Foti Benlisoy
Baştan söylemek gerek: Bu yazıda “siyasal” bir devrim tanımı benimseniyor. Sanayi devrimi ya da neolitik devrim gibi on yılları, bazen yüzyılları kapsayan tarihsel süreçlerden bahsedilmiyor. Dahası, klasik tanımını Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirine Katkı’ya önsözde bulduğumuz, üretici güçlerin gelişiminin otomatik olarak üstyapıda radikal dönüşümlere yol açtığını savlayan “ekonomist-objektivist” devrim tanımı baştan reddediliyor. İlgili pasajı hatırlayalım: “Gelişmelerinin belli bir aşamasında, toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettikleri mevcut üretim ilişkilerine ya da, bunların hukuki ifadesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri haline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar. İktisadi temeldeki değişme, kocaman üstyapıyı, büyük ya da az bir hızla altüst eder”1 Bu alıntının ima ettiğinin tersine, gerek Marx gerekse Engels, devrimlerin üretici güçlerin gelişmesinin otomatik bir sonucu olduğu şeklinde özetlenebilecek bu “nesnelci” yorumu reddederler. Marx’ın Fransa üçlemesinde sınıflar arası güç ilişkilerini temel alan çok daha “siyasal” bir devrim anlayışıyla karşılaşırız.
Ezilenlerin Şöleni
Aslında Türkiye solunda da bir hayli yaygın olan, bir biçimiyle içselleştirilmiş olan bu nesnelci devrim algısına karşı bu yazıda, “siyasal” terimlerle bir devrim tartışması yapılıyor ve esas itibariyle Lenin’in metinlerinden hareket ediliyor. Arap coğrafyasında yaşanmakta olanlara tabir caizse “Leninist” bir nokta-i nazardan bakılmaya çalışılıyor. Lenin’in meşhur Devlet ve Devrim’i ile başlamak sanırım en iyisi. Şöyle yazıyordu Lenin: “Yirminci yüzyılın başındaki devrimleri örnek alacak olursak, elbette Portekiz ve Türk devrimlerinin her ikisinin de burjuva devrimi olduğunu kabul etmemiz gerekir. Fakat bu devrimler birer ‘halk’ devrimi değildir, zira ikisinde de halk kitleleri, halkın ezici çoğunluğu kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inmemiştir. Halbuki Rusya’daki 1905-1907 burjuva devrimi Portekiz ve Türk devrimlerine ara ara nasip olan ‘parlak’ başarılar elde edememiş olsa da, kuşkusuz ‘gerçek bir halk devrimi’ydi, zira halk kitleleri, halkın çoğunluğu, toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları bağımsız olarak ayağa kalkmışlardı ve devrime damgasını vuran şey, kitlelerin kendi talepleri, yıkılmakta olan eski toplumun yerine kendi bildikleri tarzda yeni bir toplum kurma yönündeki kendi çabaları olmuştur.” 2
Lenin’in “devrim” tabirini kullanırken öyle bizde olduğu üzere kılı kırk yaran bir hassaslık içerisinde olmadığı, devrim kavramını dosta düşmana karşı öyle kıskançça müdafaa etmek gibi bir tutum içerisinde olmadığı aşikâr. 1908’de Kanun-i Esasi’nin yeniden yürürlüğe sokulmasını ya da Portekiz’de 5 Ekim 1910’da Kral II. Manuel’in bir darbeyle devrilip cumhuriyet ilan edilmesini de rahatlıkla “devrim” tabiriyle tarif edebiliyor. Ancak esas önemli olan, Lenin’in adına yaraşır bir devrimi, gerçek bir “halk devrimi”ni nasıl tanımladığı, hangi kriterleri devreye soktuğu. Her şeyden önce, bizde çoğu kez sanıldığının aksine, bu kriterler devrim hareketinin başarıya ulaşıp ulaşmamasına dair değil. Lenin için Osmanlı’da “devrim”, anayasanın ilanı ve Meclis-i Mebusan’ın toplanmasıyla “başarı” kazanmıştır; ancak bu onu gerçek bir “halk devrimi”, popüler bir devrim saymak için yeterli değildir. Arap devrimci sürecine de aynı şekilde yaklaşmak gerekir. Bu anlamda örneğin Mısır’da yaşananları adlandırırken başvuracağımız ana kıstas, ayaklanmanın, halk hareketinin zaferle taçlanmış olup olmaması değildir. Mesela ülkede yönetimin fiilen ordunun eline geçmesi ya da Müslüman Kardeşlerin artan gücü, hadiselerin devrim sayılıp sayılmamasının belirleyicisi değildir. Lenin için önemli olan, “halkın ezici çoğunluğu[nun] kendi ekonomik ve siyasal talepleriyle gözle görülür bir ölçüde aktif ve bağımsız olarak sokağa inme”si, “halkın çoğunluğu[nun], toplumun baskı ve sömürü altında bunalmış olan en alt katmanları[nın] bağımsız olarak ayağa kalkma”sıdır. Tayin edici faktör, “devrime damgasını vuran şey”, kitlelerin “kendi talepleri” doğrultusunda “kendi çabaları” ile “kendi bildikleri tarzda”, “aktif ve bağımsız” bir biçimde seferber olmalarıdır. Yani Lenin’e göre, aşağıdan bir devrimin tanımlayıcı özelliği, “başarılı” olup olmamasından ziyade alt sınıfları harekete geçirmesiyle açığa çıkardığı kitlesel siyasal enerjidir.
Lenin bu kritik hususu, yani ezilenlerin siyasal alanı işgal edişini sıklıkla tekrarlar. Meşhur bir ifadesini kullandığı bir pasajda şöyle yazar: “Devrimler baskı altında tutulanların ve ezilenlerin şölenidir. Ancak devrim zamanlarında insan kitleleri yeni bir toplumsal düzenin yaratıcıları olarak bu kadar aktif bir biçimde öne çıkarlar. Böyle zamanlarda insanlar, evrimci ilerlemenin filisten terazisine vurulduğunda mucize sayılabilecek şeyleri yapma kudretine sahip olurlar.” 3 Bu pasajdan yıllar sonra ve araya Ekim Devrimi girmişken aynı temayla bir kez daha karşılaşırız: “Böylece bir devrimin olabilmesi için; ilk önce, işçilerin çoğunluğunun (hiç değilse, bilinçlenmiş olan ve aklı eren, siyasi bakımdan etkin işçilerin çoğunluğunun) devrimin gereğini tam olarak anlamış olmaları ve devrim uğruna hayatlarını feda etmeye hazır olmaları gerekir; bundan başka, yönetici sınıfların, en geri yığınları bile siyasi hayata sürükleyen, hükümeti zayıf düşüren ve devrimcilerin onu devirmesini mümkü kılan bir hükümet bunalımından geçmekte olması gerekir”. 4 Tekrarlarsak, Lenin için bir devrimci durumun iki karakteristiği söz konusudur: a) Tunus ve Mısır’da söz konusu olduğu üzere işçi sınıfının belirleyici bir kesiminin devrimci kitle seferberliğine dahil olması, onu sürüklemesi ve b) geniş ezilen kitleleri siyasal mücadeleye katan bir hükümet bunalımının, bir rejim krizinin yaşanması. Lenin için bilhassa bu ikinci koşul, yani kriz bağşamında gündeme gelen kitle mücadeleleri tayin edici önemdedir. Yukarıdaki pasajın hemen devamında şöyle yazar: “Her gerçek devrimi belirleyen şey, o zamana kadar bilinçsiz olan, ezilen emekçi yığınlar arasında siyasi mücadeleye atılmaya hazır insan sayısının hızla on misline ve belki de yüz misline yükselmesidir.” 5
Troçki de Rus Devriminin Tarihi adlı çalışmasında aynı vurguyu yapar: “Devrimin en tartışma götürmez özelliği kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir. Normal zamanlarda, ister monarşik ister demokratik olsun, devlet ulusa tepeden bakar; tarih erbaplarınca yapılır: monarklar, bakanlar, bürokratlar, parlamenterler, gazeteciler. Ama keskin dönemeçlerde, eski düzen onlar için katlanılamaz hale geldiğinde, kitleler kendilerini siyaset arenasından ayıran duvarları birer birer yıkarlar, geleneksel temsilcilerini yerlerinden ederler ve bu müdahaleleriyle yeni bir düzenin başlangıç ortamını yaratırlar.” 6 Devrimci süreçlerde tarih öylesine hız kazanır ki siyasi mücadelelere atılmaya hazır kitlelerin sayısı tıpkı Lenin’in vurguladığı üzere kat be kat artar. Tıpkı Tunus ya da Mısır’da olduğu üzere bir önceki dönemin siyasal ataleti berhava olur, geniş emekçi yığınlar çok hızlı bir siyasal deneyim kazanma ve öğrenme sürecine girerler. Bu bilinç sıçraması, bir partinin ya da öncü örgütün kitlelere dayattığı bir şey değildir; bilakis kitle mücadelelerindeki yükselişin yarattığı ve çok sayıda insanın gündelik hayatından deneyimlediği somut bir durumdur. Troçki bu deneme yanılma yoluyla pratik mücadeleler içerisindeki öğrenme sürecini, “ardışık yaklaşıklıklar yöntemi” diye tanımlar: “Kitleler devrime dört başı mamur bir toplumsal dönüşüm planıyla değil, artık eski rejime tahammül edemeyeceklerini gösteren ham bir duyguyla girişirler. Yalnızca sınıflarının önder çevreleri siyasal bir programa sahiptir, ama o da olaylar tarafından doğrulanmaya ve kitlerce onaylanmaya muhtaçtır. Bir devrimin aslî siyasal süreci sınıfın, toplumsal krizin ortaya koyduğu sorunların bilincine varması ve kitlelerin aktif olarak ardışık yaklaşıklıklar yöntemi uyarınca yön bulmalarından oluşur.” 7
Her devrim mutlu sonla mı biter?
Toparlamak için önce Lenin’e, sonra da Ernest Mandel’e başvurmakta yarar var. Lenin, her devrimci durumun illa ki başarıya ulaşmış bir devrim neticesini doğurmayabileceğini hatırlattıktan sonra, bir devrimci durumu karakterize den üç temel “semptom” öne sürer: 1) Hâkim sınıflar açısından hâkimiyetlerini herhangi bir değişiklik yapmaksızın sürdürmek imkânsız olduğunda; şu ya da bu biçimde ‘yukarı sınıflar’ arasında bir kriz olduğunda, hâkim sınıfın siyasasında ezilen sınıfların hoşnutsuzluk ve öfkesinin önünü açan bir çatlağa yol açan bir kriz olduğunda. Bir devrimin gerçekleşmesi için genelde ‘aşağı sınıfların’ eskisi gibi yaşamak ‘istememesi’ yetmez, ‘yukarı sınıfların’ da eskisi gibi yaşamaya devam edecek ‘takati olmaması’ gerekir. 2) Ezilen sınıfların çile ve yoksunluğunun normalden daha akut hale gediği zaman. 3) Yukarıda sayılan nedenlerin sonucu olarak, ‘barış zamanı’ şikâyet etmeksizin soyulmaya razı gelen, ancak çalkantılı dönemlerde krizin yarattığı bütün koşullar ve bizzat ‘yukarı sınıflar’ tarafından bağımsız tarihsel eyleme sürüklenen kitlelerin etkinliğinde dikkate değer bir artış olduğu zaman.” 8 Yani Lenin için bir devrim, yönetenlerin eskisi gibi yönetemediği, yönetilenlerin de eskisi gibi yönetilmek istemediği bir kriz zamanında geniş kitlelerin eyleme geçmesiyle gündeme gelir.
Ernest Mandel ise Lenin ve Troçki’nin yukarıda anılan belirlemelerine paralel olarak bir devrimi karakterize eden iki temel öğe bulunduğunu yazar: a) “hâkim toplumsal ve (veya) politik yapıların ani ve radikal bir biçimde yıkılması” ve b) bu yıkımın da “devasa popüler seferberlikle, geniş sıradan insan yığınlarının siyasal hayat ve siyasal mücadeleye ani, kitlesel ve aktif müdahalesi aracılığıyla” gerçekleşmesi. 9 Hiç değilse Tunus ve Mısır örneklerinde (işçi sınıfının belirleyici rol oynadığı) devasa kitle seferberliklerin hâkim siyasal yapıları devirdiği bir durumla, yani evet devrimle karşı karşıyayız. Her iki ülkedeki devrimlerin tamamlanmamış olması, üstelik karşı devrimci güçlerce sınırlanmaya, bastırılmaya ve soğurulmaya çalışılması ve bunda (şimdilik) belli başarılar elde etmiş olması onların “devrim” adını hak etmediği anlamını taşımaz. Devrimi devrim yapan onun mutlu sona ulaşıp ulaşmaması değildir. Tam tersine bu durum, yani devrimci süreçte gelgitler, devrimlerin genel bir karakteristiği sayılmalıdır. Georg Lukács tam da bu anlamda, “Büyük Fransız İhtilali’nden beri tüm devrimler aynı eğilimi artan bir yoğunlukla sergilemektedir” der. 10 Yani a) devrimci güçlerin, çok farklı toplumsal sınıf ve katmanların, siyasal güçlerin devrimin başındaki birliği, b) karşı devrimin baskısı altında bu güçlerin giderek devrimin radikalleşip derinleşmesini savunanlarla evlinin evine köylünün köyüne dönmesini savunanlar arasında kutuplaşması ve c) devrimin içinde muhafazakâr bir reaksiyon neticesinde nihai stabilizasyon ya da devrimin derinleşmesi, daha da radikalleşmesi şeklindeki gelişmeler, devrimlerin gelişiminde genel bir eğilim olarak ortaya çıkar. Aynı eğilimleri, neticesini ancak somut güçler ilişkilerinin tayin edeceği bu tip gelgitleri Mısır ve Tunus örneklerinde de görebiliyoruz. Dolayısıyla iki ülkede yaşanan ve devrimci süreci, keza devrimin en radikal unsurlarını tehdit eden gelişmelerden hareketle yaşananları “devrim” olarak adlandırmaktan imtina etmek abesle iştigalden başka bir şey değil. Kıstas “mutlu son” olursa başta 1848 devrimleri olmak üzere çoğu devrim, devrim olmaktan çıkar.
Ezcümle politik bir hadise olarak devrimin tayin edici özelliği, neyi devirip neye yol açtığından evvel “kitlelerin tarihsel olaylara doğrudan müdahaleleridir.” Tayin edici öğe, ezilenlerin mevcut siyasal kurumlaşmanın ötesinde, hatta bu kurumsal yapılanışı alt üst ederek siyasete müdahale etmeleridir. Bu müdahale derinleşip ezilenler lehine yeni bir siyasal-sosyal yapılanışın önünü açabileceği gibi, çoğu tarihsel örnekte olduğu üzere, akamete uğrayabilir, geri çekilebilir, müesses nizam güçlerince bastırılabilir ya da soğurulabilir. Önemli olan netice değil, mevcut siyasal kurumlaşmanın ötesinde aşağıdan bir yeni siyasal enerjinin açığa çıkması, bu enerjinin o güne dek düşünülemeyecek tarihsel alternatifleri, kısıtlı bir süre için de olsa, gündeme getirmesidir. Bir devrimci süreç, o güne değin siyasal sistem tarafından dışlanmış, sesi kısılmış geniş yığınların o dışlandıkları siyasal sistemi özgüçleriyle işgal etmeleri, o alanı kendi talepleriyle ele geçirmeleridir ya da buna hamle etmeleridir. Devrimci bir süreç, siyasal alanın yerleşik kalıplarını aniden sarsan, yeni sosyal aktör ve taleplerin beklenmedik bir şekilde sahneye çıkmasına neden olan bir kırılma, bir kopuşla mümkün olur. Bu anlamda da daha önce gündemde olmayan, tasavvur edilmesi dahi zor ihtimal ve imkânları açığa çıkarırlar.
Aslında Arap devrimlerine bakarken binbir dereden su getirerek bunların neden ve nasıl bir devrim olamayacağına dair mazeretler üretmek “saf” bir toplumsal devrim arayışının ürünü. Yani yenilgisiz, geriye dönüşsüz, gel gitsiz muzaffer bir devrim arayışının, doğrudan doğruya ve dolayımsız sosyalizmi gündeme getiren bir kızıl şafağı bekleyişin ürünü. Lenin, İrlanda’da 1916 yılında cereyan eden Paskalya ayaklanmasını bir tür darbe ve hatta küçük burjuva maceracılığı olarak eleştirenleri, “saf” toplumsal devrim arayışlarından ötürü eleştiriyordu. Ona göre böylesi bir beklenti, “bir ordunun belirlenmiş bir noktada mevziye girerek ‘biz sosyalizmden yanayız’ ve bir başka ordunun da bir başka noktada saf tutarak ‘biz emperyalizmden yanayız’ diyeceğini ve o zaman toplumsal devrim olacağını sanmak olur! Ancak böylesine ukalâca ve gülünç bir görüş açısından hareket ederek İrlanda ayaklanmasına ‘darbe’ diye sövülebilirdi. ‘Saf’ bir toplumsal devrim bekleyen kimsenin ömrü, bunu görmeye yetmeyecektir. Böylesi, gerçek bir devrimin ne olduğunu hiç anlamayan sözde-devrimcidir.” 11 Bizdeki tepki ve tereddütleri de benzer bir “saf” devrim beklentisi olarak tasnif etmek mümkün. Bizdeki sol için mesela Mısır’da ordu, Müslüman Kardeşler, Selefiler, mezhebi-etnik gerilimler, emperyalist manipülasyonlar olmasa ancak o zaman devrim “devrim” adını hak edebilecek. Oysa maalesef böyle laboratuar koşullarında imal edilmiş lekesiz bir devrim yok, hiç olmadı, hiç olmayacak.
Devrimin güncelliği
Lukács’a göre Lenin’in düşüncesinin temeli, emperyalizm ve savaşlar devrinde gerek Rusya’ya dair hadiseleri gerekse uluslararası gelişmeleri, “devrimin güncelliği” perspektifinden kavramasıdır. Ona göre Bernstein tipi revizyonistlerle Kautsky tipi ortodoksları birleştiren husus, devrimin evrensel güncelliğini yadsımalarıdır. “Kaba bir Marksistin gözünde burjuva toplumunun temelleri o kadar sarsılmaz bir sağlamlıktadır ki, bu temellerin son derece göze çarpan biçimde sarsıldığı anlarda bile yalnızca ‘normal’ duruma dönülmesini diler, burjuva toplumunun bunalımlarını geçici olaylar olarak görür ve böyle zamanlarda bile mücadeleye kesinlikle yenilmez olan bir kapitalizm karşısında akıl dışı ve sorumsuz bir isyan olarak bakar.” Oysa Lenin devrimi güneşli güzel yarınlara dair bir ufuk olarak değil, aktüel bir mesele olarak kavrar. “Devrimin güncelliği, tek tek her günlük sorunun, toplumsal tarihsel bütünün somut bağlamı içinde ele alınması, bunların proletaryanın kurtuluş momentleri olarak incelenmesi demektir. (…) Bu ise yalnızca, günlük her sorunun –günlük sorun olarak bile- aynı zamanda devrimin temel sorunu olduğu anlamına gelir.” 12 Yani devrim artık bir teorik soyutlama değil, günün meselesidir. Lenin’den oldukça farklı bir terminoloji kullanan Walter Benjamin’in deyimiyle, “bu gelecek içerisinde her an, Mesih’in geçebileceği küçük kapı”dır artık. 13 Mesihçi kurtuluş, yani devrim, ancak güncel ve gerçekleşebilir bir mesele olarak kavrandığında onunla günlük mücadeleler arasında somut bağlar kurulabilir. Oysa bu ikisi arasındaki aktüel bağları kesmek, (hadi eskilerin dilini kullanalım) sağ oportünizmin evrimciliğine ya da sol oportünizmin maceracılığına varır ancak.
Elbette Birinci Dünya Savaşı sonrasında önce Rusya’yı, sonra da hemen bütün dünyayı sarsan devrimci kabarış yıllarında değiliz. Ancak kapitalist krizin ekolojik krizle bütünleşerek burjuva medeniyetinin çok boyutlu bir buhranına dönüştüğü bir dönemeçteyiz. Kriz kapitalist siyasal mimariyi kırılganlaştırıyor, son bir senede başta Arap coğrafyasında olmak üzere sosyal patlamaları, yığınsal düzeyde keskin radikal siyasallaşma süreçlerini ve kitleler nezdinde ani bilinç sıçramalarını mümkün kılıyor. Son bir yılda dünyanın birçok bölgesinde kitle mücadelelerinde yaşanan ve yeni bir dalga olarak değerlendirilebilecek niteliksel sıçramayı bu bakımdan değerlendirmek gerekiyor. Devrim kelimesinin tekrar tedavüle girmesini de medyatik bir abartma olarak değil, bu arka plan dahilinde, yani radikal bir siyasal-toplumsal dönüşümün geniş yığınlar nezdinde hissedilir olmaya başlamasıyla bağlantılı olarak düşünmek gerekiyor. Yani devrim sözcüğünü kullanmakta cimrilik etmek yerine Leninist “devrimin güncelliği” perspektifinin yeniden hatırlanması gereken bir döneme giriyoruz, belki girdik bile. Bırakalım, devrim kelimesi “bizi” değil “onları” afallatsın, “onları” ürkütsün.
NOT: Arap dünyası ve “devrim”i durulmuş değil, öyle kısa zamanda da durulacak gibi görünmüyor. Bu nedenle bir “devrim”den değil, bir “devrimci süreç”ten bahsetmek daha isabetli. Mısırlılar kendi devrimlerini, kalkışmanın başladığı tarihten hareketle “25 Ocak Devrimi” diye adlandırıyorlar. Yaşanmakta olanın bir seferde olmuş bitmiş bir hadiseden ziyade bir “süreç” olduğunu belirtiyor olması açısından isabetli bir ifade bu. Arap coğrafyasında tanık olduğumuz şeyin, tamamlanmış bir “devrim” olarak basit bir biçimde eski rejim liderinin devrilmesine indirgenmeyip uzun vadeli devrimci bir süreç olarak tanımlanması gerekiyor. Aslında Mübarek’in 11 Şubat’taki istifası gibi Ben Ali’nin 14 Ocak’ta kaçışı, örneğin Fransız Devrimi gibi uzun bir süre sürecek olan, hâlihazırda devam eden devrimci sürecin bir aşamasından başka bir şey değildir. Hatırlanacağı üzere, Fransız Devrimi 14 Temmuz 1789’da başlamıştı ve birçok tarihçinin iddia ettiği üzere ancak on yıl sonra Napolyon Bonaparte’ın “18 Brumaire” (9 Kasım 1799) darbesi ile tamamlanmıştı.
Bir uluslararası ayaklanmalar süreciyle karşı karşıyayız. Bunun ilerleme devreleri olduğu gibi gerileme, bastırılma, ihanete uğrama, çürüme, yozlaşma devreleri de söz konusu olabiliyor. Burada doğrusal bir evrim beklemek siyasal süreçlere dair ziyadesiyle mekanik bir algının ürünü olabilir ancak. Devrimci bir süreç, tamamlanmamış, ucu açık bir tarihsel dönemi imler. Çok farklı alternatiflerin gündemde olduğu, neticesi ancak güç ilişkilerinde yaşanacak değişimlerle tayin edilebilecek belirsiz bir süreçtir söz konusu olan.
1 Karl Marx, Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, çev. Sevim Belli, Sol Yayınları, İstanbul, 1993, s. 23.
2 Lenin, Devlet ve Devrim, çev. F. Burak Aydar, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2009, s. 41.
3 Lenin, Two Tactics of Social-Democracy in the Democratic Revolution, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1905/tactics/ch13.htm
4 Lenin, “Sol” Komünizm Bir Çocukluk Hastalığı, çev. Muzaffer Kabagil, Sol Yayınları, İstanbul, 1974, s. 91
5 Aynı yerde.
6 Lev Troçki, Rus Devriminin Tarihi Şubat Devrimi Çarlığın Devrilmesi, çev. Bülent Tanatar, Yazın Yayıncılık, İstanbul, 1998, s. 7.
7 Troçki, age, s. 8-9.
8 Lenin, The Collapse of the Second International, http://www.marxists.org/archive/lenin/works/1915/csi/ii.htm#v21pp74h-212
9 Ernest Mandel, “The Marxist Case for Revolution Today”, http://www.internationalviewpoint.org/spip.php?article159
10 Aktaran Neil Davidson, “The French Revolution is not over”, International Socialism, 113, Ocak 2007.
11 Lenin, “The Discussion On Self-Determination Summed Up”
12 György Lukacs, Lenin’in Düşüncesi Devrimin Güncelliği, çev. Ragıp Zarakolu, Belge Yayınları, İstanbul, 1998, s. 7-12.
13 Walter Benjamin, Pasajlar, çev. Ahmet Cemal, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1992, s. 43.