U. Uraz AYDIN
Sözünü ettiğimiz bu son bağlamda kalem oynatanlardan biri de Ahmet İnsel. Yazar, “Sol Melankoli” (Radikal, 27.09.2011) başlıklı yazısında, Walter Benjamin’in Tarih Kavramı Üzerine tezlerinden hareketle solun kendi “geçmişini mutlaklaştırması”nın eleştirisine girişiyor. Yazı, şu birkaç önerme etrafında dönüyor:
– Benjamin’e göre sol melankoli, solun toplumsal gerçeklikle yüzleşmekten imtina ederek, geçmişteki tutkularına, mücadele biçimlerine, sembollerine bağlı kalması ve bu nostaljinin ayağına pranga olmasıdır
– Bu, yine Benjamin’e göre “solun konformizmi” olarak tanımlanmalı. Bu, “genel konformizm” gibi “toplumdaki kurumlara, kalıplara, değerlere eleştirel bir değerlendirme yapmadan uymak” değil, “solun geleneksel mücadele konu ve yöntemlerine, geçmişte yaptıklarına sadık kalmayı tercih etmek” anlamındadır.
– Benjamin’in çağrısı, egemenlerin arzuladığı gibi yenilmişlerin tarihini ve hafızasını tümüyle silmeye değil, solun “kendi gelenekleri içine hapsolmaktan” kurtulmasına dönüktür.
Ünsal Oskay’ın ve Michael Löwy’nin çapraz ateşi altında Tarih Kavramı Üzerine tezlerle bir miktar ilgilenmiş olmakla birlikte, acaba kaçırdığım(ız) bir şey mi var diye düşünerek, Ahmet İnsel’in “kitap” diye söz ettiği, fakat baskısına göre topu topu 10 ila 15 sayfa tutan o girift metne bir daha göz atmak icap etti
Sol ve Konformizm
Melankoli kavramı tezlerde geçmez. Ne Türkçedeki, benim bilebildiğim kadarıyla, beş farklı tercümede, ne Fransızca sayısız kez gözden geçirilmiş çeviride, ne Walter Benjamin’in Fransızcaya bizzat kendi çevirdiği metinde, ne de daha sonrasında yaptığı ekler ve düştüğü notlarda. Ama doğrudur, Benjamin, tezlerden birinde (7. Tez) Latince’de melankoliyi ifade eden “acedia” terimini kullanır. “Yürek tembelliği” anlamına gelen bu kavram, kaderin kaçınılmazlığı karşısında duyulan hüzün ve bu kadere teslimiyeti ifade eder. Fakat bu terimi kullanışı solun konformizmiyle değil, belirli bir tarih anlayışının, galip gelenlerle özdeşleşen, muktedirlerle empati kuran tarihçinin konformizmiyle alakalıdır. Bu nedenle, maddeci tarihçinin görevi “tarihin havını tersine taramaktır”. Dolayısıyla “sol melankoli”yle ilgili okumak isteyip de tezleri edinenler hayal kırıklığına uğrayabilirler.
Bu konformist tarih anlayışının yanı sıra Benjamin iki tür konformizmi daha teşhir eder metninde. Ve bunlar, İnsel’in vurguladığı gibi “solun konformizmi”ne ilişkindir. Ne var ki, İnsel’in yazısında belirttiğinin aksine Benjamin’deki sol konformizm eleştirisinin geçmişin değerlerine, mücadele biçimlerine…vs. sadık kalmak veya bağımlı olmakla herhangi bir ilgisi yok. On birinci tezde şöyle yazıyor Benjamin: “Sosyal demokrasinin başından beri gizli zaafı olan konformizm, yalnızca siyasal taktiğini değil iktisadi görüşlerini de etkilemiştir. Alman işçi hareketinin akıntı yönünde yüzme gerekliliğine inanmaktan (…) daha çok bozan hiçbir şey olmamıştır. Bundan bir adım sonrası teknik ilerlemenin güzergahı içinde bulunan sınai çalışmanın bir siyasal performansı temsil ettiğini düşünmektir”. Burada eleştirilen ve sosyal-demokrasinin konformizmi olarak değerlendirilen, onun siyasal taktiği (reformizm), çalışmayı fetişleştirmesi ve teknolojik ilerlemeyi (ve tezin devamında görüldüğü gibi doğaya hükmetmeyi) yüceltmesi. Dolayısıyla burada sosyal-demokrasinin uyum sağladığı, “konform” hâle geldiği şey modern kapitalist medeniyetin kurumsal ve ideolojik veçheleridir: parlamenter demokrasi, özel mülkiyet, ücretli kölelik, pozitivizm, ilerlemeci tarih anlayışı… Fakat esas vurgunun, tezlerin konusu tam da bu olduğundan, tarih anlayışına yapıldığını vurgulamak gerekir. On üçüncü tezinde şöyle yazar: “Sosyal-demokrasi, kuramında ve özellikle de praksisinde, gerçekliğe bağlı olmayan, ancak dogmatik bir iddia taşıyan bir ilerleme anlayışına göre belirlemiştir kendini”. İnsel “güncel toplumun gerçeğiyle” yüzleşmeyen, “somut sorunlar” karşısında tavır almayan solu konformizmle eleştirirken herhalde bu teze gönderme yapıyor, ancak gördüğümüz gibi buradaki “dogmatikliğin” geçmişe saplanıp kalmakla değil, burjuvazinin dogmalarını benimsemekle bir ilişkisi var. Esasında tam da Ahmet İnsel’in, Benjamin’e atfettiği “sol konformizmden” ayırt etmeye çalıştığı “genel konformizm”dir burada söz konusu olan: “Toplumdaki kurumlara, kalıplara, değerlere eleştirel bir değerlendirme yapmadan uymak”.
Walter Benjamin’in diğer “sol konformizm” eleştirisi ise, adı açıkça anılmasa da Stalinistleşmiş komünist partilerin ve özellikle de Alman Komünist Partisi’nin yönelimine, ve bir kez daha tarih anlayışına yöneliktir. Onuncu tezde Benjamin, Sovyet-Alman anlaşmasını ima ederek, “faşizme hasım olanların umutlarını bağladıkları siyasetçilerin” “kendi davalarına ihanet” ettiğini söyler. “İlerleme mitosuna” bağlı olduğunu söylediği bu siyasetçilerin “tutundukları tarih görüşüyle her türlü suç ortaklığını reddeden bir tarih görüşüne ulaşma çabası”nın önemini ve zorluğunu vurgular metnin devamında. Esasında Stalinizmin de sosyal-demokrasinin de, yani işçi hareketinde o dönem hakim olan bu iki akımın da paylaştığı mekanik/aşamalı tarih anlayışı, 8’nci tezde vurgulandığı gibi faşizmin şansıdır. Çünkü hasımları “tarihsel bir norm olarak algılanan ilerleme adına onunla mücadele” etmektedir. Ve şöyle devam eder Benjamin: “Yaşadığımız olayların 20. yüzyılda ‘hala’ olabileceğine şaşırmanın hiçbir felsefi yönü yoktur. Bu şaşkınlık hiçbir bilgilenmeye yol açmaz, onu doğuran tarih anlayışının iler tutar tarafı olmadığı bilgisi dışında”. Yani Benjamin’in sitemi, faşizmin, kaçınılmaz biçimde demokrasiye veya sosyalizme doğru ilerleyen bir tarih içinde, “norm”dan sapan bir garabet olarak anlaşılmasıdır. Aslında geçmişte kalmış olması gereken bu türden bir rejimin “hala” varolabilmesi karşısında şaşkınlığa kapılmak yerine, ezilenler için tarihteki esas normun, faşizmin yeni bir aşamasını teşkil ettiği “egemenlerin tahakkümü” olduğunu vurgular: “Ezilenlerin geleneği, bugün yaşadığımız ‘olağanüstü halin’ kural olduğunu gösterir bize”. (1)
Felaketin Sürekliliği ve Ezilenlerin Geleneği
Dolayısıyla mesele, Ahmet İnsel’in kendi “sol muhafazakarlık” eleştirisine dayanak yapmak istediği konformizm anlayışından bir hayli uzak. Konformizm, solun kendi geleneklerine bağlı kalarak toplumsal gerçeklikten kopması değil, egemenlerin gerçeklerinin, tarihe bakışlarının, değerlerinin norm olarak kabul edilmesidir. Ve görev, “egemen sınıfın eline araç olarak teslim” edilmesi tehlikesi altında bulunan geleneğin konformizmden koparılmasıdır.
Bu nedenle, Benjamin’de bir “sol melankoli” eleştirisinden ziyade devrimci melankolik bilincin tezahürünü görmek gerekir. Bu melankoli, “modernliğin felaketi” içinde ve ona karşı filizlenen bir bilinçlilik, bir uyanıklık tohumudur (R. Scherer). Daniel Bensaid, Walter Benjamin üzerine kaleme aldığı erken tarihli bir kitabında, kadere teslimiyeti ve egemenlerle özdeşleşmeyi ifade eden tarihselci melankoliden, ve geçmişin yitip gitmesi karşısındaki hüznü ifade eden romantik melankoliden ayırır Benjamin’in melankolisini (2). Bu mağlubiyetlerin sonsuza dek tekrarlanmasının teşkil ettiği tehlike karşısında “klasik” bir melankolidir. Bu, mutlu bir geleceğin insana vaat edilmiş olduğu inancına karşı felaketin ebediyen tekerrür etmesi tehdidi karşısındaki, “cehennemin ebediyeti” karşısındaki “aktif melankoli”dir. Bu melankoli gezegeninde, ikiz yıldızlar gibidir Benjamin, Baudelaire, Peguy ve Sorel. Ve yine bu gezegene aittir, kendi çağlarının büyük mağlubiyetleri karşısında, umutsuzluğun pençesinde bulunsalar bile “tarihin gereklilikleriyle” uzlaşmayı reddeden büyük devrimciler, Robespierre’den Lenin’e, Saint-Just’ten Blanqui’ye, Troçki’den Guevara’ya. Zafer ihtimali konusunda hiçbir yanılsamaya kapılmayan bu direnişler, “zorunlu olarak melankoliktir”, der Bensaid (3).
Geleneği oluşturan, aktaran, sürdüren de, öne çıkan isimleriyle, mekânlarıyla, tarihleriyle simgeleşen bu direniş eylemleridir. Nasıl ki bugünün egemenleri tarihin tüm galip gelenlerinin varisiyse, bugünün ezilenleri, aşağılanmışları, yüzlerce yıllık sınıf savaşının mağluplarının mirasçısıdır. Bu nedenledir onlara bağlılığımız. Bu nedenledir, Paris 1871’e, Petrograd 1917’ye, Barselona 1936’ya sadakatimiz. Ve daha nice muzaffer grevden, bastırılmış direnişten, sönülmenmiş isyandan, ihanete uğramış devrimden, katledilmiş devrimciden vazgeçemeyişimiz. Tıpkı eylemlerdeki gibi, “geride kimseyi bırakmamak” için. Çünkü dönemin sosyal-demokrasisinin Blanqui’nin ve Rosa Lüksemburg’un adını, Stalinizmin Troçki’nin ve eski Bolşeviklerin isimlerini hafızalardan silmek istemesi gibi, egemenlerin normlarını, değerlerini benimseyen, yeni otoriterlik biçimlerini ilerleme hanesine yazan, liberal-demokrasinin koordinatlarını kutsal addeden bugünün sol konformizmi de geleneği tehdit ediyor.
Şüphesiz simgeleriyle, sloganlarıyla, temaları ve mücadele biçimleriyle gelenek donuk bir şey değildir. Yeni deneyimlerle, her biri bir “devrim fırsatını” içinde barındıran yeni isyanlarla, bugüne dek hesaba katılmamış ezme-ezilme ilişkilerinin kavranmasıyla gelenek her daim bir gelişme, zenginleşme içindedir. İspanya’dan Yunanistan’a, “Bölge”den İsrail’e yayılan Tahrir sembolizminin ezilenlerin geleneğinde nasıl bir yer edindiğini şimdiden görüyoruz. İnişleri ve çıkışlarıyla, tedirginlikleri ve kahramanlıklarıyla, yeni deneyimleri de içerecek biçimde fakat her daim, konformizmin tehditleri karşısında kendi tarihiyle, sembolleriyle, martirleriyle birlikte devam eden bir yürüyüş bu. “Alnı delik hayaletlerle çevrelenmiş biçimde ilerliyoruz” diyordu Natalia Troçki…
(1) Michael Löwy, Walter Benjamin: Yangın Alarmı. “Tarih Kavramı Üzerine” Tezlerin Bir Okuması, Versus, 2007.
(2) Daniel Bensaid, Walter Benjamin. Sentinelle messianique, Plon, 1990.
(3) D. Bensaid, Le Pari Melancolique, Fayard, 1997. (Bir bölümünün Türkçe tercümesi için bkz. “Devrimciler neden melankoliktir?”, D. Bensaid, Köstebek ve Lokomotif, Yazın yayıncılık.