Daniel Tanuro – Olan biten bütünüyle kestirilebilirdi; yeni bir büyük nükleer “kaza”. Bu satırlar kaleme alındığı sırada bunun Çernobil’dekine benzer bir felaketin boyutlarına ulaşıp ulaşmayacağı henüz belli olmasa da, ne yazık ki olaylar o yönde gelişiyormuş gibi gözüküyor. Bu büyük ölçekte bir felaket olsun ya da olmasın, her halükarda nükleer teknolojinin asla %100 güvenli olamayacağı bir kez daha kanıtlanmış durumda. Riskler o denli ürkütücü ki sonuç kendiliğinden ortaya çıkmakta: başka yolu yok, nükleerden çıkmak ve bunu mümkün en büyük hızla gerçekleştirmek gerekiyor. Fukuşima’dan çıkarılacak ilk ders bu ama bunun uygulanması, hakiki bir toplumsal tartışma, kapitalist sonsuz büyüme modeline bir alternatif gerektiren toplumsal ve siyasî sorunlar ortaya çıkarıyor.
Tehlikeli Bir Teknoloji
1957’de Windscale, 1979’da Three Mile Island, 1986’da Çernobil, 2000’de Tokai Mura ve şimdi de Fukuşima; nükleer santrallardaki kazaların listesi uzayıp gitmeye devam etmekte. Zaten başka türlü olması da mümkün değil. Bunu anlamak için nükleer fizik doktorasına sahip olmak gerekmiyor.
Bir nükleer santralin işleyişi bir bakıma bir elektrikli su ısıtıcısının çalışma tarzını andırır. Isıtıcıdaki rezistans santraldaki yakıt çubuklarına karşılık gelir. Eğer ısıtıcının haznesinde su yoksa ve buna karşılık rezistans ısınıyorsa bir sorun var demektir. Aynısı santral için de geçerlidir: yakıt çubukları daima kaynattıkları suya batırılı durumda olmalıdır. Üretilen buhar elektrik üreten tribünleri döndürür. Bu nedenle santral, dolaşımı pompalar aracılığıyla sağlanan çok büyük miktarlarda su tüketir.
Şayet pompalar arızalanırsa su eksilmeye, yakıt çubukları da aşırı ısınıp bozunuma uğramaya başlar. Hemen su eklenmezse çubukların içinde meydana gelen tepkimenin [reaksiyon] yarattığı ısı öylesine yükselir ki çubuklar eriyerek (su ısıtıcısının haznesine tekabül eden) havuzun dibine düşerler. Bu havuz ise bir çifte güvenlik duvarının [zırhının] içinde yalıtılmış durumdadır: herkes tarafından kolaylıkla tanınabilen karakteristik reaktör dış silueti. Eğer bu duvar füzyon halindeki çubukların yoğun ısısına dayanamayıp çatlayacak olursa, radyoaktivite bundan doğabilecek tüm ölümcül sonuçlarla birlikte çevreye salınmış olur.
Kırılgan Bir Teknoloji
Bir santralde meydana gelen tepkime zincirleme bir reaksiyondur: uranyum çekirdekleri nötron bombardımanına tabi tutulur; bir uranyum çekirdeği bir nötronu soğurarak [içine bir nötron emerek] ikiye bölünür ve çok büyük bir miktarda enerjiyi serbest bırakır (bu nükleer füsyondur); aynı anda bir başka uranyum çekirdeğinin füsyona girmesine neden olabilecek başka nötronları da serbest bırakır. Demek ki bu tepkime bir kez başlatıldığında tek başına devam eder. Bu tepkimeyi ve bu tepkimenin sıcaklığını denetim altına almanın tek yolu yakıt çubuklarının arasına, malzemenin füsyonuna yol açmaksızın nötronları soğurma yeteneğinde alaşımlardan oluşmuş çubuklar yerleştirmektir. Reaktörün çekirdeğini bu şekilde soğutmak mümkündür. Fakat bu soğuma belli bir zaman alır. Bu süre boyunca, yakıt çubukları suya batırılmış durumda olmalıdır, aksi takdirde aşırı ısınma riski taşırlar.
Nükleer yandaşları bıkıp usanmadan özellikle elektrik şebekesinin devredışı kalması halinde pompalar acil durum güç kaynağı grupları [jeneratörleri] sayesinde elektrikle beslenebileceğinden tertibatın son derece güvenilir olduğunu tekrarlayıp duruyorlar. Fukuşima’da meydana gelen kaza insanın içini ferahlatan bu sözlerin pek bir değer ifade etmediğini ortaya koyuyor: deprem yüzünden santrallar, bu gibi hallerde öngörüldüğü gibi, kendiliklerinden zincirleme bir reaksiyon başlattılar. Dolayısıyla artık pompaları çalıştıracak elektrik akımı mevcut değildi. Yedek jeneratörlerin çalışmaya başlaması gerekiyordu ancak ne yazık ki bunlar da tsunami yüzünden kullanılabilecek durumda değildiler. Soğutma suyu yetersiz kaldığından yakıt çubuklarının suyun dışında kalan bölümü bir metre seksen santimetreden (toplam 3,71 metrelik bir boy üzerinden) üç metreden fazlaya çıktı. Aşırı ısınma aşırı bir basınca ve hidrojen açığa çıkaran kimyasal bir reaksiyona (soğutma suyunun elektrolizi) yol açtı. Bunun üzerine teknisyenler havuzda bir patlamanın önüne geçmek için biraz buhar çıkmasına izin verdiler. Ama hidrojen galiba yapının kubbesinin çökmesine yol açacak şekilde reaktörün içinde patlamıştı ve buhar çevreye yayıldı. Görünüşe bakılırsa aynı senaryo ikinci bir reaktörde de tekrarlandı.
Çernobil’deki Gibi
Şebeke tatlı su dağıtımı tsunami yüzünden kesintiye uğradığından teknisyenler hemen yanıbaşlarındaki deniz suyunu kullandılar. Çok sayıda Amerikalı uzman bunun tam bir “çaresizlik hamlesi” olduğu değerlendirmesinde bulundular. Bu uzmanlara göre bu, Çernobil’deki reaktörün çekirdeğinin erimesini engelleme yolunda nafile girişimleri anımsatmaktadır. Çernobil nükleer santrali çalışanlarıyla yiğit gönüllüler reaktörün üzerine kum ve beton boca etmeye koyulmuşlar ve bunu hayatlarıyla ödemişlerdi. Fukuşima’ya 80 km mesafede ölçülen radyoaktivite daha şimdiden izin verilen normların 400 kattan fazla üzerinde. Altı cesur Japon gazeteci ellerinde Geiger sayaçları santrale 2 km uzaklıktaki Futaba kasabasına gitmişler, bölgedeki radyoaktivite ellerindeki sayaçların bazılarının ölçme kapasitesinin üzerinde çıkmıştır! Bir Japon vatandaşının şu sıralarda bir yıl için kabul edilebilir sayılan radyoaktivite dozuna bir saatte maruz kaldığı tahmin edilmektedir.
Fransız “Sortir du nucléaire” [Nükleerden Çıkmak] ağının bir bildirisinde söylendiği gibi “bu tarz haberler santralin çevresinde uzanan bir yörede sağlık açısından sonuçları ancak vahim olabilecek feci şekilde yüksek bir radyoaktivite seviyesini doğrulamaktadır.” Serpintilere karşı güvende olduğumuzu sanmayalım: geçmişteki Çernobil örneği radyoaktif bir bulutun çok geniş bölgeleri kirletebildiğini göstermiştir. Her şey parçacıkların atmosfere gönderilme şiddetine bağlı. Çok şiddetli patlamalar olması halinde, radyoaktif elementler yüksek irtifada hüküm süren “jet-streams” denilen sert rüzgârların yüksekliğine itilebilir. Bu durumda serpintiler Fukuşima’dan çok uzaktaki bölgeleri etkileyebilecektir.
Kaygı Verici İki Soru
Bu radyoaktivite esasen iki elementten ileri gelmektedir: bunların biri İyot 131, diğeriyse Sezyum 137’dir. Bunların her ikisi de son derece kanserojen olmakla birlikte, bunların ilkinin atmosferdeki ömrü seksen gün civarındayken, ikincisi yaklaşık 300 yıl boyunca radtoaktif kalmaya devam etmektedir. 13 Mart Pazar günü bölgeden 200 bin kişi tahliye edilmişti. Yetkililer Fukuşima’nın ilk reaktörün çevresinde 20 km’lik, ikinci reaktör çevresinde ise 10 km’lik bir tahliye bölgesi ilan etmişlerdi. Sezyum 137’nin varlığı özellikle kaygı vericidir.
Kesin bilgi eksikliği hissedilmektedir: Tokyo Electric Power (Tepco) şirketiyle Japon yetkililer muhtemelen hakikatin bir kısmın saklamaktalar. Akla gelen en kaygı verici iki soru, bir yandan çubukların füsyonunun durdurulup durdurulmadığına [sürmekte mi olduğuna], diğer yandan da havuzun içinde hapsedildiği yalıtma yapısının [zırhının] dayanıp dayanmayacağına ilişkindir. Santrallerde kaza simulasyonları üzerinde çalışan nükleer fizikçi Ken Bergeron’a göre bu yapı “Çernobil’dekinden kuşkusuz daha sağlam olmakla birlikte Three Mile Island’dakinden çok daha zayıftır”. Uzmanlar kaygılarınıı gizlememekteler: bunlardan biri “Tüm bunların denetimini yeniden ele geçiremezlerse kısmî bir füsyondan tam bir füsyona geçilecektir ki bu da tam bir facia olacaktır” demekteydi (Le Monde, 13 Mart 2011).
Ama en kötüsü 13 Mart’ta patlayan ikinci reaktörün çekirdeğinin füsyona girmesi olacaktır. Sonuçta, kullanılan yakıt yoksullaştırılmış uranyum oksitlerle plütonyum 239’un bir karışımı olan MOX’tur. Bu plütonyum 239 ise aslında uranyum bazlı klasik santralların işleyişinden açığa çıkan bir artığın yeniden çevrime sokulmasıyla oluşmuş bir üründür. Bunun radyoaktivitesi son derece yüksek olup, “yarı-ömrü”, yani radyoaktivitenin yarı yarıya azalması için gerekli süre 24 bin yıl olarak tahmin edilmektedir. Japonlar bu elementi ve bu elementin korkunç sonuçlarını çok iyi bilmektedirler: İkinci Dünya Savaşı sonunda Nagasaki’ye atılan termo-nükleer bomba Plütonyum 239 bazlıydı…
Kabul Edilemez Bir Risk
Çernobil felaketinin ardından nükleer savunucuları kazanın temelinde kötü Sovyet teknolojisinin, yetersiz güvenlik normlarının ve sistemin bürokratik doğasının yattığı açıklamasında bulunmuşlardı. Dediklerine bakılacak olursa, iyi kapitalist teknolojiye sahip santrallar varken, hele hele yasama organlarının her düzeyde gerekli tüm güvenlik önlemlerini aldıkları “demokratik” ülkelerimizde böyle bir şeyin olması ihtimal dâhilinde değildi. Bugün bu söylemin beş para etmediği görülmekte.
Japonya çok yüksek tenolojiye sahip bir ülkedir. Sismik riskten fazlasıyla haberdar olan Japon yetkilileri santralların kurulması için çok sert normlar koymuşlardı. Hatta Fukuşima’daki 1 nolu reaktör, hem fuel oil’le beslenen bazı yedek güç kaynağı gruplarını, hem de aküyle çalışan başka jeneratörleri kapsayan çifte bir güvenlik tertibatıyla donatılmıştı. En sofistike tenknoloji ve en katı güvenlik normları (her zaman mümkün insan hataları bir yana) ne doğal afetlere ne de sağduyudan yoksun canice ve terörist eylemlere karşı mutlak bir güvence oluşturduğundan hiçbir şey kâr etmedi. Nükleer santralların riskini azaltmak mümkün olsa da, bütünüyle ortadan kaldırmak olanaksızdır. Risk göreli olarak azaltılırken nükleer santral sayısı günümüzde vuku bulduğu gibi artırılacak olursa mutlak risk artabilir.
Bu riskin, insan kaynaklı, önüne geçilebilir ve dar çevrelerce, kendi kârları gözetilerek, halklara hakikî bir demokratik bir danışma olmadan alınan yatırım kararlarının bir sonucu olduğundan kabul edilebilir olmadığını koymak çok önemlidir. Sözgelimi Le Soir’ın [Akşam, Belçika’da çok satan günlük gazete] başyazısında yapıldığı gibi “Japonya’da nükleer kazaların (sic) tsunaminin neden olduğu sayıda can kaybına yol açmaktan uzak” olduğunu yazmak önlenmesi mümkün olamayan bir doğal afetle önlenmesi pekâlâ mümkün teknolojik bir felaket arasındaki niteliksel farkı görünmez kılmak anlamına gelir. Devamla “her karmaşık sınaî süreç gibi atomdan enerji üretimi de önemli bir risk payı taşır” (a.g.m.) diye eklemek, üstüne üstlük nükleer riskin, özellikle bu teknolojinin insan türünü yeryüzünden silme potansiyelini barındırması anlamında özgüllüğünü hasıraltı etmek anlamına gelir. Atom lobisi tarafından her düzeyde uygulanan devasa baskıları dile getiren bu tür lafazanlıkları bıkıp usanmadan takip edip köşeye sıkıştırmak gerekiyor.
Kapının Eşiğindeki Risk
Uzmanlar ciddi kaygılarını gizlemeseler de, politikacılar budalalıklarını sergilemekten geri kalmamaktalar. 12 Mart günü öğleden sonra görüşü sorulan Fransız Sanayi Bakanı M. Besson Fukuşima’da olup bitenlerin “bir felaket değil vahim bir kaza” olduğunu iddia etmiştir. Britanya Enerji Bakanı Chris Huhne ise nükleer yanlısı politikasını meşru kılabilmek için Birleşik Krallığın sismik [deprem] riskinin düşük olduğunu vurgulamaktan daha iyi bir yöntem bulmaktan aciz kalmıştır. Bakan ayrıca Doğan Güneş ülkesinde [Japonya] olup bitenlerden nihayetinde güvenliğin daha da iyi hale gelmesini sağlayacak şekilde dersler çıkarılacağını sözlerine eklemiştir… Aynı acınası argümanlar çeşitli biçimlerde, ister rotayı atoma çevrili tutmaya (başta Fransa), ister nükleere dönmeye (İtalya), ister Çernobil’den sonra kamuoylarının baskısı altında alınmış olan nükleerden çıkma kararlarını yeniden tartışma konusu yapmaya (Almanya, Belçika) karar vermiş olsun tüm hükümetler tarafından kullanılmaktadır. Amaçları, paniği engellemek, bilinçlerin yeni bir seferberliğinin muhteris nükleeri geliştirme planlarını dünya ölçeğinde baltalamaya başlamasının önüne geçmektir.
Bu argümanların ikna edici olmadığını söylemek az bile kalır. Özellikle Batı Avrupa’da korku fazlasıyla yerindedir. Nükleer enerji sektöründe lider konumdaki ülke Fransa’da reaktörler referans sismik normlara uymamaktadırlar. “Sortir du nucléer” ağına göre EDF [Fransız Elektrik Şirketi] bunun böyle olduğunu kabul edip, reaktörleri normlara uydurmak için amacıyla az 1,9 milyar Avro yatırım yapmaktan kaçınmak için işi sismolojik verileri çarpıtmaya kadar vardırmıştır. Fransız yargısı çok yakın bir tarihte Fransa’nın en eski nükleer santrali Fessenheim’ın (Alsace) kapatılması talebini reddetmiştir. Oysa bu santral deprem riskinin çok yüksek olduğu bir bölgede yer almaktadır. Belçika’da Doel ve Thiange santralleri Richter ölçeğine göre 5,7 ila 5,9 büyüklüğünde yer sarsıntılarına dayanacak şekilde tasarlanmışlardır. Hâlbuki bu bölgelerde 14. Yüzyıldan beri 6’nın üzerinde büyüklükte üç deprem kaydedilmiştir.
Bu arada, santral yönetiminde titiz bir eğitimden geçmiş yeterli sayıda mühendisin artık mevcut olmadığını, nükleer acil durum planlarının ancak tesislerin çevresinde 10 km’lik tahliye bölgeleri öngördüğünü ve bunun da bütünüyle yetersiz olduğunu da belirtelim. Tesislerin ömürlerinin uzatılması başka bir endişe kaynağıdır. 20 yıldan sonra kazalar çoğaldığı halde 50 yıllık bir ömre bel bağlanmaktadır. Nitekim on dokuz Fransız reaktörü yaşlanmalarına bağlı olarak yedek [acil durum] soğutma sistemlerinde çözüme bağlanmamış anormallikler sergilemektedir… Ki Japonya’da eksik kalan da bunlar olmuştur. Vesaire, vesaire.
Bir Toplum Tercihi
Nükleerden tamamıyla ve mümkün en kısa sürede çıkmak gerekiyor. Bu teknik olarak pekâlâ mümkün ve geçerken nükleerin etkinliğinin çok vasat olduğunu da hatırlatmak gerekiyor (enerjinin üçte ikisi ısı şeklinde yok olup gitmekte). Tartışma her şeyden önce siyasî bir tartışma, nihayetinde bir medeniyet tercihini ortaya koymakta. Zira meselenin özü şu: nükleerden çıkmak ve eşzamanlı olarak iklimsel altüst oluşun başlıca nedeni olan fosil yakıtlardan da vazgeçmek gerekiyor. En çok iki nesilde yenilebilir enerji kaynakları yegâne enerji kaynağımız haline gelmeli.
Buna karşın, yenilebilir enerji kaynaklarına geçiş enerji obur, dolayısıyla ilave sera gazı kaynağı devasa yatırımlar gerektiriyor. Pratikte, enerjisel geçiş ancak ve ancak en azından gelişmiş kapitalist ülkelerde nihaî enerji talebinin kökten biçimde azalması halinde olanaklı. Bu azalmanın Avrupa’da 2050 yılına kadar %50 oranında olması gerekecek. Bu boyutta bir azalmanın gerek maddi üretimde gerekse taşımacılıkta kayda değer bir küçülme olmaksızın gerçekleştirilmesi mümkün değil. Daha az üretmek ve daha az taşımak gerekiyor, yoksa denklem çözümsüz hale gelecek. Bu, denklemin kapitalist sistem açısından çözümsüz olduğunu söylemek demek. Zira rekabet kırbacı altında kâr yarışı kaçınılmaz olarak büyüme, diğer bir deyişle kendini kaçınılmaz biçimde çoğalan bir metalar kütlesiyle, dolayısıyla kaynaklar üzerinde artan bir baskıyla açığa vuran sermaye birikimi anlamına geliyor.
İklimsel meydan okumaya kapitalist yanıtların hepsi işte bu nedenle en değerli parçasını nükleerin oluşturduğu başlattığı-sürecin-gidişini-ve-sonuçlarını-denetim-altına-almaktan-aciz teknolojilere başvuruyorlar. Uluslararası Enerji Ajansının “bluemap” enerji senaryosu bu bakımdan aydınlatıcı: bu senaryo nükleer parkı 2050 yılına kadar üç katına çıkarmayı öneriyor ki bu da her hafta bir Gigawattlık bir santral kurmak anlamına gelecek. Bu düpedüz çılgınlık.
Bu cehennemî sisteme bir alternatif bulunması her zamankinden daha acil hale geliyor. Bu alternatifin yolu orantılı işe almayla ve iş akış temposunun düşürülmesiyle çalışma zamanının ücret kaybı olmaksızın kökten biçimde azaltılmasından geçiyor: daha az üretmek için daha az çalışmak ve bunu zenginlikleri yeniden bölüştürerek yapmak gerekiyor. Alternatifin yolu ayrıca enerji ve finans sektörlerinin ortak mülkiyetinden geçiyor, zira yenilebilir enerji kaynakları diğer enerji kaynaklarından daha pahalı ve en azından bir yirmi yıl daha öyle kalmaya devam edecek. Son olarak alternatifin yolu Güneyin kalkınma hakkını ekolojik dengelerin korunmasıyla bağdaştırmak için yerelden küresele her düzeyde bir planlamadan geçiyor. Sonuç olarak bu alternatif, ekosistemlerin ritimlerine ve işleyişlerine saygı çerçevesinde demokratik biçimde saptanmış gerçek insan ihtiyaçlarının tatmini için üreten bir toplumun ekososyalist projesi anlamına geliyor.
Böylesi bir alternatifin yokluğunda, kapitalist büyüme toplumsal gereksinimleri karşılamaksızın her zaman daha da fazla felakete neden olacak. Fukuşima’nın korkunç dersi son kertede bundan ibaret.
Daniel Tanuro’nun bu yazısı 14 Mart 2011 ‘de IV. Enternasyonal Belçika Seksiyonu LCR – Devrimci Komünist Birliğin yayın organı, La Gauche’da yayınlanmıştır.
Türkçesi: Osman S. Binatlı