harikalarına rağmen, burjuvazi gezegenimizi onlar [insanlar] için pis bir hapishane haline dönüştürmeyi başarmıştır.” (Troçki 2003, 73)
Troçki ve Benjamin devrimi tarihin süregelişinde kökten bir kopuş olarak görüyorlardı. Alman eleştirmenin gözünde devrim, tarih boyunca ezilenlerin ve yenilenlerin kurtulabilecekleri ve onlara yaşanılan anda eylemde bulunma olanağı veren ‘geçmişe doğru bir kaplan sıçrayışı’dır. Bu geçmiş diyalektik bir biçimde nüfuz edilmeli ve kurbanlarına geri verilmelidir. Benjamin’e göre devrimin görevi, geçmişte kalanı yeniden canlandırmak ve onu tarihin süregelişinden koparmaktır. Troçki için de, devrimin tarihselciliğin ‘homojen ve içi boş zaman’ anlayışıyla hiçbir ortak yanı yoktur. Rus Devriminin Tarihi’nin önsözünde devrimi, “kendi kaderlerinin karara bağlandığı sahaya kitlelerin aniden dalmalarının öyküsü” olarak karakterize eder. (Troçki 1998, 7) Bu anlayışla Benjamin’inki arasındaki örtüşme, tarihçi olarak Isaac Deutscher’in Troçki için kullandığı su sözlerde daha açık olarak ortaya çıkar: “Troçki’ye göre devrim aşağılanan ve hakarete uğrayan insanların sonunda sözlerini söyleyebildikleri kısa, ama oldukça dolu andır. Ona göre bu an baskı dönemlerine bir son verir. O anı capcanlı ve etkileyici bir biçimde tekrardan önümüze koyduğu sahnelerde, Troçki özlemle o ana geri döner.” (Deutscher 1974, 281.)
Böylelikle iki yazarda da olgucuların tekbiçimli zamansallığına karşıt olan niteliksel bir zamansallık anlayışına rastlanır. Bununla beraber Benjamin’deki tarihselcilik ve ilerleme düşüncesinin eleştirisi daha radikaldir. Troçki’ye göre -Marx’ta ve bütün bir klasik Marksizmin geleneğinde olduğu gibi- devrim tarihi daha ileriye götürecektir. Troçki devrimi, eylem içindeki kitlelerin buharı, onların önderi Bolşeviklerin de buhar kazanının pistonu olduğu bir motora benzetir. Buna karşın Benjamin devrimi tarihteki ilerlemeyi kesintiye uğratacak yeni bir dönemin başlangıcı olarak kavrar. Tarihin gidişatını hızlandırmak yerine, devrim bu gidişatı ‘durdurmalıdır’. Devrimleri ‘tarihin lokomotifleri’ olarak tanımlayan Marx’tan farklı olarak Benjamin onları, trenin felakete doğru yolculuğunu durdurabilecek ‘imdat freni’ olarak görür. (GS 1.3, 1232)
Bu bizi, Benjamin ile Troçki’nin dünya görüşleri arasında varolan temel bir farklılığa götürür: Alman filozofun dinselliği ve mesiyanizmi ile Rus devrimcinin radikal ateizmi. Troçki vasiyetinde, “Marksist, diyalektik materyalist ve dolayısıyla da uzlaşmaz bir ateist olarak” (Troçki 1997, 151) öleceğini yazıyordu; devrimi hiçbir zaman ‘Deccal’ karşısında bir zafer ya da mesiyanist bir çağın başlangıcı olarak kavramamıştı. Benjamin’in yaklaşımı ise, tarihsel materyalizmi Yahudi mesiyanizminin ışığında yeniden yorumlamak için, din ile politika arasındaki engelleri yıkmaya dayanıyordu. Onun gözünde Marx, sınıfsız toplumun komünist ütopyasında ‘mesiyanist çağda’ kurtuluşa erecek toplum resmini dünyevileştirmiştir. (GS 1.3, 1231) Ona göre komünizm tarihin sonu değil, daha çok, tarihin diyalektik olarak korunup aşılmasıdır.
Benim görüşüme göre Troçki ve Benjamin arasındaki diğer önemli bir farklılık da, toplum ve doğa ilişkileri üzerine anlayışlarında yatar. Bu ilişkide Troçki’nin düşüncesi, daha önce Marx’ın belli yazılarında bulunan ve bütün İkinci Enternasyonal’in ‘bilimsel sosyalizm’ geleneğine derinden damgasını vuran bir tür prodüktivizmle doludur. Troçki Edebiyat ve Devrim’in sayfalarında insanın doğaya hükmetmekle belirlenmiş olduğu görüşünü sıkı bir biçimde destekler: “Dağın ve ovanın, tarlaların ve çayırların, bozkırların, ormanların ve kıyıların günümüzdeki dağılımı hiçbir surette nihai olarak belirlenmemiştir. İnsan, doğanın resminde çoktan birtakım -hiç de azımsanmayacak- değişiklikler yaratmıştır; ama daha gelecek olanla karşılaştırıldığında bu değişiklikler sadece öğrenci deneyleri gibidirler… Sosyalist insan doğaya -yaban horozları ve mersin balıkları da dahil- makinaların yardımıyla bütünüyle egemen olmak ister ve olacaktır da. O dağların yerlerini belirleyecek ve nerede yol vereceklerini gösterecektir. O, ırmakların yönünü değiştirecek ve okyanuslara kurallar koyacaktır.” (Troçki 1989, 210-211.)
Burada sözkonusu olan şey sadece embriyonal olan, daha fazla geliştirilmemiş notlardır, fakat bu notlar, her türlü ekolojik boyuttan uzak bir düşünce tarzına aittir. Benjamin’in bu sorunsal üzerine düşünüşü bize daha güncel ve verimli görünüyor. Benjamin, ‘doğa sömürüsünün’ bir aracı olan sosyal demokrat emek kavramının karşısına, bütün naifliklerine rağmen ‘şaşırtıcı ölçüde iyi bir anlama sahip’ olarak gördüğü Fourier’ci ütopyaların gizli güçlerini çıkarmakta tereddüt etmez. Geçmişin sınıfsız toplumlarında -ilksel komünizmde- modernizm ile birlikte kaybolmuş olan kozmik-doğal yaşantının izlerinin farkına varmasına olanak sağlayan anaerkinin kuramcısı Jakob Bachofen’in yazılarını coşkuyla keşfetmişti. Bachofen’in düşünsel mirası -mistik bir anlamda yorumlanarak- Alman milliyetçiliği tarafından (Stefan George ve Ludwig Klages) ele alınmıştı; ama aynı zamanda Friedrich Engels’ten Paul Lafargue’ye, August Bebel’den Erich Fromm’a kadar birçok Marksist yazarı da etkilemişti. Benjamin, kendine özgür bir biçimde bu safta yer alarak, geleceğin komünist toplumunun doğanın ne sömürülmesine ne de hüküm altına alınmasına izin vermeyeceğine, bunun yerine daha çok, insan ve çevresi arasında uyumlu bir dengenin kurulacağına ilişkin düşünceleri savunmuştur. (GS II.1, 219-233.)
Şimdi burada Benjamin’i Troçkizme dahil etmek ya da onu Rus devrimciden ayıran kuramsal ve entelektüel boşlukları doldurmak diye bir şey söz konusu olamaz. Ama yine de ikisinin düşüncesi, bütün bu farklılıklara rağmen, şaşırtıcı benzerlikler ve ortaya çıkarılması gereken bir zenginlik taşır. Terry Eagleton’a göre Benjamin’in ‘Tezler’i olağanüstü devrimci bir belgedir; ama bu tezler sınıf mücadelesine gelince sürekli olarak bilinç, imgelem, anımsama ve deneyim kavramlarında söz eder ve siyasi yapılar sorunu üzerine neredeyse tümüyle susarlar.” Eagleton sonuçta şu iddiada bulunur: “Benjamin’de betimleme olarak kalan şey, Troçki’de siyasal bir stratejiye dönüşür.” (Eagleton 1983, 176 ve 178) Kuşkusuz bu ifadede belli bir doğruluk yatmaktadır; ama Rus devrimcinin siyasal kavramlarında Alman eleştirmenin felsefesinin bir uzantısını görmek demek, ilişkilerindeki sorunsal yanı basite indirgemek demektir. Benjamin ve Troçki’yi Marksizm bağlamı içinde kendine özgü değere sahip olan iki figür olarak kavramak bana daha yararlı ve daha uygun gibi geliyor. Yazılarında ortaya çıkarmaya çalıştığımız örtüşmeler, Marksizmin bir yandan ilerlemenin romantik eleştirisiyle ve diğer yandan kapitalizmin (kapitalizm sonrası toplumların da) bilimsel ve ussal analiziyle birlikte zenginleştirilebileceğini gösteriyor -özellikle de ikisinin çıkış noktası da verili gerçekliğin komünist perspektifle aşılması olarak alındığında (karş. Löwy 1987, 891ff). Benjamin ve Troçki, yirminci yüzyıldan çıkarken günümüz dünyasına, onu dönüştürme amacıyla müdahale eden eleştirel ve devrimci düşüncenin kararlı iki esin kaynağı olarak kalıyorlar.