M. Aksor –

 

Klasik olarak “ulusal kriz” tanımlamasına denk düşecek koşullardan herhangi biri mevcut değilken (her türlü hoşnutsuzluktan böylesi bir kriz üremez; krizin ulusal olması için toplumsal olarak yönetilen ve yönetilenler arasında radikal bir kopuşun olması ve uluslararası ilişkilerin de buna yol vermesi gerekir) zuhur eden 15 Temmuz darbe girişimi kırk yıllık bir maziye dayandırılısa da esas olarak son on yılın birikiminin ürünü olarak ortaya çıkmıştır.
 
Yaklaşık dört yıldır devlet kurumları ve medyada ve hatırı sayılır şirketlerde sürdürülen bir “yıpratma” savaşından sonra 15 Temmuz darbe girişimi ile harekete geçildi. Kaçınılmaz biçimde birbirini tamamlayan bu iki evrenin ilkinde sürekli olarak mevzi kaybeden cenahın bir yarma harekatına girişmesi, acemilik veya tezcanlılıkla değerlendirilebilir; ancak sonuçta varlık ve yokluk noktasında çaresizliğin ürünü olduğu atlanmamalı.
 
Cemaat ve AKP, hatta son derece kişiselleştiğinden “Gülen’le Erdoğan’ın savaşı” özellikle devlet katında (polis, ordu, yargı, eğitim…) yürütüldüğü için,  Kürt sorununu da içererek onun önüne geçti. Böylece geçtiğimiz on yılın muhasalasında bu savaş diğer her türlü çatışmayı da kapsayarak bir yumuşama imkanı olmayan bir hal alarak ya devlet başa ya kuzgun leşe düzeyine geldi.

 
Mümkün müydü?
 
Darbe girişiminin teknik yanları üzerinde yoğunlaşmak yerine (bunun için yeterli veri henüz bulunmamakta) darbe girişimini gerekli kılan koşullar ve bunların siyasal sonuçları üzerinde durmak gerekir.
 
Öncelikle belirtmek gerekir ki tarihte az rastlanır bir biçimde birbiriyle hısım olmasa da genel olarak muhfazakar, islamcı milliyetçi cenahta bulunan iki kanadın (Erdoğan 15 temmuz sonrasında “İnanın bana aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı” demiştir) iktidar kavgasına şahit olundu. Nakşi kökenli Milli Görüş’den gelen AKP kuruluş yıllarından sonra adım adım Erdoğan’ın çizdiği bir kimliğe evrilirken AKP hiç değilse dört eşit kurucunun en eşitinin mutlak egemenliğinde nevi şahsına münhasır bir muhafazkar, milliyetçi, islamcı (dindar mı dinbaz mı tartışmalı) bir parti haline geldi (bu süreci yakinen izlemeden AKP’nin vardığı nokta anlaşılamaz). Cemaat ise Nurcu kökeninden radikal bir kopuşla iktidar oyununa uzun vadeli bir planlamayla benzersiz (benzetilen Opus Dei Cemaatin yanında çocuk oyuncağı kalır) bir yola çıktı.
 
Parti ve Cemaat, Siyaset ve Tarikat arasındaki sert gerilim ikisi için de hayat memat meselesine gelirken güç ilişkileri açısından ilk bakışta taraflar aynı klasmanda gözüküyordu. Hatta Cemaat AKP’den daha sağlam bir örgüte sahipti; maddeten daha zengindi, devlet kurumlarında yuvalanması daha sağlamdı vs; ancak siyaset, şekilde de görüldüğü üzere “sivil toplum”a galebe çalardı. Burada meşruiyet meselesi sanıldığından çok daha önemli olduğu gibi, bunun tabii sonucu olarak partinin harekete geçirebileceği mekanizmalar ve kitleler bir “sekt” olmanın azami sınırlarını zorlayan Cemaatten kat be kat fazlaydı.
 
Bir darbe mümkün müydü tartışması bunun için başından beri tartışmalı.  Neredeyse yirmi yıldır özellikle ordu içindeki yuvalanmalarından hareketle Cemaat’in günü geldiğinde darbeye yelteneceği konusunda uyarılarda bulunanları hafifsememek gerekirdi. Lakin darbeye teşebbüs başka başarılı bir darbe yapmak bambaşka şeylerdir. (Albay Dursun Çiçek darbe yapamayacaklarını söylediğinde yanılmadığını iddia eder.)
 
Bir darbe için gerekli unsurları yalnızca teknik olarak veya silah külah babında düşünmek onun yerel ve uluslararası siyasal ve toplumsal koşullara denk düşüp düşmemesine bakmamak demektir. Latin Amerika’daki darbelerin arkasında yalnızca ABD desteği değil katolik, milliyetçi muhafazakar ve anti kömünist bir ideoloji bulunuyordu. Yani ahalinin azımsanmayacak bir kesiminin haleti ruhiyesine denk düşüyordu. 15 Temmuz ise Meclisi bombalamasıyla (şu anda temsil oranı en yüksek) bütün siyasal partileri karşısına  almıştır. Yani kendinden başkasından bir meşruiyet devşirme imkanı olmadığı gibi belli ki beklentisi de yoktu.
 
“Askeri vesayet”e karşı çıkmayı anti militarizm sananların bir kısmı iki cenahtan birinden demokrasi beklentisine girdiyse de genel olarak sosyalist sol analizdeki sapmalar ne olursa olsun cemaat konusunda faka basmadı.

 
Darbe mekaniği mi diyalektiği mi?
 
15 Temmuz 2016 darbe girişiminin teknik ayrıntılarına medya derinlemesine dalarken bu vakanın tarihteki yeri üzerinde durmak gündelik siyasetin çekişmelerinin kıskacında kalmamalı.
 
Türkiye darbeler tarihinde kendine benzer ülkeler bakarak çok özel bir yer tutmuyor. Örneğin darbecilerin yargılanması açısından Yunanistan’la mukayese etmek bile mümkün değil. Darbelerin toplumsal ve siyasal ve özellikle insan haklarında yarattığı tahribat açısından da örneğin 1976 Arjantin darbesiyle mukayese edilebilecek gibi değil.
 
15 Temmuzun ayırdedici özelliği önceki darbelerin özellikle meşruiyetleri tartışmalı hale gelmiş yönetimlere karşı, yani belli bir siyasal krizin sözkonusu olduğu dönemlerde “düzenleyici” olarak –gaipten zuhur etmesinden ziyade– göstere göstere gelmesi (“geliyorum diyen ihtilal”) iken 15 Temmuz herhangi bir beklentiye denk düşmemektedir.
 
27 Mayıs 1960 darbesi, Demokrat Parti’nin 1957 seçimlerinde açıkça görüldüğü üzere gerilemesiyle başlayan bir sürecin ürünü olmuş ve kimi gösterilerle kendine göre bir sivil zemin bulmuştur. Demokrat Parti’nin bir erken seçim halinde iktidardan düşebileceği üzerine güçlü belirtiler vardı. Darbe muhalefetin de beklentilerine denk düşmekteydi. Yüksek rütbeli subayların veya doğrudan kuvvet komutanlarının güdümünde olmasa da ordu, kurumun gövdesini harekete geçirebilmiştir. Yani emir komuta zincirinin dışında olmakla birlikte, kurumun omurgasını harekete geçirebilmiştir.
 
Talat Aydemir’in darbe girişimleri de neredeyse aleni cereyan etmiş lakin kurumsal olarak herhangi bir karşılığı olmamıştır.
 
12 Mart 1971 askeri müdahalesi (meclis varlığını sürdürdüğü için darbe demek abartıdır) neredeyse bütün sınıf ve tabakaların dinamik bir biçimde kendi taleplerini yükselttiği, toplumsal çatışmaların derinleştiği bir dönemde gerçekleşti. 1969 seçimlerinde Adalet Partisi 1965’e göre oy kaybetmesine rağmen % 46,5 oy almıştı. Ancak ardından Celal Bayar’ın desteğiyle Ferruh Bozbeyli’nin Demokratik Partisi (AP böylece senatodaki çoğunluğunu ve mecliste de 41 milletvekilini kaybetmişti) ve Necmettin Erbakan’ın Milli Nizam Partisi kurulmuştu. Böylece merkez sağın temsil edildiği blokta derin bir çatlama olmuştu. Gelişen toplumsal olaylar AP iktidarını sıkıştırmış ve bir meşruiyet bunalımı oluşmuştu.  Komutanlar arasındaki gerilimlere rağmen (9 Martçılar, İstanbul’da Faik Türün veya genel kurmay başkanı Memduh Tağmaç gibi) ordu bir kurum olarak, hiyerarşik yapısı içinde müdahale etmiştir. Demirel’in dış politikada ABD’yi rahatsız eden manevraları çemberi iyice daraltıyordu.
 
12 Mart askeri müdahalesi başta Anayasa’da olmak üzere, AP’nin yapmak istediği ancak yapamadığı “reformları” gerçekleştirmiştir. Göstere göstere gelen bu müdahalenin veciz bir öngörüsünü İdris Küçükömer Şubat 1970’de, yani 15-16 Haziran’dan da önce  “Amerika Demirel’i düşürdü” (15 Şubat Milliyet) sözleriyle yapıyordu.
 
12 Eylül 1980 darbesi, Aralık 1978’den beri süregelen Sıkıyönetim ortamında, siyasal partilerin istikrarlı bir hükümet kurmaktan aciz olduğu bir dönemde gerçekleşti.  Askerin siyasete karışmaması için nispeten zararsız addedilen Kenan Evren’e açılan yoldan darbenin ayak sesleri ağır ağır yükseliyordu. İstikrarsız koalisyon hükümetleri, Sovyetlerin Afganistan’ı işgali, İran’da İslam devrimi, ilan edilen 24 Ocakın gerektirdiği düzenlemelerin yerine getirilememesi ve elbette felç olmuş bir Meclis!

 
15 Temmuz’un Yeni Türkiye’ye çarpan etkisi
 
15 Temmuz darbe girişimi herhangi bir meşruiyet sorunu olmayan bir hükümete karşı, ordu kurumunun ne hiyerarşik yapısında ne de omurgasında kökleşmiş bir kesim tarafından yürütüldüğü gibi toplumun kendi dışlarında kalan kesimlerince zerre kadar muhabbetle karşılanmayan bir ekibin neredeyse kendi şahsi meselesi olarak temayüz etmiştir. Üstelik her ne kadar öne çıkan askerler olsa da emir komutası sivillerde olan ilk mezhepsel darbe olarak da kayıtlara geçecektir.
 
15 Temmuz’un harekete geçirdiği askeri-sivil güçlerin toplumsal karşılığı bir yana bir darbe için gerekli olan asgari seviyeden de uzak olduğu televizyondan bile izlenebilecek kadar açıktı. Dolayısıyla bir takım tarihsel göndermelerin ardına sığınarak bir “milad” olarak öne çıkarılmasının kalıcı bir karşılığı olmayacaktır.
 
Toplumun demokratikleşmesi için yakıcı sorunların başında gelen Kürt meselesi Cemaat ve AKP arasındaki Oslo görüşmeleri ve daha sonraki müzakere süreci bağlamında görüldüğü üzere yüksek gerilim merkezi oldu. Kürt siyasal hareketi ile AKP ve Cemaat arasındaki ilişkiler de dikkat çekiciydi. Demokrasiyle ilişkisi olmayan son ikisinin birincisi üzerinden de bir gerilim yaşadıkları ancak ilginç bir biçimde Kürt hareketinin de pragmatik bir biçimde kendi çıkarları için her ikisi ile de olur olmaz bağlantılar aradığı bir gerçek.
 
Öcalan ve Kandil’in Gülen Cemaati hakkında sonuçsuz kalan hayırlı arayışları arşivlerde dururken kimi sözcülerin her şey kontrol altında edasıyla Öcalan’ın ta baştan durumun farkında olduğunu söylemesi garip.
 
Cemaat kağıt üzerinde Kürtlerden söz ederken tıpkı AKP gibi kendini Kürtlerin sözcüsüymüşcesine takdim ederek ikameciliğin daniskasını yapıyordu.
 
Müzakere sürecindeki tutumlarıyla PKK meselesini politik bir mesele olarak değil de tıpkı hükümet gibi bir terör meselesi, “güvenlik” meselesi olarak algılamalarının  en iyi kanıtı ise kumpas davaları olarak gösterilen davalardan kat be kat fazla insanı ilgelendiren KCK davalarının halidir.
 
İki taraf da Kürt hareketiyle ilişkilerini ikisinin de üzerinde çalıştığı milliyetçi muhafazakar kesimi yitirmeden sürdürmek isitiyorlardı. Dolayısıyla asla yanyana gözükmemek, mümkünse bir başka boyutta tercihan onlarsız, onların yerine  bir ilişki istiyorlardı!
 
Ancak Kürt hareketi de zaman zaman kendi içinde yüz seksen derece farklı yorumlar ve tutumlar geliştirebildi. Öcalan 17-25 Aralık olayları vesilesiyle darbeden Erdoğan’ı kendisinin kurtardığını belirtir ve zaman zaman Cemaat hakkında hayırlı beyanlarda bulunurken Demirtaş’ın şahsında BDP-HDP 17-25 Aralık vakasını bir yolsuzluk olayı olarak kovaladı.  Cemaate de pek yüz vermedi. Yani Demirtaş operasyonları desteklerken Öcalan bunu hükümetle ilişkileri zedeleyecek bir husus olarak görüyordu.
 
Cemaatin de tutumu, AKP’nin iş bitiriciliğine benzer bir biçimde buralarda açılacak okullarla vs. gençlerin dağa çıkmalarını engellemenin mümkün olduğu sanılıyordu. Yani bir tür cehalet milleti isyankar yapıyordu. AKP de eğitimle denmese de yolla barajla bu işin hallolacağını sanıyordu.

 
Cemaatin toplumsal karşılığı
 
Cemaatin kendi gücünü abartmasına bir örnek olarak 2014 Mart yerel seçimleri gösterilebilir. Bu seçimlerde Cemaat örtük bir biçimde ortak seçmen tabanında etkili olmaya çalışmış ancak sonuçta AKP seçmenini hemen hemen yerinden hiç oynatamamıştır. Belki de bu seçim (tabii ardından da cumhurbaşkanlığı seçiminde) Cemaat’in toplumsal karşılığının kendi sektini neredeyse pek aşmadığını gösterdi. Geçerken kimi araştırmacılar cemaatin 6 milyon üyesi olduğundan söz etmektedir ki bu kemiksiz %13 demektir; Cemaat böyle bir kitleyi yerinden oynatabilse, yani kendi sözde üyeleri bile derlense tarihe geçerdi!
 
Gülen Cemaatinin güçlü bir lobisi olduğu kesin. Muhafazakar olmalarına rağmen Hillary Clinton’un kampanyasıyla bile ilişkileri var (demek ki onun kazanacağına oynuyorlar). Yine de Gülen’in kırk yıldır özel olarak CIA tarafından bir gün olur da işe yarar, Türk ordusunu çökertir biz de böylece emperyalist planlarımızı rahatlıkla uygulayabiliriz diye beslediğini sanmak safdillik olur. 12 Mart ve 12 Eylül’ü Türk ordusuyla ve cemaat olmadan hallettiler. Erdoğan’un uluslararası kamuoyunda prestij kaybını Cemaat’e bağlamak Erdoğan’ın kendi ağzından söylediklerini, fırçalarını görmezden gelmek demektir. Ancak Batı ile (buna İsrail elbette dahil) çok daha yumuşak ilişkileri olan Cemaatin örneğin Mavi Marmara vesilesiyle tutumu eleştirilirken sonunda Erdoğan’ın “bana mı sordunuz” noktasına geldiğini de unutmamak gerekir. Nihayetinde Erdoğan da faturayı İHH’ye kesmiştir.
 
Rusya ile ilişkilerin bozulmasına neden olan uçak düşürmenin bir cemaat oyunu olması halinde bile adama sorarlar neden beleş bulup sahiplendin diye?
 
Erdoğan’ın (Davutoğlu’nun ne kadar dahli olduğu ayrı konu) şekillendirdiği veya heveslendiği dışpolitikada Gülen’in bir dahli olduğunu sanmak abes olur. Milli Görüş’ten beri bu geleneğin bir kanat ülkesi veya ikincil değil de bir merkez yani birincil bir ülke olma takıntısı ayan beyan. Şartlar da tam da olgunlaştı derken burada tek tek sıralanması mümkün olmayan BOP eşbaşkanlığından Şanghay beşlisine dahil olma latifesine, Mursi’ye laikliğin önemini açıklayıp İhvana abi kesilmeler alt alta yazılabilir. Batı takıntısı bu hareketin dünya görüşünün şekillenmesinde olmazsa olmaz bir unsurdur. Cemaat bu konuda hayli farklı bir seyir izlemiş; “kainat imamı”na yaraşır bir coğrafyada ilişkilerini “medeni” ölçekte geliştirmenin yollarını aramış, kimseyle dalaşmadan, hatta kimsenin tepkisini çekmemeye özen göstererek kendi işine bakmıştır.
 
AKP ile Cemaat arasındaki “savaş”a olmadık libaslar giydirmenin gereği yok. Hele Birincisi Yunan’a karşı verilen “İstiklal Harbi”nin ikincisinin ABD’ye karşı verildiği gibisine iddialarla ilkinden çok daha tarihsel bir misyonla AKP’yi donandırmak  ve ona uluslararası ölçekte bir oyun kurucu rolü vermek AKP’nin gerçekliğini açıklamaya değil örtbas etmeye varır.
 
Sınıfsal analiz yapmaya meraklı olanlar Erdoğan’ın şu sözlerine kulak vermelidir: “Şerif Mardin’in çevre olarak ifade ettiği daha önce dışlanmış, ötekileştirilmiş tüm kesimleri merkeze taşıma çabamızdan bu kesimin de istifade etmesini sağladım.” (03.08.2016) Bunun türkçesi kazino kapitalizmi veya ahbap çavuş kapitalizmi veya bildik avanta levanta kapitalizmine ortak olmuşlardır. Yoksa çevreden merkeze demokrasi taşıyacak yeni ve hele hele otantik bir burjuvazi keşfetmiş muhteremler bile artık yoğurdu üfleyerek yemekte!
 
AKP’nin çevreden merkezi kuşatma “demokratik” hamlesinde bir tür yeni burjuvazi diye takdis edilen girişimciler arasında Cemaat mensupları var mıydı diye sormak gerek. 2005’de kurulan TUSKON’un üye sayısı 10 yılda 55 bin’e varmış.  İrili ufaklı sermaye grupları arasında esnaflar olsa da malı götürenlerin devlet kaynaklarından istifade edebilenler olduğu malum. Ayrıca Cemaatin bu kanalın yanısıra eğitim faaliyetleri başta olmak üzere akla hayale gelebilecek her türlü avanta kaynağını kullandığı belli. Buradan iyi huylu bir burjuvazi, hem de eski Türkiye’de bulunmayan cinsten bir burjuvazi bekleyenler oldu ki AKP’nin şahsında olmadık değerler keşfedildi. Kimse yakın zamana kadar Cemaat ile AKP arasındaki uzlaşmaz çelişkinin bilincinde olduğunu söylemesin, zira iki yıl öncesine kadar basın yayın dünyasında hakim olan ve hükümetin borazanlığın yapan Cemaat medyasıydı.
 
AKP’nin seçmen tabanında güçlü olduğunu kimsenin inkar etmesi mümkün değil. Ancak toplumsal dayanakları açısından kendini cılız gördüğü ve mevcut güçler arasında kendi tahayyül dünyasına en yakın olan Cemaat’le ittifak yaparak zaman kazanmaya çalıştı. Şimdi cemaatin devletten ihracıyla şallak mallak olmuş bir askeri ve sivil bürokrasiyi yeniden düzenleme ihtiyacını kendine bile güveni olmadan cebir ve şiddet yoluyla gerçekleştirmek durumunda. Erdoğan’ın Cemaat’e karşı mücadelede yalnız kaldığını söylemesi hafife alınır gibi değildir.

 
Geleceğe hazırlanmak
 
Cemaat sayesinde ve onunla birlik tasfiye edilenlerin ardından cemaatin de tasfiyesi ile tahrip olmuş ancak tamamıyla emir kumanda zincirine bağlanmış bir devlet mekanizması söz konusu artık. Ancak kısa vadede güvenilir kadroların kademelere yerleştirilmesi mümkün olamayacağı için de “kaos” hüküm sürecektir.
 
15 Temmuz sonrasının toplumsal muhalefet için öncesinden çok daha baskıcı, çok daha keyfi bir dönem olması “demokrasi” bayramının meyvelerinin oldukça zehirli olduğunu göstermekte. Erdoğan’ın vites artırarak içte ve dışta bir kaos sarmalına girmesinin kısa vadeli sonuçları ortada. Ancak kaosu kaldıracak veya sürdürecek güçten yoksun bir yönetimin akıbetini, ömrünü kestirmek gibisine abesle iştigal etmek yerine  bir yandan ayakta kalan herkesle baskıya karşı koymak ancak esas olarak da iki imza bir toplantı ile bu meselelerin çözülemeyeceğinin bilinciyle uzun vadeli bir inşa faaliyetine girmek gerekir. Muhalefete toplumsal bir içerik kazandırmak için emekçilerin, ezilenlerin gündelik taleplerinin yükseltilmesi gerekir. Bunun için her düzeyde adalet arayışı meşru bir zemin sunmaktadır.

31/10/2016

 

(Bu yazı Yeniyol’un Kasım-Aralık 2016 tarihli 20. sayısında yayınlanmıştır)