Foti Benlisoy

Cumhuriyetçi otoriterlik ile muhafazakâr otoriterlik arasındaki köşe kapma kavgası tüm hızıyla süredursun, sosyalist hareket de örgütsel bütünlüğünün giderek daha fazla aşınmasına koşut olarak bir o tarafa bir bu tarafa sürüklenmekle meşgul. O yüzden de İsa’ya da Musa’ya da yaranamadığına doğrusu şaşmamak lazım. Siyasal ufuk ve hafızamız milliyetçilik ile liberalizm arasında neredeyse ezeli addedilen bir cendereye sıkıştırılıyor. Başka bir yol, başka bir seçenek ya da ihtimal hiç olmamış gibi, hiç olamayacakmış gibi… Hal böyle olunca mesela Mustafa Bayram Mısır, liberal yayın organlarına çattığı bir yazısının sonunda kendisine karşı öne sürülebilecek muhtemel ‘İttihatçı’ ithamına, “ya ne olacaktı? Abdülhamitçi mi?” diye karşılık vermekte hiçbir beis görmüyor (Bianet, 13 Haziran). Sanki belleğimiz bu iki seçeneğe mahkûmmuşçasına, sanki Abdülhamid ile Enver ve Talat arasında seçim yapmak zorundaymışız gibi. Sanki iki istibdat haricinde başka hiçbir tarihsel ihtimal hiç varolmamışçasına. Osmanlı Sosyalist Fırkası, Selanik Sosyalist Federasyonu, hele hele 1908 grevleri bir başka ihtimale işaret etmiyormuşçasına …

Elbette sadece maziye dair bir tartışma değil bu. Sosyalist hareket, hem geçmişe hem de bugüne dair algısıyla liberal istibdat ile milliyetçi istibdat arasında binamaz kalmaya mahkûm edilmiş adeta. Bir ara ‘cumhuriyet mitinglerine’ katılmadıkları için siyasal İslam ile flört etmekle ve liberallikle suçlanan aynı sosyalistler, son zamanlarda da ‘demokrasi’ adına askeri vesayete ve ‘darbeye’ karşı muhafazakâr otoriterliğin yanında saf tutmadıkları için habire zılgıt yiyorlar.

Mesela Halil Berktay, “Sol ve Demokrasi” başlıklı seri gazete yazılarında Kamu Selamet Komitesi ile Andrey Vishinsky, giyotin ile Gulag arasında muhtemelen eskiden müdafaa, şimdi ise mahkûm ettiği muhayyel bir ‘evrimsel süreci’ aktarıyor ve böylece ihtilalci solun gayridemokratik geleneğinin ipliğini kendince pazara çıkarıyor. Daha dizinin başında Montesquieu’den hareketle “olağan demokratik rejimlerde siyaset hukukun üstünlüğüne tâbidir” gibi buz gibi liberal bir belirlemeden sonra (demokrasi=hukuk devleti), “proletarya diktatörlüğü teorisi ve pratiği” ile faşizm, “hukuku belirtik biçimde siyasete tâbi kılar” diye yazıyor. ‘Kızıl’ ve ‘kahverengi’ iki totalitarizme karşı kahramanca mücadele eden liberal demokrasi cennetine hoş geldik anlayacağınız. Bu arada insanın gözü ister istemez “olağan demokratik rejim” ifadesine kayıyor. Bir tarihçinin ‘olağan’ kelimesini bu kadar özensiz kullanışına fazla takılmayalım (düşünsenize ‘olağan kapitalizm’, ‘olağan proletarya diktatörlüğü’ vb. düzinelerce benzeri üretilebilir bu bütünüyle tarih dışı tamlamanın); nasıl olsa bu ‘olağanlık’ ve ‘normallik’ mevzuuna ‘az sonra’ geri döneceğiz.

Aynı esnada, Etyen Mahçupyan, “kendilerine solcu diyenler işin temeline inildiğinde siyaseten Kemalist, kimlik olarak ise laik birer modernist olduklarının farkında değillerdi” diye yazıyor bıkmadan usanmadan ve günümüz solunun ancak “demokrat bir duruşla” mümkün olduğunu vurgulayarak Genç Sivilleri (evet, Genç Sivilleri) sola örnek gösteriyor (Taraf, 20 Haziran). Ahmet Altan da, darbe karşısında “muhafazakârlarla sol demokratların el ele vermesi gerektiği bir dönemden geçiyoruz” diyerek adeta bir ‘tarihsel uzlaşma’ öneriyor (Taraf, 24 Haziran).

Örnekleri çoğaltmak kolay ama anlamsız. Terane aynı yeknesaklık ve basitlikte kendini tekrar ediyor: Türkiye’de sol daima devletçi ve milliyetçi oldu; dolayısıyla da demokrasi yanlısı bir güç haline gelemedi. Solun demokrasi yönünde tavır koyması, ancak ‘muhafazakârları’, ‘Anadolu sermayesini’, ‘çevreyi’, ‘sivil toplumu’, falanı filanı kucaklayacak bir demokrasi cephesinde yer almasıyla olanaklı olabilir ancak, vs. vs. Kimileri bu ‘cephe’ işini hayli ciddiye alıp işi Lenin ve Bordiga’dan alıntılara dahi döküyor.

Siyasetin sınırları’ ve sosyalizm

Türkiye sosyalist hareketinin demokrasiyle bir sorunu olduğu elbette doğru ancak bu sorun yukarıda tekrar edilen argümanın belki de tam aksi istikametinde. Türkiye’de sol, özellikle 12 Eylül sonrasında demokratikleşmeden esas olarak ‘sivilleşmeyi’ anladı. Demokratikleşme sürecini bir ‘hak ve özgürlükler’ ile liberal demokratik düzenin yasal ve kurumsal çerçevesinin hâkim kılınması mücadelesi olarak gördü. Bu bağlamda demokratikleşme sorunu etrafında oluşan saflaşmayı da ordu/bürokrasi ile sivil toplum arasındaki karşıtlık olarak tanımladı; siyasal strateji ve önceliklerini bu eksende tarif etti. Sosyalist sol, aslen liberalizmden devşirilmiş siyasal toplum-sivil toplum ayrımını siyasal söylem ve stratejisinin merkezine yerleştirerek toplumu bir başka biçimde ‘bölme’ ya da toplumu devindiren çatışmaları bir başka eksende kurma, dolayısıyla da hegemonik olma iddiasından da böylece feragat etmiş oldu.

Tam da bu manada, Türkiye sosyalist solunun kendine özgü bir demokratikleşme perspektifi olmadığını söylemek haksızlık olmaz. Sosyalist içerikli bir demokrasi meselesi, sol mahfillerde belki teorik bir mevzu olarak tartışıldı; ancak siyasal bir gündem olarak, yani darbenin yarattığı tahribatın ortadan kaldırılması ve demokratikleşmeyi hedef alan bir strateji meselesi olarak gündeme gelmedi. Sonuçta da demokratikleşme sorunu, başka akımlardan edinilen kavramsal alet edevatla ortaya kondu. En iyi ihtimalde sosyalist demokrasi, liberal demokratik kurumsal çerçevenin ihyasını, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını takip edecek, fakat her koşulda muhakkak uzun vadede gündeme gelebilecek, biraz da ‘ütopik’ bir şey olarak anlaşıldı. Bu anlayışa göre sosyalist demokrasi, burjuva demokrasisinin devamı, daha radikalleştirilmiş bir versiyonuydu adeta. Elbette bu kavrayışta geçmişin aşamalı devrim stratejilerinin de payı yok değildi. Sosyalizm için önce ‘burjuva demokratik devrim’ aşamasını katetmemiz, bir ‘normalleşme’ süreci yaşamamız ‘zaruret’ değil miydi?

Oysa demokrasi sosyalistler açısından her şeyden önce siyasetin, siyasal alanın sınırlarıyla ilgili bir tartışmadır. Patriyarkal kapitalist bir bağlamda ‘siyasal’ olan, ‘ekonomik’ ve ‘özel’ ya da ‘kişisel’ olanın karşısına konarak tanımlanır. Böylece mesela ‘özel hayata’ dair kurumlar, örneğin kadınlara yönelik erkek şiddeti gibi konuları kişileştirmek, ‘özelleştirmek’ suretiyle depolitize ederler. Bu şekilde, belirli meseleler kamusal/siyasal değil, aksine özel ve kişisel meseleler olarak sunulur. Yine maddi hayatın yeniden üretimiyle ilgili faaliyetler siyasal değil, aksine gayrişahsi piyasa zorunluluklarının ya da ekonomiye dair teknik süreçlerin sonuçları olarak sunularak depolitize edilir. Bir fabrikanın kapanması ya da şu kadar işçinin işten kovulması, siyasal değil piyasa gereklilikleriyle açıklanacak teknik bir hadisedir bu bağlamda.

Oysa sosyalist demokrasinin tanımlayıcı özelliği, tam da ‘burjuva demokrasisinin’ (yani kapitalist bağlamdaki ‘demokrasinin’) nirengi noktası olan siyaset-ekonomi, siyasal-‘özel’ ayrımlarının ilgasıdır. Bu anlamda, ekonominin siyasal karar verme alanına dahil edilmesi, piyasanın ‘özerk’ işleyişinin lağvedilerek demokratik denetim altına sokulması, sosyalist bir demokrasi kavrayışının olmazsa olmazlarıdır. Ellen Meiksins Wood’un ifadesiyle, “kapitalizme en büyük meydan okuma, demokrasinin kendisine çizilen dar sınırların dışına genişletilmesi olurdu. İşte bu noktada, ‘demokrasi’nin, sosyalizm ile eşanlamlı hale geldiği öne sürülebilir.” Hasılı, soldan bir demokrasi perspektifi, müesses demokrasi anlayışından köklü bir kopuşu temsil eder. İkisi arasında evrimsel, doğrusal bir geçiş söz konusu değildir.

Türkiye’deki askeri vesayetin ve milliyetçiliğin kritik siyasal meseleleri ‘milli davalar’ haline getirerek tartışılmaz kıldığı, bu anlamda bunları depolitize ettiği sıkça ve haklı olarak eleştiri konusu edilir. Ancak soldan bir demokratikleşme perspektifi kendisini siyasal alanın askeri vesayet ve milliyetçilikçe daraltılması eleştirisiyle sınırlı tutamaz. Toplumsal hayatın bütününde meta ilişkilerini ve piyasa gerekliliklerini hakim kılmaya dönük özelleştirme, esnekleştirme, piyasalaştırma vs. gibi neoliberal uygulamalar da ekonomiyi bir bütün olarak siyasal denetleme mekanizmalarının dışına attığından siyaset alanını milliyetçi demagoji kadar daraltmaktadır. Yeni muhafazakârlık da patriyarkayı ailevi, ahlaki ya da dini bir mesele olarak görünmez kılıyor ve bu anlamda da siyasetin alanını daha da kısıtlıyor. Neticede siyasetin alanını daraltan antidemokratik güçler ‘cuntacılardan’ ibaret değil. Bu anlamda Türkiye’nin, eksik ve tereddütlü de olsa bir demokratikleşme ya da ‘reform’ süreci yaşadığını söylemek mümkün değil. Tam tersine yaşanan, siyaset alanının her anlamda giderek daraldığı, aşağıdakilerin gücünün azaldığı bir süreçtir ve bu sürecin müsebbibi de ‘sivil-asker bürokrasi’den ibaret değildir.

Mesele Türkiye sol hareketinin kendine has bir demokrasi ufkuna sahip olmaması değil sadece. Bu durumun doğal sonucu, solun bir demokratikleşme stratejisine de sahip olmaması ve bu hususta liberal demokratik yasal ve kurumsal çerçevenin reformlar yoluyla yerleştirilmesiyle yetinmesi. Üstelik Türkiye’de sosyalist sol cılızlaştıkça bu reformları gerçekleştirecek olma iddiasından da doğal olarak feragat ediliyor ve artık maalesef kanıksadığımız bir siyasi beleşçilikle bu iş AB, hatta AKP’ye havale edilebiliyor.

Oysa Türkiye’de demokratikleşmenin önündeki engel, en az ordu, Kemalistler, milliyetçiler kadar siyasal faaliyetin değer, anlam ve içeriğini kaybetmesi ya da bir başka deyişle kitlelerin politik etkinlikten uzaklaşmaları, siyasetin insanlara uzak ve yabancı bir faaliyet haline gelmesidir. ‘Altta kalanların’ siyaseti hayatlarını belirleyen kurucu bir faaliyet olarak görmemeleri ve politikayla klientalist ilişkiler bağlamında pragmatist bir ilişki kurmaları, demokratikleşme hususunda bir umarsızlığa yol açıyor. Oysa sosyalist sol, siyaseti ezilenlerin hayatlarını kurma mücadelesinin bir parçası olarak inşa edebildiği oranda demokrasiyi bir kitlesel talep haline getirebilir. Yani siyasal faaliyet toplumsallaştığı ve demokrasi gündelik mücadeleler ve direniş pratikleri içerisinde yer edindiği ve bu mücadeleler içerisinde ezilenler kendi hayatlarını kurabildikleri, ‘güç kazandıkları’ ölçüde. Sosyalist siyasetin demokratik etkisi, Jacques Ranciere’in deyimiyle, “görünmez olanın görünür kılınması, sesleri gürültü çıkaran birer hayvan gibi işitilenlerin söylediklerinin söz olarak dinlenebilir kılınması” ile doğrudan bağlantılıdır.

Sosyalist bir demokratikleşme stratejisi, ezilenlerin ‘özerk’ piyasa mekanizmasını denetimleri altına almalarına yardımcı olan öz örgütlenmeleri ve özyönetimci mücadele pratiklerini merkeze alır ve ancak bu pratikler içerisinde demokrasi bilince dönüşür. Özyönetim, özörgütlenme ve doğrudan demokratik karar alma mekanizmaları sosyalist bir demokrasi kavrayışının yapı taşlarıdır. Sosyalist sol bu bağlamda maddi yoksunluğun giderilmesi talebini, piyasa aracılığına ihtiyaç duymadan insanlar arasında kurulacak doğrudan ilişkiler, yani özyönetim ve özörgütlenme talebi ile biraraya getirmelidir. Soldan bir demokrasi perspektifi ancak bu şekilde başka ve güzel günlere dair bir dilek olmanın ötesine geçip güncellik kazanabilir.

 

Olağan’ demokrasi ve normalleşme

Solda da yaygın olan bir kanaat mucibince Türkiye’nin siyasal yapısında muhtemel bir demokratikleşme, esas olarak bir tür ‘normalleşme’ süreci olarak yaşanacaktır. Bu tespitin asli dayanağı, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşulların aslen tarihsel bir ‘anomali’ teşkil ettiği ve özellikle ‘dünyanın bugün geldiği aşamada’ adeta bir anakronizm oluşturduğu şeklindedir. Tarihsel köklerini ‘geçiş tartışmalarından’, ‘toplumsal gelişim aşamalarından’, hasılı otomatik bir doğrusal ilerleme anlayışından alan bu tespitlerse günümüz dünyasının son yirmi yıl içinde giderek hızlanan bir tempoda içerisine savrulmakta olduğu bütünsel krizi görmemekle maluldür.(İnsan Walter Benjamin’i anmadan edemiyor: “Faşizmin şansı, hasımlarının, tarihsel bir norm olarak algılanan ‘ilerleme’ adına onunla mücadele etmesidir. Yaşadığımız olayların 20. yüzyılda ‘hâlâ’ olabileceğine şaşırmanın hiçbir felsefi yönü yoktur. Bu şaşkınlık hiçbir bilgiye yol açmaz.”)

Çok değil, Sovyet imparatorluğunun nihai çöküş sancılarını yaşandığı günlerde Francis Fukuyama tarihin sonunu ilan etmiş, insanlığın toplumsal evriminin alacağı son biçimin serbest piyasacı liberal demokrasi suretinde ortaya çıktığını ilan etmişti. Bu ilandan neredeyse on beş yıl sonra bütün insanlık evrensel bir medeniyet kriziyle karşı karşıya. Kapitalist küreselleşmenin katmerlenen zaman ve mekân sıkışmasının insan ve doğa üzerinde yarattığı onarılması güç tahribat, tüm dünyada demokrasinin olanaklarını hızla tahrip etmekte. Türkiye’de demokrasi tartışması, eksenini hâlâ birkaç on yıl öncesinin egemen liberal paradigmasından ala dursun, habeas corpus’un doğduğu ülkede mahkemesiz gözaltı süresi 48 güne çıkarılmakta, Avrupa Birliği’nde işçi sınıfı hareketinin en önemli tarihsel kazanımlarından olan 48 saatlik iş haftası ilga edilirken AB’nin göçmen karşıtı kale görünümü pekişmekte. Dahası, uluslararası siyaset giderek daha fazla askerileşiyor ve kırılgan hale geliyor.

Her şeyden öte, 21. yüzyılın dünyası ‘işler alışılageldiği gibi sürerse’, daha birkaç hafta önce ilk sinyallerini aldığımız üzere açlığın giderek kitlesel bir hal aldığı, ekolojik krizin derinleşmesiyle su gibi en temel doğal kaynaklara ulaşmanın birçok toplumsal grup için giderek zorlaşacağı bir dünya olacak. Buğday, pirinç ve mısır gibi temel gıda maddelerinin fiyatlarının bir iki yıllık kısa bir sürede iki, hatta üç katına çıktığı, kronik bir yiyecek darlığıyla karşı karşıya olan bir dünya, (toplumsal üretim ve bölüşüm ilişkilerinde radikal bir değişikliği gündeme getirecek aşağıdan ciddi bir basınç olmadığı takdirde) ancak daha otoriter bir dünya olabilir. Siloları ve tahıl nakliyat kamyonlarını ‘yağmacılardan’ askerlerin koruduğu Pakistan ve çeltik tarlalarını geceleri ‘kaçak’ olarak hasat edenlerden korumak için tarla başında elde silah nöbet tutulan Tayland, geleceğimizin işaret fişekleri. Böylesi bir tablo içerisinde politik projeksiyon oluşturanların ağırlıklı çoğunluğu, demokrasinin yaygınlığının arttığı değil giderek cılızlaştığı senaryolara itibar etmekte. Dolayısıyla önümüzdeki dönem küresel ölçekte ‘demokrasilerin’ neredeyse işlerin doğal sonucu olarak yaygınlaştığı/derinleştiği bir tarihsel uğrak olmak bir yana, tam aksine demokrasilerin giderek cılızlaştığı, en temel insani hak ve hürriyetlerinin kısıtlandığı ve etnik-dinsel çatışmaların yoğunlaştığı bir dönem olacak. Geleceğin şu an için mümkün tek temsili bugün yaşanan felaketlerdir. Karşımızda Türkiye gibi ülkelerin bir istisna oldukları demokratikleşen bir dünya değil, giderek daha otoriter hale gelen bir dünya var. Walter Benjamin’in “ezilenlerin geleneği, bugün yaşadığımız ‘olağanüstü halin’ kural olduğunu gösterir bize” deyişi belki de her zamankinden daha geçerli bugün.

 

Sol liberalizm ‘hâlâ’ mümkün mü?

Kapitalist küreselleşme sürecinin beraberinde bir tür demokratikleşme dalgasını da getirdiği şeklindeki en kaba tabirle nahif ve çoktan arkaik hale gelmiş algı (özgür toplumları özgür piyasalarla eşleyen Orwellci anlatı), kapitalist küreselleşmenin ekonomi siyaset ayrımını derinleştirirken toplumsal hayatın birçok veçhesini siyasal hesap verilebilirlik ve denetim alanının dışına çıkardığını görmezden gelir. Yukarda da vurgulandığı üzere, aslında piyasa değerlerinin ve metalaşma sürecinin derinleşmesi, demokrasinin alanını genişletmek bir yana daraltıcı bir işleve sahiptir. Kapitalist küreselleşme süreci, ‘aşağıdakilerin’ kendi hayatlarını kurma ve kendi kaderlerini tayin etme enerjilerini zayıflatır bu anlamda da temelde antidemokratik bir süreç olarak işler.

Bu bakımdan demokratikleşme talebini Türkiye’nin AB’ye üyelik sürecine endeksleyen ya da AKP’nin seçim zaferini ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ve ‘normalleşme’ ihtimali açısından değerlendiren bir sol tutumun günümüzde hiçbir makul gerekçe ve izahı olamaz. Günümüzde daha fazla ‘küresel entegrasyonun’, ‘dünyaya açılmanın’ daha fazla demokrasiyle sonuçlanacağını savunmak açıkça yalancılık değilse samimiyetsizliktir. Türkiye’nin eninde sonunda tamamlayacağı, tamamlamak ‘zorunda’ olduğu bir demokrasiye ‘geçiş süreci’ söz konusu değil. Aşağıdan ciddi bir basınç olmadıkça, ‘dışarıdan’ ya da ‘yukarıdan’ basınçla, yani filler arasındaki kapışmanın ya da iktidar bloğunda bir yeniden diziliş sonucunda bir demokratikleşme ya da ‘normalleşme’ süreci yaşanacağını ummak mümkün değil. Dün de mümkün değildi belki ama giderek otoriterleşen geleceğin ‘müstahkem’ dünyasında hiç mümkün değil. Türkiye’nin ‘istisnailiğinin’ AB iteklemesi ve ‘yükselen’ Anadolu sermayesinin kalkışmasıyla meydana gelecek bir ‘burjuva demokratik dönüşüm’ ya da ‘normalleşme’ ile nihayet son bulacağı ham hayaldir.

Bu nedenle genelde ‘sol liberal’ olarak adlandırılan kesimi, geçenlerde yapıldığı gibi Marksizm ile tartışmaya davet etmenin de anlamı yok belki. Adı sıkça ve olur olmaz anılan ‘sol liberalizmi’, biraz şematikleştirmeyi de ister istemez göze alarak, Türkiye’nin ‘ceberrut devlet’ geleneğine sahip olduğu anlayışından hareketle devlet ve toplum, merkez ile çevre arasındaki çelişkiyi esas alan, Türkiye’deki otoriter politik iklimin çevrenin ‘muhafazakâr demokrat’ çerçevedeki reaksiyonuyla ve/veya Avrupa’nın mevcut bütünleşme sürecine dahil olunarak bertaraf edilebileceğini varsayan bir fikri akım olarak tarif edebiliriz. Yukarda anılan ve Türkiye’yi bir ‘anomali’ olarak değerlendiren tarih anlayışı da bu fikri akımın temel reflekslerindendir. Böylesi bir siyasal çerçeve bugün anlam ve geçerliliğini büyük ölçüde yitirmiştir. Elbette bu fikri cereyanın Türkiye düşün hayatındaki tesirinin bir anda tuzla buz olması beklenemez. Burada söylenmek istenen, sol liberal bir pozisyonun, Naomi Klein’ın deyimiyle ‘felaket kapitalizmi’ çağında geçerli bir fikri tutum olamayacağı, iç çelişkilerinin giderek daha görünür olacağı, dikişlerinin söküleceğidir.

Siyasal tahayyülümüzün ‘ulusal bağımsızlık’ ya da ‘liberal demokrasinin’ ötesine gitmediği, siyasi lügatimizin de neredeyse ‘demokrat’ siviller ile ‘cuntacı’ askerlerden ibaret kaldığı bir fukaralıktan muzdaripiz. Sosyal devletin kimi uygulamalarını yeniden geçerli kılma ve uluslararası hukuku yeniden canlandırmanın eleştirel düşüncenin neredeyse dış sınırını oluşturduğu, ütopik boyutun düşünsel ufuktan sınır dışı edildiği bir entelektüel ve siyasal iklimin memlekette egemen olduğu malum. Hal böyle olunca ‘reel’ olana sıkışmış, müesses olan dahilinde devinen bir ‘eleştirellik’, Hayri Kozanoğlu’nun deyimiyle ‘muteber solculuk’ geçer akçe oluyor. Oysa siyaset, tam da hâkim olan tarafından bastırılan, görünmez kılınan yeni bir imkânın açığa çıkarılmasına dönük kolektif eylemdir. Bu anlamda yeni ve başka olasılıkları, ihtimalleri olanaklı ve görünür kılmak, mevcut ikilemlerin esiri olmaksızın “sesleri gürültü çıkaran birer hayvan gibi işitilenlerin söylediklerinin söz olarak dinlenebilir kılınması”na soyunmakla mümkün.

Yeniyol Sayı 30 – YAZ 2008