Stefo Benlisoy – Dilaver Demirağ, Taraf gazetesinin 26 Ekim 2009 tarihli sayısında yayımlanan “İklim ve Kibir” başlıklı yazısında Fidel Castro’nun Kopenhag zirvesine ilişkin sözlerinden yola çıkarak ekososyalizme dair yanıtlanması gereken bazı tespitlerde bulunmakta. Üstelik Demirağ’ın yazısı, iklim krizine ilişkin ekolojist ve yeşil hareketin bazı kesimlerinde yaygın kabul gören bazı sorunlu anlayışları sergilemesi açısından da önemli bir örnek oluşturuyor.
Demirağ’ın yazısının ekososyalistlere ilişkin iki ana vurgusu var. Birinci vurgusu ekososyalistlerin ekolojik krizin yegâne sorumlusu olarak kapitalizmi gördükleri. Demirağ’a göre bu asıl suçluyu, yani “insan”ı gözden kaçırmak için bir “bahane”, bir “hedef saptırma”. Gerçi Demirağ da yazısının devamında kapitalizmin gezegen ve insanların selameti ile “hiç ama hiç ilgilenmemekte” olduğunu, “çözüm” önerilerinin “teknoloji odaklı” olduğunu teslim ediyor; ama içinde bulunduğumuz krizin asıl sebebi olarak, bir tür olarak insanın doğaya karşı “bencil” ve “kibirli” olmasını gösteriyor.
Bu noktada hemen Demirağ’ın yazdıklarına bir ara verip ekososyalistlerin ekolojik kriz ve kapitalizm arasında nasıl bir nedensellik kurduklarını irdelemekte fayda var. Ekososyalistler açısından hiç olmazsa neolitik devrimden itibaren oluşmuş insan toplumlarının ekolojik bakımdan yıkıcı bir karaktere sahip oldukları tartışmasız bir gerçek. Burada kapitalizmin ayırdedici özelliği, geçmiş toplumsal örgütlenme biçimlerinin eko-yıkıcılığı tekil ekosistemler düzeyinde yaşanırken, kapitalizmin sürekli genişleme/yayılma/büyüme eğilimi sonucu krizi tüm yerküreye yaymasıdır. Yani kapitalizmin eko-yıkıcı özelliği, geçmiş toplumsal örgütlenme biçimlerinden farklı olarak tekil ekosistemleri tehdit etmiyor, ekolojik krizi genelleştirerek yeryüzünün tümü üzerindeki canlı yaşamını tehdit eder hale getiriyor. Bu anlamda kapitalizmin gelişimi ve metalaşma sürecinin derinleşmesiyle birlikte insanın doğa üzerindeki yıkıcı etkisi küresel ve telafisi mümkün olamayacak bir boyuta geliyor.
Ekosoyalistler açısından insanla doğa ilişkisi mevcut toplumsal örgütlenme biçimleriyle dolayımlanan bir ilişki. Bu açıdan baktığımızda, Demirağ’ın dahi inkâr edemediği kapitalizmin ekolojik yıkıcılığı mevcutken ve kapitalizmin ekolojik olarak tahripkâr ve sürdürülemez karakteri onun arızi ya da geçici bir özelliği değilken kapitalizmi sorunsallaştırmadan doğa insan ilişkilerinin radikal biçimde yeniden kurulmasını sağlamak nasıl mümkün olabilir? Elbette yeşil ve ekolojist yaklaşımların pek çoğunun açık ya da örtük biçimde kabullendiği, kapitalizmin ekolojik bunalımla bir şekilde baş edebileceği, onu yatıştırabileceği, “yeşil teknolojilerin” artan kullanımıyla “sürdürülebilir” bir rotaya sokulabileceği, hatta kapitalizmin tüketicilerin bilinçlenmesiyle adeta bir “yeşil kapitalizme” dönüşebileceği yönündeki anlayışları benimsiyorsak başka.
Yukarıdakilerle bağlantılı olarak Demirağ’ın yazısının ekososyalistlerle ilgili ikinci vurgusu bunların insanmerkezcilikle malul olması şeklinde özetlenebilir. Demirağ’ın yazısındaki en büyük araz sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel vs. her türlü farklılaşmadan arınmış, tarihsellikten yoksun homojen bir “insan” tasavvuruna yaslanması. Bu tür ayrımlardan azade soyut ve tarihdışı bir “insan” tanımlamasına yaslanınca da ekolojik krizin sorumlusu “tür” olarak insan olarak ortaya çıkmakta. Bu yaklaşım çerçevesinde ekolojik krizin oluşumunda farklı sorumluluk dereceleri yok sayılan “insanlık”, adeta “kanserli bir ur” gibi doğaya dışarıdan dayatılmış bir varlık olarak değerlendirmeye açıktır. Yeşil ve ekolojist harekette önemli bir temele sahip olan, neredeyse mizantropik böylesi yaklaşımlarsa giderek ekolojik krizin aşılmasından ziyade sorumluları aklayıcı bir işleve bürünmekte.
Aslında Demirağ’ın ekolojik krizin sebebine ilişkin bu tanımlaması günümüzde “egemen” konumda. Ekolojik krize ilişkin egemen söylem, bu krizden “tüm” insanların sorumlu olduğunu, yeryüzünün insan nüfusunun bu kadar artmış olmasını kaldıramayacağını vazediyor. İlk bakıştaki radikalizmine (ekolojik krizden tüm insanlığı, hatta bir tür olarak insanı sorumlu tutması) karşın bu söylem, aslında homojen ve farklılaşmamış bir “insanlık” varsaymasıyla sorunun asli sorumlularını aklayıcı, en azından görünmez kılan bir işleve sahip.
Batı düşünsel geleneğinde hakim bir yer tutan insan merkezciliğin eleştirisi, doğa ve insan arasındaki diyalektiği, yani insanın aynı zamanda doğanın bir parçası ve de ondan bilince sahip olması dolayısıyla “ayrı” olma “ayrıcalığını” göz ardı etmemeli. İnsanın diğer canlı varlıklarla olan özdeşliğini/devamlılığını vurgularken bunun yanısıra evrimsel sürecin ürünü olan “benzersizliğini” ve farklılığını da vurgulayan bir perspektife sahip olunması gerekiyor. İnsanın yerküreyi işgal eden sayısız canlı türle hiyerarşik bir ilişkiye değil, bir kader birliğine sahip olduğunu vurgulamayı amaçlayan bu perspektif, ekolojik krizin aşılmasında insanın neden “merkezi” bir rol üstlenmesi gerektiğini de açığa çıkarır. İnsanlığın toplumsal örgütlenişinin özgül biçiminin geldiği aşama ve bunun doğayla olan ilişkisi, yeryüzü üzerindeki canlı yaşamını bugün olduğu şekilde radikal bir biçimde tehdit edebileceği gibi, evrimsel süreci “zenginleştirecek” bir işleve de ulaşma potansiyeline sahiptir. Aksi yaklaşımlarsa; “insanı” doğanın dışında, ona hakim olmakla yazgılı olarak, ya da doğaya dışarıdan dayatılmış bir tür olarak algılamakla, aslında sadece birbirlerinin ayna yansımasıdırlar. İkisi de insanmerkezcilikle malûldürler, sadece ilki bunu kutsamakta ikincisiyse bunu lanetlemektedir.
Bu şekilde farklılaşmamış bir “insan” kategorisini analizin asli unsuru kılınca, iklim krizi meselesi de ekolojik kriz de “siyasetsizleşmekte”. Yani içinde yaşadığımız yüzyılın en önemli siyasal meselesi, insanın doğayla kurduğu ilişkiyi radikal biçimde dönüştürüp dönüştüremeyeceği sorusu, ya mevcut küresel egemen siyasetçilerin ve şirket lobilerinin “ferasetine” terkedilmekte ya da zaten “insan” doğayla uyumlu bir bütünlüğü gerçekleştiremeyeceği için kaderci biçimde çözümsüzlüğe bırakılmaktadır. İşin garibi ekolojik/yeşil reformizm ile bu türden bir felaketçi kadercilik arasında salınım çoğunlukla aynı düşünsel çizginin içerisinde bulunabilmekte. Demirağ’ın yazısında da bu salınımın izlerine rastlamak mümkün. Demirağ’ın yazısındaki masalsı dünyada Kopenhag zirvesinde “insanlık” bir “karar” verecek. Ama Demirağ bu kararın hangi çıkarlar ve iktidar mekanizmaları çerçevesinde şekilleneceği, yukarıda ana hatları çizilen başka türden “kararlar”ın da alınabileceği konusunda bir yaklaşma sahip değil. Dolayısıyla sınıfsal, etnik vs. eksenlerde bu ölçüde bölünmüş bir dünyada sorunun asıl olarak siyasal karakterini ıskalamakta.
Oysa yukarıda değinildiği gibi ekolojik krizin sorumluları da, bunun sonuçlarına asıl olarak muhatap kalacaklar da oldukça farklı. Dolayısıyla sorunun çözümü de yaşadığımız kapitalist krizde de olduğu gibi, nereden baktığımızla oldukça alakalı. İklim kirizini, Kopenhag zirvesine egemen olan yaklaşımda da görülebileceği gibi, sermayenin genişlemesine yeni bir ivme katarak, metalaşma sürecini derinleştirerek, ezilenler/emekçiler ve doğa üzerinde tahakkümü artırarak ve krizin maliyetini aşağıdakilere aktararak da “çözme” yoluna gidilebilir. Ya da ekolojik krizin, toplumsal örgütlenişin özgül biçiminin doğayla ilişkisinin tüm boyutlarını kapsadığı fikrinden yola çıkarak kapitalist uygarlığın yarattığı pratiklerin tümünün sorgulanması ve alternatiflerin ortaya konması yoluna gidebiliriz. Kent ve kır arasındaki yarılmanın giderilmesinden, ev işlerinin toplumsallaşmasına; ulaşımın toplu taşımaya dayalı olmasından üretim sürecinin kendisinin kolektifleştirilerek ekosistemlerin korunması ve onarılmasının temel kriterlerden biri haline geldiği demokratik bir karar alma sürecine tabi kılınmasına kadar toplumsal hayatın her veçhesinde alternatif bir dünyayı düşleme ve tasarlamanın gerek ve aciliyetini yeniden hatırlayarak. Bu anlamda “insanın” kendisine ve yeryüzündeki canlı yaşamının geleceğine ilişkin yanıtlaması gereken soru hâlâ ortada: “Ya ekososyalizm ya barbarlık içinde yokoluş”.